in

Bir Heybe Mandalina

Atça, Hacı Kasap Hanı’ndan ikindiden sonra çıktık, Kavaklar Caddesi’nde bir eve uğradık. Bize birer heybe mandalina veren yüksek ruhlu ev sahibine teşekkür ettik, atlarımızı dehledik.

En önde Nâfiz dayı gidiyordu, onun ardında Küçük Ali amca vardı. Ben de arkalarından onları takip ediyordum. Birkaç yıl evvel, öğretmen olarak Uzunlar Köyü’ne atanmıştım. Köye 1954 model birkaç cip çalışıyordu ve şehre inmek için onları denk getirmek pek olası değildi.

Çünkü bu vesaitler köyün incir, üzüm ve kestane mahsulünü Atça’ya, Sultanhisar’a, Nazilli’ye taşımak için üst düzey bir uğraş veriyorlardı. Bazan yaş yağmurdan dolayı, zaten dar olan toprak yollar bozuluyor veya parçası pahalı 1954 model cipler arıza yapıyorlardı.

Hâl böyle olunca da hâlâ binek hayvanlarına iş düşüyordu.

Köye yerleştiğim günlerde bu aygırı benim emrime vermişlerdi ve atın bakımını, muhtarın gözetiminde, ilkokulun yanında olan evlerden birinde yapıyorlardı.

Memleketim Denizli – Çal olunca bu hayata pek yabancılık çekmiyordum. Çocukluğumda çok at binmişliğim vardır, eğerin üstünden düşüp kaşımı gözümü yardığım vâki olmuştur.

Ufaklığımı, yüzümde izleri kalmış ilk gençliğimi bir kenara bıraktım, Nâfiz dayıya laf attım.

“Dayı, evvelden at yarışlarına katılmış olmalısın, kısrağını nasıl süreceğini iyi biliyorsun.”

Nâfiz dayı, iri, sulu mandalinaları ağzına atarken konuştu.

“Geceleri yabanda kalmayı sevmem öğretmenim. Her iş gece gelir insanın başına. Birçok günah da karanlıkta işlenir.”

Ona hak vermekle birlikte abarttığını da düşündüm. Küçük Ali amca bir şeyler söyledi ama onun dedikleri rüzgâra karıştı.

Onda, hafif yaşı geçse de gücü gayreti yerinde bir at vardı. Ali amca dizginlemese hayvanın dörtnala gideceği ne kadar da belliydi. Duyarlılık gösterip, “Ali amca ne diyorsun?” diye sordum.

“Nâfiz Efendi’ye, aç karına mandalinanın dokunacağını söylüyorum,” dedi, beyaz atının dizginlerini biraz saldı ve at, patinaj yapıp yola yüklendi.

“Öğretmen bey, bu Nâfiz dayı, bizim köyün ilerisinde, Süleymanlı tarafına bir ahbabını ziyarete gitmiş bir gün. Gelirken boş göndermemişler bunu, ikram ettikleri yetmiyormuş gibi bir de evine götürmesi için petek bal vermişler. Yolda dayanamamış, azıcık ucundan, bir miktar burasından derken, bizim Nâfiz dayı, köye gelinceye kadar bir petek kara kovan balını iç etmiş.”

Bunu duyan Nâfiz dayı, çakı bulmuş çocuk gibi kahkahayı basıyor ve bir yandan da mandalina ile dolu ağzını şapırdatıyordu.

“Nâfiz dayı senin boğazın da afatmış ha!” demekten son anda vazgeçtim, çünkü şişman, nefes nefese adamlar naif, iyi niyetli olurlar ama çok çabuk alınırlar diye düşündüm.

Belleğimden geçen şakavari cümleleri inatla kovdum ve Yağdere Köyü’nün birkaç evinden gelen ölgün çırakmaları, köpek ulumalarını geride bıraktıktan sonra bir türkü tutturdum.

Bir süre, sözleri yarı müstehcen yarı içli olan türkümü dinlediler ve benimle birlikte, dere içlerinde, kavak bellerinde, zeytin diplerinde savrulan rüzgârın uğultusuna kulak verdiler.

