Dilin Hikayesi
Söyleyenin, söylenilenin önüne geçmesi söylenilene gölge düşürür. Dil bir bozulmanın ürünü… Bir mağaranın önünde yanan ateşin çevresinde toplanmış bir toplulukken, hepimizin yüzünü aydınlatan ateşin karşısında birlikken, ses çıkarmaya gerekli olmayan bir bütünlük içindeyken, giderek bu bütünlük bozulmuş ve sözcükler gerçekliklerin yerini almaya başlamış…
Peki, bu bütünlük nasıl bozulmuş olabilir? Biri birine orada olmayan biri hakkında bir şey söylediği zaman… Demek ki araya coğrafyasal uzaklık giriyor. Dürüstlüğün kafasını karıştıran uzaklık… Bir mesafe, orada olmayanı sözcüklerle, konuşma ile var ediyor. Sanki onu yerine koymak ister gibi sözcükler ürüyor. Tıpkı yoksunluk ve rüya ilişkisi gibi. Zamanla bu şaşkınlık, psikolojik, sosyolojik uzaklıkla birlikte bir tür hınca da dönüşüp ben ve öteki kavramlarını da yaratmış olabilir. Böylece artık dil geri dönülmez bir yol olmuş oluyor. Biri uzaklaştığında, kaybolduğunda, topluluğun bilinci bölünmüş oluyor. Ve neredeyse kendi kendine konuşma diyebileceğimiz, gereksiz, iş yaparken sürekli ele gelen, karşımıza çıkıp duran, önceleri nereye koyacağımızı bilemediğimiz dil… Konuşulduğu için sadece konuşulmaya devam edildiği sürece birbirini konuşma örgüsüne hapsetmiş olmak yüzünden, iş içinde, eylem içinde yaşamaya alışmış insanları kendilerine yabancılaştırır. Akıp giden zamanı, boşa geçiriyor olmanın yarattığı kızgınlıkla dil gittikçe fazlalığını gereksizliğini yok etmek isterken kendini daha da çoğaltmış… Daha sakin bir dil için yazı ve sözleşmeler, icat edilmiş. Öfkeye neden olan, doğurgan, üretken sessizliği yok eden kof dolulukmuş çünkü… Zamansal potluk, coğrafyasal engebe… Sonraki hikâye de hep bu fazlalıktan potluktan kurtulmak için… İnsanların birbirlerindeki aynılığını, aynalığını yok eden, sular içinde suları ayıran dilin, su gibi yumuşak ve su gibi sert dilin doğuş hikâyesi, yazı dilinin, konuşma dilinin, daha konuşma ya da yazı olmamış, sıcak düşüncenin, sonunda bir emojide karar kılmış öylesineliğin birbirine karışmış olduğu günümüz dünyasından bakınca böyle olabilir.
Bugün sözcüklerin, konuşulanın, somut bir nesne gibi ortada durması (gruplarda vs. neredeyse bir konuşma mimarisi gibi. Anlık dökülmüş mürekkep lekesi gibi. Pişmanlık, baskısı, kararsızlık karayeli, yalnızlık, güvensizlik ve mahremiyet korkusu gibi sonsuzluğa havale sivri gök uçlarıyla ısıran, batan, korkutan, insanı dışlayan, ufalayan küçülten gotik bir mimari gibi) bütünlüğün parçalanmasında en uç noktaya geldiğimizi gösteriyor. Biçimli olacağım diye özü şaşırmış… Yorucu… Rokoko.
Konuşmak, içimizde akan ruh ırmağının çağıldaması. Peki bir şekilde bizimle birlikte aynı yaşamı sürdüren, (iş ve toplumsal roller dışında) hayvanlarda neden konuşma yok? O halde dil işlevsel ve bir isteği ifade etmek için. Örneğin pencereyi açmamızı isteyen kedinin kendine özgü bir tonlaması var. Tam anlamıyla zorlandığında konuşuyor. Çaresiz kaldığında. Muhtaç olduğunda. Büklümlü bir yalvarma… O halde dilin doğuşu bir muhtaçlığın sonucu. Ancak bu muhtaçlık için de bir yerde eşikler arası düzlemin ortadan kalkmış olması, bir tür eşitsizliğin oluşmuş olması gerekiyor. Aynı düzlem üzerinde bir kırılma: “düştüm yardım et.” “elini uzat”
Birbirlerine muhtaç olmayan, ihtiyaçları eylem odaklı bir iş bölümü ile karşılanan insanlar niye konuşmuş olsunlar ki?
