Gecenin ikiye bölündüğü sıraydı. Uykum kaçmıştı, ortası çukurlaşmış döşeğin içinde dönüp duruyordum. Sokaktan gelen köpek havlamalarına kulak kabartırken, eski günlerin ve gölgelerin taarruzu altındaydım.
Bir bakmışsın Atça Atatürk İlkokulu’nun önünde hamasetle şiir okuyor, sınıf öğretmenimden aferin alıyordum, bir bakmışsın evleniyor, biricik eşimi attan indirdikten sonra, heyecanla bekleşen, kavruk çocuklara bozuk para atıyordum. Ardın sıra heybetle bir Aydın Zeybeği oynuyordum.
Anne babamın, kimi zaman fazlaya kaçan zaaflarıyla büyütülmüştüm, benden sonra dünyaya gelen iki kız kardeşimden de hep saygı görmüştüm.
Altı tane evlat yetiştirdim, hepsini telli duvaklı, alımlı çalımlı yuvadan uçurmuştum. Sayılarını ve sıralarını şaşırdığım torunlarım oldu. Biraz yaşayacak, emekliliğimizde gün yüzü görecektik…
Fakat hayat arkadaşım, kalp sektesinden vefat edince, bu konak yavrusunda yapayalnız kaldım ve kolum kanadım kırıldı.
Annem babam da şu yaşamın konforunu, Fen’in ilerlemesini görememişlerdi. Oysa hacca gitmeye, düzayak evlerde oturmaya niyetlenmişlerdi, birbiri ardına göçüverdiler.
Hakikaten hayat ne tuhaftı, daha dün eski evlerin saçaklarına tutunmuş sarıca arı yuvası bozan haşarı bir çocuktum. Bıyığı yeni terlemiş bir genç oldum, tebdili kıyafetle kadınların eğlencelerinin arasına karışıp muziplik yapıyordum, şimdi altmışını geçtim, her geçen gün daha hızlı yaş almaktayım.
İlkokul öğretmenim köye kadar çıkıp gelmişti. Mendiliyle alnının terini silerken, “Çocuğun geleceği parlak, okul kütüphanesindeki kitapları ikişer defa okudu, sorularıyla öğretmenlerini bile terletiyor, gelin Ahmet Hamdi’yi okutun, buralarda heder olmasın,” demişti anneme babama. Ama ben kimseyi dinlemedim, özgürlükten yana tavır aldım, bağdan bahçeden döndükten sonra gölgeli kahvelerde keyifle oturmak cazip gelmişti.
Terlemiştim, yatağın içinde bağdaş kurup oturdum, bir an kulağıma bir koyun melemesi gelir gibi oldu. Ayağıma küflü bir çivi batmış gibi heyecanlandım. Sanki bu tepki bir tür yakınlık hissi vermişti bana.
İçliklerimle evin önüne, çekirdeksiz asma çardağının altına çıktım, aynı koyun ve kuzu sesleri acıyla tekrarladı.
Dış kapıyı geride bırakıp sokak çeşmesinin önüne varırken, birileri çiftlikteki koyunlarımı çalıyor, Kâsim Tepe’den geçirirken hayvanların şamatası bana kadar ulaştı diye düşündüm.
Gece yarısı rahatları bozulan kuzular ayak mı diriyordu? Yoksa ferasetleriyle diğerlerinden farklı olan Toklu ile Sürmeli bana bir haber ulaştırmak mı istiyordu?
Evlatlarımın, bazan kendilerine iş düştüğü için torunlarımın bütün itirazlarına rağmen küçükbaş hayvan alıyor, hatta onların üremelerini sağlıyordum. Çünkü onlarla vakit geçirmek hoşuma gidiyor, adeta beni yaşama bağlıyordu. Koyunlarımı da yitirdiğim takdirde, ben o zaman ne yapardım?
Yürüdüm, duvar diplerinde yalanan, yıkıntılarda bağrışan birkaç kedi beni görüp kaçıştı.
Bir zamanlar dibek olarak kullanılmış, şimdi ise üstüne bir mahalle fırını yapılmış mevkie kadar vardım, koyunlarımı dikkatle dinledim. Yeterli olmadı, biraz daha yolu adımlayınca çöp dökülen yerdeydim. Buradan sonra ev yoktu, bostan ekili tarlalar, dikili bahçeler başlıyordu.
Yazın kurumayan derenin iç ferahlatan şırıldamasını, mezarlığın altlarında cilveleşen tilkilerin haykırışını duydum.
Koyunları çiftlikten çıkarmışlar, yaylaya götürmek için köyün karşısına denk gelen kestirme yoldan geçirmeye niyetlenmişlerdi ama batıya gitmeyerek büyük bir hesap hatası yapmışlardı, işte velinimetlerimin yardım çağrısı beni hareketlendirmişti.
Derken birinin tok, savruk adımlarının yaklaştığını duyumsadım. Yukarı taraftan, otuzlu yaşlarda bir genç geldi, beni çöplüğün başında boylu boyunca görünce koskoca adamın “Anne! Burada ak bir şey var!” diye bağırdığını işittim, hiç oralı olmadım.
Geri kaçan genç, az sonra tekrar göründü, çünkü evine geçeceği, buradan başka bir yer yoktu.