Tatlı meyilleri yavaş yavaş çıktıkça hava soğuyordu ve karanlık bastırırken çakalların pavkırmaları iyice yakınımızda duyuluyordu. Ben hafif ürpersem de atımın güven veren homurdanması ile kendime geldim. Sanki benim heybetli aygırım içimden geçeni hissetmişti.

“Eğer bir atınız varsa, yolculukta başka arkadaşa ihtiyacınız yoktur aslında. Atlar, insana yakın hayvanlardır. Tehlikeyi sezerler ve yeri geldiğinde sahibiyle birlikte üzülüp sevinirler. Tabii bunun için biraz feraset sahibi olmak ve onların dillerinden anlamak lazımdır.”

Bu kıymetli değerlendirmeyi yapan Nâfiz dayıydı, anlaşılan kendi üzerinde olan dikkatimizi başka noktaya çekmeye çalışıyordu.

Zeytinlik aralarından ovacık denilen mevkie kıvrıldık ve bir zindan karanlığın içine dalmış olduk. Bereket versin atlarımız istikameti biliyorlardı da yanlış yola sapmıyorduk.

Küçük Ali amca, nefes vererek lafa karıştı.

“Öğretmenim, Ayrı Dağ’a göçmüştüm, koyun sürüm vardı, bir pazartesi taa oradan Atça’ya, pazara gelmiştim. Orada burada ağız açarken, sözün kısası, meyhanelerde iki lakırdı edecek ahbap koştururken, vakit geçmiş ve ben şimdiki gibi geç kalmıştım. Atça’dan akşam ezanından sonra yola çıktım. Islık çalan bir fırtına ağaçları yatırıyor, geçtiğim köy evlerinin çatılarını dövüyor ve gölgemi de uçurumlara doğru vuruyordu. Tam da buraya gelince içime bir ürperti geldi. Yıllarını hep yabanda geçirmiş bir insan olarak hiç böyle olmazdım oysa ne karanlıktan ne de görmediğimiz yaratıklardan korkardım. Atımı mahmuzladım ve bir an önce köye varmanın gayreti içerisine girdim. Tam Hacı İbrahim Beli’ne saracağım yerde benim çoban köpeğim önüme gelmiş, yolun kıyısında beni bekliyordu. İnanamadım, şaşkınlıktan nefesim kesildi. Bildiğim bütün duaları, sureleri okudum, başka taraflara baktım. Fakat bir insan kadar yoldaşa benzeyen çoban köpeğim kalın kuyruğunu salladı, hemen yola girdi. Sanırım sersemleştiğimi köpeğim de anlamıştı, birkaç defa tok tok havladı. O zaman, Gaddar adını verdiğim köpeğimin o kadar yoldan beni karşılamaya geldiğini, sanki benim, burada korkuya kapılacağımı hissettiğini anladım ve rüzgâr yüzümü vururken hıçkırmaya başladım.”

Küçük Ali amca duygulanmıştı, burnunu çekmesine bakılırsa gözyaşlarına hâkim olamıyordu.

“De gidi Ali Bey de, taa Ayrı Dağ’da, koyun sürüsüyle ne işin vardı oğlum senin? Babandan kalmış o kadar bağın bahçenin içinde, varlık içinde darlık çekmişsin.”

“Sorma Nâfiz dayı, başında babası olmazsa, insan hayatı deneme yanılma yöntemiyle öğreniyor,” dedi Küçük Ali, grubun en önüne bu sefer o geçmişti.

“Kimi babalarının varlıkları ile yoklukları belli olmaz, dirayetsiz baba daha kötü ya, bazı evlatların kaderine babalarını büyütmek düşer,” dedi Nâfiz dayı ve anlaşılmayan başka laflar da etti.

Bir an baba meselesini bir kenara bıraktım. Ali amcaya seslenip bastıramadığım bir merakla, Gaddar isimli, sezgileri yüksek, o çoban köpeğine ne olduğunu sordum.