Bugün binlerce dile, dilim dilim bölünmüş olan dilin, belki de tüm hikâyesi, yığınla sonsuzca her türden, her renkten bir şeyler anlatıp duruşu, belki de bir tür dilsizleşme isteği. Herkesin birbirini anlayabildiği, ortada hiçbir eşik farkının, eşitsizliğin kalmadığı bir yaşam biçimi için. Dil bir sorun çünkü. Ondan kurtulmak için yüksek sanatlarını icat etmişiz.
Ölüm ve dil, üzerine düşünülecek başka bir konu. Suskunluk ürkütücüdür, ölüler konuşmaz. Dil canlıdır. İnsanlar yaşarken birbirlerinin canlı olduklarını konuşmadan da dinamik, üretken bir sessizlik içinde hissedemezler mi?
Dil eylemden doğar ve eylem olduğu sürece dil yok olur. İşin dolgusu, hayaletidir dil…
Anlamsız boşluklar, öylesinelikler, hiçlikler, amaçsızlıklar belki yeniden hayatın ihtiyaç duyduğu çamur boşluk herkesin anlaşabileceği kalpten gelen sözcükler yaratabilir, bir ferahlık sağlayabilir.
Aklın kabloları ile donanmış yaşam biçimimizin pek de matah bir şey olmadığını bu salgınla gördük. Yitirdiğimiz şeyin ne olduğunu otobüse binen bir down sendromlu çocuk gösteriyor bugün bize. Birden onun binişi ile tüm otobüsün enerjisi değişiyor. Herkes birbirine karşı daha sevecen, hoş görülü. Bizim hesaplarımızın dışında biri. Olduğu gibi uyanan, olduğu gibi uyuyan…
En başta tek bir dil vardı. Sevginin dili. Hiçbir dil diğerine üstün değildi.
Doğa parsellenmemiş, sınırlar çizilmemiş, dil çit olmamıştı ülkeler arasında. Yaşamdan, deneyimden, rüyadan, ağaçlardan, akarsulardan, dağlardan, ovalardan gelen müziği, dansı olan yaşayan bir dil.
Dil Sorunları
Dilin fakirleşmesini kanıtlayan bugün iki sözcük var: “Aynen” ve “tamamdır”. Tamam’ın yetmediği bu ne belirsizliktir ki sonuna bir de “dır” ekliyoruz. Tamam tamamdır, dır da nesi? “Tamamdır” daki “dır”, la kişi, “tamam artık daha fazla konuşma, yazma, kes” demeye getiriyor. Bu yüzden, saygısızca… “-dır” burada bir tırpan. Çağrışım alanlarına bakalım; dır dır. Dır dır etmek… Her çağ kendi dilini oluşturuyor. Kaybettiği bütünlüğü ararken dil bugün eylemdir. Kültürdür. Çiçektir, niyettir… Bugün eylemsiz gövdeler dilin doğduğu yere körleşmiş durumda. Bir fabrika ürünü gibi, barkod numarası yahut bankamatik kartı gibi dil. Deneyelim: Aynen. Geçti. Tamamdır. Geçti. Hepsine bakiyemiz yetiyor. Çağın dili hesap bakiyelerimiz gibi. Sokağın, piyasanın dili… Yüz yüze bakmamanın, insan olduğunu unutmanın dili…
Hayattan mahrum kalan dilden de mahrum kalır. Bir yazı evreninde dolaşıyor dil. Sosyal medya. Orada kendini suni bir gerçekliğe bürüyor ve tıpkı emoji kullanımı gibi her şeyin aynı olmasına özen gösteriyor. Kim ne yazıyorsa ona onun diliyle yanıt vermeye çabalıyoruz… Birden kendi bildiklerimizi unutarak, sıfırlayarak, belki bir nezaket kuralı sayıyoruz bunu… Belki bilmediğimiz bir teknolojik doğruluk alanına yetişme çabası. Çağımız bilgi karşısında boynu bükük kalma çağı çünkü bilmemek ölmek gibi bir şey… Bu da bir tür bilgiyi yetiştirme zorlamasına sebep oluyor. Hız yüzünden de yükünü çıkarmak isteyen dil döke döke ilerliyor. Düşürüyor, yolda kalıyor, özünü azaltıyor. Cüce kalıyor, çelimsiz kalıyor duygulara düşüncelere… Ve çok yazı, çok konuşma ama aynı yazı, aynı konuşma içinde debelendiğimiz bir anlamsızlık alanı büyüdükçe büyüyor… İletişime çok zaman ayırıyoruz ama artık anlaşamıyoruz. Çünkü her yer açık. Cereyan yapıyor. Ben balkondan merhaba diyorum o kapıya