Ormanda geziyorum. Melankoli çiçeğini arıyorum. Doktorum, melankoli çiçeğini bulup, taç yapraklarını toplayıp, kurutup, kaynatıp içersen, ancak geçer… dedi melankolin…gezintim boyuncu sayısız çiçekle karşılaştım…sordum sarı çiçeğe sen melankolya çiçeği misin, yok dedi…ben ağlar açılırım taç yapraklarım döke döke…ben o değilim, az ilerde gelincik tarlası var oraya git…gittim diz boyu kırmızı diz boyu yeşil…dolaştım gün boyu, günü kızıla boyadım…ne adım kaldı ne soyadım konuşmadı hiç biri, konuşursak ölürüz dedi biri…uzandım…ağzıma değen sarkık gelin başlarından birini kopardım…önce yeşil kılıfını soydum, konuşmadı, patladı gelincik! Kat kat, zar zar taptaze birikinti ömür…gelincik kırmızısı döküldü avucuma ağzıma yüzüme…ince zar yapraklarını batmakta olan kızıl güneşe tuttum…içlerinde akan ışıkla sürüklendim…konuşmadı, konuşmadım…açılan taç yaprakları bir bir ters çevirip gelin kıza etek yaptım…çıplak gelin başını eğdi, süzüldü, tel tel savurdu saçını, dedi ama dünyanın en şehvet dolu anından olsa gerek, duymadım: “en ilkin aşktır melankoli, git adı aşk olan bir çiçek bul!”
Sonra uzun uzun baktım, bir çiçekle bir insanın ilişkisi nedir dedim koca sarı gözlü papatyaya…sustu. Oysa az önce dizkapaklarıma kadar bir ova boyu konuşmuştu benimle yürürken, anlamaya çalışırken kopardım. Sarı başı parmaklarımın arasında ezilirken düşündüm en çok, bir çiçekle bir insanın ilişkisi nedir, “sen aşk çiçeği misin?” söyledi ama duymadım, onu öldürdüğüm için çok kederliydim: “Güzelliğin ölüme en yakın durduğu yerde hemen bir çiçek biter, git şu korunun sonunda bir mezarlık var, oraya bak…”
En çok mezarlara bırakılan çiçekler ilgimi çekmişti…hiç koklanmayacak çiçekler insanı ister istemez bir yalnızlık duygusuna götürüyordu. Hüzünle mezarlığa baktım… Bir kaç küçük mezardan oluşan bu mezarlığı kim ziyaret etmiş olabilir diye merak ettim. Kırmızı karanfiller daha dalından yeni koparılmış gibiydiler… sıcacık mezar toprağının üstünde kan ter içindeydiler… Yaşayan çiçeklerle konuşamamışken, ölülerinin konuşacağını hiç sanmazdım ama yine de düşündüm…çoğu zaman sevdiklerimize buket buket demet demet kefenli tabutlu ölü çiçekler götürmüyor muyduk…ve onlar durmadan anlatıyorlardı sevgimizi…neden olmasın…kitapların arasında.. kurutulmuş çiçekler bile ne çok şey söylerdi zaman zaman insana…buraya ilk kez mezarda yatanı değil de mezara bırakılan çiçeği ziyarete gelmiş biri olarak kendime komik göründüm, birden gülmeye başladım…kahkahalarımın arasından yeterince duyamadığım bir ses, içinden açan bir çiçektir melankoli, gibi bir şey söyledi…önce sormadan söylemelerinin tuhaflığı ile sarsıldım, (acı çiçekleri bilgeleştirip onlara bir önsezi mi kazandırıyordu acaba…) sonra, söyledikleri şeyin çekiciliği ile…
İçinden açan çiçek ne demekti…görünmeyen mi? Görünmeyen bir çiçeği nasıl bulabilirdim…yoksa ayakları toprağa değmeyen bir çiçek mi…derken gözüme bir nilüfer ilişti…el kadar bir su birikintisinin içinde dünya kadar açmıştı…sevinçle eğilerek yanına yaklaştım…suda kendi aksimi gördüm. Yüzüm iyice bitkinleşmiş, kederden karamıştı. Birden eğilmek için yere dayadığım avuç içimde bir gıdıklanma hissettim; nilüferle konuşmak için eğildiğim su kenarında, avucumla bir nergisi ezmişim meğer…Narkisos’un iniltisini duydum…kaçtım ordan…yok artık emindim bulamayacaktım, sabahtan beri bir duygudan öbürüne girip çıkmıştım…renk değiştiren bir çiçek, olsa olsa bu halimle öyle bir çiçek derdime deva olabilirdi…(Aylak Adam sevgilisine soruyordu, neden hiç insan resmi yapmıyorsun diye…sevgilisi, insandaki her duygu bir renktir, diyordu…çiçeklerin böylesine çeşitlilikteki renklerini düşününce, neden duygularımızı çiçeklerle ifade ettiğimizi ve neden derdime deva tek şeyin bir çiçek olduğunu anlıyor gibiyim…) içinden açan çiçek, içine kaçan çiçek, içinde yatan…içinden açan çiçek ne demekti…Van Gogh’un kirli sarı günebakanları mı, babaannemin sabah sonuna kadar açıp akşamları içine kapanan açelyaları mıydı…ya kendine sarılan sarmaşık…yoksa bu bir ironi miydi…içinden açan demekle…her şeyi ortada olan…içi dışı bir mi demek istemişti…orkide mesala…ya evcil çiçekler…begonyalar, güller, aşkın gözyaşları, tavşan kulağı, küpe çiçeği…saksı sakinleri…içerde olanlar…yo hayır…hayır…ne yasemin ne hanımeli…dikkatlice baktığımızda bütün güzellikler gibi çiçekler de soluyor işte…içinden kokan çiçekler korosu soruyor işte…(neden dünyamızda çiçekler vardır ve neden kediler insanlara dik dik bakarlar…bir demet kedi bakışı yahut bir demet menekşe…) didiklediğim hiçbir şey söylemiyor bana kendini…ve yanıt veriyor açarak, bir sap papatya solo: yeterince sıkılırsan bir çiçek açarsın!