“Ah sorma öğretmenim. Hazımsız kakavanın teki tüfekle… O civarda benim Gaddar gibisi yoktu, hasetlenen birisi, bir gece köpeğimin beynine sıktı. Bütün günahlar çekememekten yaşanmaz mı? Kâbil de Hâbil’i kıskançlıktan öldürmedi mi? Gaddar’ı ellerimle kara toprağa verdim.”

Hacı İbrahim Beli, hakikaten adının hakkını veriyordu, bu nedenle atlarımız bile harlamışlardı.

Karınlarımız da epey acıkmıştı, oysa Atça’dan çıkmadan önce, “Çerezci Ali Hanı’nın yanındaki lokantaya uğrayalım. Ekmek arası köfte yiyelim,” demeyi aklımdan geçirmiştim. Heriflerin ceplerinde paraları var mı bakalım diye önlemle kafa yorup sonra bu düşüncemden vazgeçmiştim.

Ambar Yeri’ne ulaştığımızda Nâfiz dayı geğiriyordu. Fakat bu geğirti yemeğin dokunmasından kaynaklanmıyordu, aksine midenin indirilen şeyden hoşnut olduğu bir sesti bu.

Nâfiz dayının mutlulukla karışık iştahına hayran oldum.

Karanlığın içindeki, başlarında tek tük gazel yaprak kalmış incir ağaçlarını, uzun kolları görülen asmalıkları, heybetli bademleri, kestaneleri ve pırnal kümelerini yoldaş edinip Uzunlar Köyü’nü gördük.

Yukarı Pınar’da, terli oldukları için hayvanlara fazla su vermedik. Yar Yol’dan geçerken Küçük Ali amca, atını benim aygırın yanına yanaştırdı.

“Gördün mü öğretmenim, Nâfiz dayı sanki kıtlıktan çıkmış gibi ağı göğü yedi,” dedi. Beni beklemeden kahkaha attı. Nâfiz dayı, oralı değildi, boyuna çevresine mandalina kabuğu atıyordu.

Koca kayanın yanından Uzunlar Köyü’ne girdik ve caminin altında evlerimize dağılacağımız sırada Küçük Ali amca hepimizi durdurdu ve kendisi atından indi, gidip Nâfiz dayının heybesinin gözlerini yokladı, heybenin dibinde birkaç ezilmiş portakal kaldığını hayretle gördü.

“Hey maşallah, Nâfiz Dayı, ha babam ha, sende de ne işkembe varmış,” diye çıkıştı.

Nâfiz dayı, kafasını geriye atarak kihkihledi, “Yiyen insandan zarar gelmez evladım, sen yemem diyenden kork!” diyerek atını ihtiyatla dizginledi.

Küçük Ali amca, “Öğretmenim sende biraz mandalina ver de Nâfiz dayı evine götürsün, bu adamın yolunu gözleyen dört tane çocuğu var hanesinde,” dedi.

Atımdan indim, bizim istihkakımızdan mandalina alıp Nâfiz dayının heybesine boşalttık.

“Nâfiz Efendi başka mandalina yemek yok, anlaşıldı mı?” diye komut verdi Küçük Ali amca.

“Baş üstüne komutanım!” dedi Nâfiz dayı ve atını dehledi.

“Bak, ardından bakıyorum.”

“Eve varıncaya kadar elimi sürmem, amma evde ne olur orasını bilemem,” diye haykırdı Nâfiz dayı, kahvelerin önünden geçip konutuna yollandı.

Şayak pantolonunu eliyle havalandıran Küçük Ali amcanın evi oraya yakındı, esenleştik.

Ben aşağı yolu kullanarak istikametime devam ettim. Atımın nal sesleri uykuya dalmış toprak evlerin bellerinde şakladıkça, içinde çocukluğumun da olduğu bu düşten hiç uyanmak istemiyordum.

4 Yorum

Cevap Yazın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Kısaca Günümüz Sanatı Hakkında

Dil