Yanıma yaklaşırken, “Ahmet Hamdi amca sen misin, burada ne arıyorsun?” diye kekeledi.
Beyaz pijamalarımla, çay posası, gazoz kapağı, naylon poşet, tahta, moloz ve kül yığınlarının arasında eğreti durduğumu o zaman anladım, aklım başıma geldi ama iş işten geçmişti.
Gelen kişi, “Ahmet Hamdi amca, ben Hacı Hoca’nın oğlu Behzat, beni tanımadın mı?” diye sordu, aklım koyunlarda ya, yine kulak asmadım.
“Kayın validem hasta da onu ziyaretten geliyorum, çok geç kaldım. Hay Allah benim ceza mı vermesin. Elim ayağım tutuldu, nasıl geçeceğim ben şimdi?”
Bozuntuya vermeyerek, duymamış gibi yaparak vaziyeti atlatmaya çalışıyordum. Fakat Hacı Hoca’nın Behzat ısrarcıydı, yerinde put gibi dikilerek bir daha seslendi.
“Ahmet Hamdi amca, sen hasta mısın? İstersen seni de bir doktora götürelim.”
“Oğlum, hasta insan burada mı gezer? Çek arabanı,” diye net bir yanıt verdim ona. Behzat, bildiği duaları yanlış okuyarak, kimi ayetlerin yerlerini değiştirerek hareketlendi, pat pat pat diye gürültü çıkararak, köyün içine yollandı.
Ben de beyaz pijamalı, kevkilmiş terlikli halime bakıp tebessüm ederek eve geldim, üzerime yaban kıyafetlerimi giydim, ayağıma çizmeleri çektikten sonra damda homurdanıp duran atıma atladım, dolunayın aydınlığında çiftliğe doğru yola çıktım.
Rahmetli babamdan kalma tabancamı da iyice kavrıyordum. Şimdi çiftliğe varacaktım, koyunların bir kısmını ite kaka götürenler tekrar ağıla geleceklerdi. Benim onları, malımın başından uzaklaştırmam ya da kıskıvrak yakalamam gerekecekti, onlar da boş değillerse aramızda bir çatışma çıkabilirdi.
Allah Allah, çiftliğin etrafında olağandışı bir durum, fersiz bir ışık, koyu gölge yoktu.
Atı uzakta bıraktım, arada incir ağaçlarının arkalarına saklanarak çiftlik evime yaklaştım. Hayal kırıklığına uğramıştım, çünkü koyunların geviş getirmelerini, güven dolu nefes alıp verişlerini yakından duydum.
Hayretler içerisinde, beraberimde getirdiğim el fenerinin yardımıyla koyunları tek tek saydım. Manevi evlatlarımın hepsi tamamdı, bu saatte beni karşılarında gördükleri için mutlu oldular.
Şaşkınlığın ve sevincin hücumu altında, evin önündeki eski karyolaya oturdum, elim ayağım boşanarak Sultanhisar’ın, Atça’nın, Yenipazar’ın ve uzak köylerin kımıldayan ışıklarını seyre daldım.
Bir yerlerde farklı kaderler vardı, hiç tanımadığım insanlar da ayrı hayatlar, kırılmalar, savrulmalar yaşıyorlardı.
Ben ne yapıyordum? İyice kafayı sıyırıyor muydum, yatağın içinde işittiğim çağrı tam da benim koyunlarımın sesi değil miydi, üstelik Toklu ile Sürmeli’nin yetiş diyen melemelerini bile ayırt etmemiş miydim?
Kendi avare ve vesveseli halime gülerek, rahmetli eşimin benim için söylediği alaylı sözleri hatırlayarak çiftlikte kaldım ve sabah koyunları yemledikten sonra atıma atlayıp köye geldim.
Aradan birkaç gün geçti, camiye giderken veya kahveden konak yavrusuna dönerken insanların bana kuşkuyla baktıklarını, sanki biraz mesafeli durduklarını fark ettim.
Bir anlam veremiyordum, çok da üstünde durmuyordum ama fazlasıyla merak ediyordum.
Bir akşam, kafası karışık torunlarımdan birisi beni ziyarete geldi.
Havadan sudan konuştuktan sonra, “Dede, geçen gece, cinlerin, şeytanların top oynadığı çöplükte, beyaz iç donları içinde bir adam görülmüş,” diyerek söze başladı. Lafları uzatarak ve hadisenin dehşetiyle palas pandıras anlatıyordu.
“Köy çöplüğünde bir adam göründüyse, ak pak elbiseler giyinmişse, üstelik aynı meçhul şahıs köyün başka köşelerinde de gezip dolaşıyorsa bundan bana ne?” diye sorup bir kahkaha attım.
Torunum, “İyi ama dede, beyazlar içinde çöplükte rastlanan ve küller arasında savrulan hayalet adam, aynı sana benziyormuş,” diyerek ağzındaki baklayı çıkarınca, “Ah, Hacı Hoca’nın oğlu Behzat, yaktın beni,” dedim içimden.
“Gırgır geçmeyi ve efsaneleştirmeyi seven insanlara, sayemde iyi malzeme çıktı desene.”