geçiyor. Ben pencereden el sallıyorum o çatıdan kafasını uzatıyor. Dolayısı ile özün bu kadar çok uyarana ve dağınıklığa maruz kalması basıncı azaltıyor. Dil umutsuzluğu başlıyor. Dil kalbin aynası; dil umutsuzluğu kalbin aynasını puslandırıyor. Yeniden ümidi kazanmanın bir yolu var. “İnşaat”, “para”, “ben”, “korona”, “bakiye” “hesap” “aynen”, “banka” “tamamdır” sözcüklerini kullanmamak. Bunların yerine “orman”, “ağaç”, “park”, “bahçe”, “akarsu”, “kedi”, “köpek”, “aşk”, “çiçek” demek bol bol. Hepimizi birleştiren, nefes almamızı sağlayan bunlar çünkü. Bugün bir arabaya sıkışan minik bir kedi yavrusunu kurtarmak için uğraşan itfaiyenin başındaki kalabalıktan daha çok insani bir kalabalık görmedim uzun süredir. Kan anonsları ve hayvanları koruma, kurtarma… Ne varsa merhametimizi ortaya çıkaran onlara dönüp dönüp bakmalı… Böyle böyle uzaklaşırız bir avuç mal mülk için, toprak için, tarihi nefret için, petrol için gaz için maden için birbirimizi bombalamaktan… Savaşmaktan çünkü birini kurtarmaya epey bir mesafe vardır. Önce yıkanması, kanlarından arınması gerekir savaşan birinin kan vermeye gidebilmesi için. Bugün tüm dünya olarak yakalandığımız bu salgın bize bunu söyledi. “Herkeste bir kalp vardır. Herkes bir can taşır. Hepiniz aynısınız, dünyanın neresinde olursanız olun… Sağlık bir eşitlik alanıdır. Bunun farkında olun…”
Gerçekte dilin yapıldığı o yerleri, o hayatlarımızı bizlere hatırlatan, bugün yalnızca hayvanların sessizliği, iklimler, doğa, ağaçlar, toprak, deniz çiçek… Bizleri insan olarak ne farklı ve ne aynı kılıyorsa onlar…
Salgının Dili
Çok basit bir ilişki vardır. Bir şeyin nedeni her zaman sonucun içindedir. Çoğu zaman içinden çıkamadığımız durumlar bir fotoğrafla anlaşılır. Başımızı kaldırıp baktığımızda görürüz tüm karmaşanın nedenini. Bu salgında en çok rastladığımız ne oldu? İnşaatlar, dozerler, kamyonlar… Beton beton… Ton ton… Nefes alacak yer kalmayasıya beton inşaat… Plastik, maske, naylon, poşet, tek kullanımlık kaplar, çatallar, bardaklar… İşte mikrobun sebebi de bu. Güzellik karşısında durabilmek ya da altın yumurtlayan tavuğu kesmek… Toprak verdikçe daha çoğu için ona saldırmak… Yerlerin altına girip güneşsiz kalıp hasta olup ölüp maden aramak, kömür yakmak… Ömür yakmak… Neden vakaların en çok görüldüğü şehir büyük şehirlerin yanı sıra Zonguldak idi. Çünkü madenci kenti ve madende çalışmak yüzünden ciğerler daha dayanıksız… Denizlere plastik atmak, ağaçları kesmek, yeryüzünün ciğerlerini koparmak, nefessiz bırakmak… Beton hiç yer kalmamış gibi birbirimizin üstünde yaşamak. Daha da üstünde ve daha da sıkı ve daha da yukarlarda… Mezarlarımızdan hep aşağılara en altlara kurulan mezarlarımızdan mı kaçıyoruz acaba? İşte salgının nedeni bu. Bizi sarstı ve gerçeklerimize geri döndürdü. Bütün sebepleri ortalığa saçtı…
Bugün bu salgının bize söylediği benimle ilgili olmasa da dünya da olup biten her şeyden sorumlu olduğum… Bir ağa dikkat çekti. İlişkilerimize, bağlarımıza, yakınlıklarımıza, dışardan baktık hepimiz kendimize. Ne zaman, neredeyiz? Hepimiz var oluşumuz, seçtiğim meslekler, hayatta verdiğimiz kararlar üzerine düşündük uzun uzun…
Eğer iyi bir örnek görürseniz yaşamınızın çıtasını yükseltebilirsiniz. Ama artık o iyiler o her an umudun hamuru ile yoğrulmuş ışıklı insanlar, meşale insanlar yoklarsa bataklık sularına kapılıp gitmemiz işten bile değil.
