Bir zamanlar Buca’da işe giderken her sabah karşılaştığım biri vardı. Sokağın bembeyaz ilk sabah örtüsü sessizliği kalkmadan, çarşının pazarın yüzü açılmadan bir o vardı sokakta bir ben. Elbette, bir o ve bir ben kadar başka başka insanlar, başka başka sokaklarda; bir yığın işe giden…
Otobüs duraklarının bulunduğu ana caddeye varıncaya kadar, doğmakla doğmamak arasında kararsız, benimle birlikte mahcup yürüyen güneşin, ana caddeye varınca birden en tepedeki yerine kurulup, cömert ışıklarını saçtığını görünce anlardım bunu. Sular seller gibi ara sokaklardan akıp gelen işçileri görünce anlardım sadece ikimiz değiliz; bizden başkaları da var…
Saat altı diyelim bizim sokaktaki ıssızlık saatlerine… Belki de daha erken. Tek katlı yahut da iki katlı evlerin birer hapishane gibi duvarlarla birbirinden ayrıldığı bir tür labirentti Buca. Zaman orada okulluydu. Ütülü giysiler, bolca kurallar; duvarlar hayatın içeriğini de kategorize etmişti sanki… Belki de bu yüzden en güzel güneş ve en güzel doğa oradaydı. En mutlu hayvanlar… Doğmak ve ölmek de dâhil, tüm bu kurallara karşı toplu bir isyan!
Orada bir sokağın tek başına bir dünya olduğunu söyleyebilirdiniz çünkü hayatlar sokak, bahçe ya da ev duvarları ile öyle keskin ayrılıyorlardı ki birbirlerinden. Kiliselerin, okulların, kreşlerin, mezarlıkların, bahçelerin, parkların, düğün salonlarının, mesire yerlerinin, çok çok eskiden de üzüm bağlarının, incir bahçelerinin duvarlarıyla… Evler tek başına hayat olmakta güçlük çekiyor gibiydiler; kendilerini bu toplumsal hayatlara; kiliselerin, okulların, hastanelerin, parkların, kreşlerin hayatına bırakmış gibiydiler…
İşçi; bolca bolca işçi olunan, öğrenci olunan bir yerdi Buca. Sıcağı sıcak, soğuğu soğuk, denizel iklimden de uzaktı… İşte yukarda anlattığım ıssız amca da Buca’da bir işçiydi. Sabahın en erken işçisi. Her zaman yarı açık duran evinin kapısından yoksulluğunu görebilirdiniz. Bomboş bir ev. Pek görülecek şey yok; bir iki küçük minder, bir tabure, birkaç tabak, bir küçük tüp… Upuzun ince bir adamdı. Sarı boz bulanık, her an canını dişine takmaktan iyice sölpümüş derisiyle, gülse sanki canı acıyacakmış gibiydi… Bir deri bir kemik, öldü ölecek insanda bir acıma duygusu uyandırırken birden arı gibi vızır vızır çalışkanlığı ile hayranlık uyandırıyordu. Evinin önünü küçük bir çiçeklik haline getirmişti ve küçük saksılara diktiği çiçekleri satıyordu.
Her yıl tam öldü soldu sölpüdü, bir daha bundan bir şey olmaz, artık zor kendine gelir atayım derken, dirilen, hop, “yaşıyorum” diyen, alttan alttan gövdesine yaprak katan bu çiçeği ondan aldım. Buca’daki o amcadan. Yaprak Güzeli. Sadece yapraktan oluşuyor. Yaşamın da sadece gerçeklerden oluştuğu gibi. Acıdan, çok çalışmaktan, yoksulluktan, dayanmaktan, oluştuğu gibi… Yine de sızlanmamaktan yine de yılmamaktan, mücadeleye devam etmekten, umuttan ve sevinçten, yorgunluktan yüzün acısa da gülmekten, oluştuğu gibi…
Yaprağının üstündeki gövdeye yakın en içten gelen pembe; utangaç sevinç. Onun çevresindeki bordo; sabırdan ve dayanmaktan gelen bilgelik… En uçlardaki dantelli yeşil ise güzel gelecek, aydınlık, ve sonsuzluk demek. Çiçeğim hep yaşayacak. Hep büyümeye devam eder çiçeğim.