in

Jean Paul Sartre’ın, Albert Camus’nün Ölümü Üzerine Kaleme Aldığı Yazı

Albert Camus

Altı ay önce, dün bile, “Ne yapacak?” diye soruluyordu. Saygı duymak gereken karşıtlıklarla yaralanmış bir halde, geçici bir süre için sessizliği seçmişti. Ama, ağır ağır seçen ve seçtiğine bağlı kalan ender insanlardan olduğu için, sessizliğinin sonu beklenebilirdi. Bir gün konuşacaktı. Söyleyecekleri üzerinde tahminde bulunmak yürekliliğini bile göze alamayacaktık. Ama, hepimiz gibi, yeryüzü ile birlikte değiştiğini düşünüyorduk, varlığının canlı kalmasına yetiyordu bu.

Dargındık; dargınlık – hiç görüşmeyecek bile olsak, – bir şey değil; olsa olsa, içinde bulunduğumuz dar, küçük dünyada, birbirimizi gözden kaçırmadan ve birlikte yaşamak bir çeşit. Bu, onu düşünmeme, okuduğu bir kitap sayfası ya da gazete üzerindeki bakışını duymama ve kendi kendime “Ne diyor? Şu anda ne diyor?” dememe engel değildi.

Olaylara ve içinde bulunduğum ruhsal duruma göre, bazen çok sakıntılı, bazen çok acı olarak yargıladığım sessizliği; ısı ya da ışık gibi, her günün niteliğiydi, insancıldı. Kitaplarının – özellikle, belki en güzeli ve en az anlaşılanı olan Düşüş’ün tanıttığı düşüncelerinin, yanında, ya da karşısında olunuyor, ama her zaman onlarla birlikte yaşanıyordu. Kültürümüzün belirli bir serüveniydi bu; dönemleri ve sonucu bulunmaya çalışılan bir davranıştı.

Çağımızda ve tarih karşısında yapıttan Fransız edebiyatında belki de en ilginç olan uzun ahlâkçılar zincirinin günümüzdeki mirasçısını temsil ediyordu. İnatçı, dar ve saf, duygulu ve sert insancıllığı, çağımızın biçimsiz ve toplu olayları ile, sonucu şüpheli bir savaşa girmişti. Ama, bunun yanında da reddetmekteki inatçılığı ile, çağımızın ortasında, gerçekliğin altınlarına ve makyavelcilere karşı, ahlâkın varlığını savunuyordu..

Bir yıkılmaz deyimlenme, savunma olduğu söylenebilirdi. Ne değin az okunur, ne değin az düşünülürse düşünülsün, avucunda sıkı sıkıya sakladığı insancıl değerlerle karşı karşıya kalmıyordu: Siyasal davranış sorununu koyuyordu ortaya örneğin. Ya yanından kıvrılıp gitmek, ya da savaşa girişmek gerekiyordu, tek kelime ile, düşünce hayatını yapan gerilim için kaçınılmazdı. Son yıllarda, sessizliğinin bile olumlu bir yönü vardı; uyumsuzun bu Descartes’çısı, ahlâkın güvenli toprağını bırakıp uygulamanın sonucu belirsiz yollarına sürüklenmeyi reddediyordu. Farkediyorduk bunu; sessizliği seçtiği sorunların ne olduğunu da seziyorduk; çünkü ahlâk, yalnız başına ele alınırsa, hem devrim yapılmasını gerektirir, hem de suçlarlar onu.

Bekliyorduk; beklemek gerekti, bilmek gerekti: sonunda ne yapar, neye karar verirse versin Camus; kültür alanımızın belli başlı kuvvetlerinden biri olmakta, çağın ve Fransa’nın tarihini kendince temsile devam edecekti. Ama konuşsaydı, belki gittiği yolda öğrenecek ve anlayacaktık. Her şeyi yapmıştı – bütün bir eser – ve her zaman olduğu gibi, her şey ortada idi. Kendisi de söylüyordu: «Eserimi bundan sonra yapacağım». Bitti artık. Bu ölümün, kendine özge bir rezaleti var; insancıl olmayanın, insanlık düzenini ortadan kaldırması bu.

İnsanlık düzeni, bir düzensizliktir henüz; haksızdır, geçicidir, ölünür orada, açlıktan öldürülünür; ne var ki, insanlarca kurulmuştur, onlarca ayakta tutulmakta ve savaşı yapılmaktadır. Bu düzende Camus’nün yaşaması gerekti; ilerleyen bu adam, bizim sorunumuzu ortaya koyuyordu; kendisi de karşılığını arayan bir sorundu; bizler için, kendisi için, düzeni kuran ve reddeden insanlar için, uzun bir hayatin ortasında yaşıyordu; sessizlikten çıkması, karar vermesi ve sonuca bağlaması önemli idi. Yaşlanıp ölenler vardır; hep ertelenmiş olup, yaşantılarının anlamı, yaşantının anlamı değişmeden ölebilecekler vardır. Ama bizim gibi kararsız, şaşkın olanlar için, en iyilerimizin karanlık geçidin sonuna gelmeleri gerekir. Bir yapıtın nitelikleri ve tarihsel bir anın koşulları, çok ender olarak, bir yazarın yaşamasını bu kadar açıkça gerektirmiştir.

Camus’yü öldüren kazaya rezalettir diyorum; çünkü bu kaza, insancıl dünyada, en derin gerekliliklerimizin uyumsuzluğunu ortaya çıkarıyor. Camus, yirmi yaşında iken, ansızın kapıldığı, yaşantısını alt üst eden bir hastalıkla, uyumsuzu – insanın budalaca yokluğunu – buldu. Alıştı buna, dayanılmaz koşulunu düşündü ve kendisini kurtardı. Bu iyileşmiş hasta, beklenmeyen ve dışarıdan gelen bir ölümle çiğnendiğine göre, yalnız ilk yapıtlarının gerçeği söylediği zannedilebilir. Buna göre uyumsuzluk, ne kimsenin ona, ne de onun kimseye sorduğu sorudur; sessizlik bile denemeyecek, hiç bir şey olmayan bir sessizliktir.

Böyle olduğunu zannetmiyorum. İnsancıl olmayan, kendini belli eder etmez insanın bir bölümü olur. Durmuş her yaşantı, – bu değin genç bir adamınki bile olsa – hem kırılan bir plak, bütün bir hayattır. Bu ölümde, onu sevmiş olanlar için, dayanılmaz bir uyumsuzluk vardır. Gene de bu parçalanmış yapıtı, bütün bir yapıt olarak görmeyi öğrenmek gerekir. Camus’nün insancıllığında, kendisini ansızın alıp götüren ölüme karşı insancıl bir davranış bulunduğu, onurlu mutluluk araştırmasının, ölmenin insanlık dışı gerekliliğini içine aldığı ve zorunlulaştırdığı ölçüde, bu eserde ve bu eserden ayrılamayacak olan yaşantıda, gelecekteki ölümüne karşı varlığının her anını kuşatmak isteyen bir insanın, saf ve başarılı girişimini bulacağız.

Jean Paul Sartre

Çeviren: Yıldırım Keskin

Yazan Hidayet Marsilya

Dünyayı gezmek istediğim zamanlarda Google Earth imdadıma yetişir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Yarım Filmi Odağında Kadın Cinayetleri

François Truffaut, 400 Darbe