Bazı insanlar mızıldanmaktan yapılmışlardır. Kimilerinde bu mızıltı, arının zehri olan bal gibi yapıcıdır. Bir şeyleri aralamak, gerçeği ortaya çıkarmak içindir. Temizlik yapan süpürgenin sesi gibidir. Kimilerindeyse boğucu yıkıcıdır. Bataklık sarmaşığı gibi sarar, dibe çeker… Nem ve küftür.
Kimlik Dilimiz
İnsan davranışları her yerde hiç değişmeyen aynadır; yaşlansak da hayata bakışımız… Yaşlılıkla birlikte yaşsal bir küreselleşme yaşadığımızda, yani ilişkiler dünyamız el kadar olduğunda, herkes herkesin bir yerden tanıdığı olduğunda, işte bu, bir avuç herkesteki tanıdık imgemizde, kim olduğumuz ortaya çıkar. Bizi biz yapan adına kişilik dediğimiz şey bu. Ayrılıklar, yerler, zamanlar gelip geçici ve önemsiz bu yüzden. Yanımızda kendimizle birlikte taşıdığımız bu bir avuç su önemli olan. Kimlik dilimiz. Hiç değişmeyen, kendi kendimize güvenimizi ve çevremizdekilerin bize güvenini sağlayan. Bir takım tekrarlar hiç değişmeyen yönelişler bir sokak adı gibi neredeyse haritada bir yer gibi bizi biz yapmıştır. Avonoslu bir çömlek ustasının elinde şekil alıyormuşuz gibi tekrarların tül perdesi ardında görünen bir şekli olan bir şeyizdir artık varızdır. Yaşlanmak bu tekrarların üst üste binmesi ve artık varlığından gittikçe emin olunmak, yüz hatlarının sınırlarla hatlarla daha çok belirginleşmesi, varlığın altının çizilmesi… Yaşlı ölümleri sıralı ölüm diye daha kabul edilir gibi görünse de aslında buradan bakınca en zoru. Var olan gittikçe daha çok var olan, varlığının altı tekrar tekrar daha kalın hatlarla çizilen… Neredeyse denizde bir dalga gibi bir gün tamamen izler silinesiye yaşarken denizde bir köpük gibi kaybolunan, bedenin ruhun yanında kuş tüyü gibi hafif kaldığı yaşlar olabilir belki yüzlü, yüz ellili yaşlar buradan bakınca ölmemiz için makbul olan yaşlar…
İçinden çıkamadığımız dertlerimizin içinden çıkmanın yolu her zaman kendimize dışarıdan bakabilmek… Hem çömlek olduğunu görmek, hem o çömleği yapan el olduğunu görmek… İnsan kendine toplumla dışarıdan bakabilir. Gazeteyle, kitaplarla, insanlarla… İzalasyonun en büyük psikolojik hasarı birbirimize sarmamız birbirimizden uzaklaştıkça iç aynalarımızı yitirmiş olmamız oldu…