in ,

Yarım Filmi Odağında Kadın Cinayetleri

Filmin en büyük başarısı birçok kavramı çocuksu bir yalınlık içinde sorgulaması… “Öteki” kavramı üzerine düşünüyoruz; bir çocuğun ve zihinsel geriliği olan bir yetişkinin gözünden…

Her ikisinin de varoluşlarına saldırı var; Fidan, evlilik çağının geldiği düşünülecek kadar yetişkin sayılıyor, Salih, hem evlenme yaşı gelmiş bir yetişkin sayılıyor hem de zihinsel geriliğinden dolayı çocuk sayılıyor. Hiç fikirleri sorulmadan evlendirilip, birbirlerine aşık olduklarında da aşkı onlara layık görmemek bu saldırıyı, ikiyüzlülüğü ortaya saçıyor. (Özellikle Salih’i ele aldığımızda, ikiz kardeşin ve annenin davranışları düşünüldüğünde)

Öteki kim? Başka bir ırktan olan mı? Fakir olan mı? Zihinsel geriliği olan mı? Gelin mi? Diğer evlat mı? Kardeş mi? Elti mi? “Normal” dediklerimizin normallikleri dünyayı böyle alt üst olmuş bir yemek masası haline getiriyor olmasın… Normal dediklerimizin normal saymamız gereken sözleri, niyetleri yüzünden öfke krizleri patlıyor olmasın, öteki gördüklerimizin…

Film, küçük yaştaki evlilikler üzerine yapılan filmlerden, direkt bu konuya odaklanıp, bu konuyu ele almadığı için, daha güçlü ve gerçekçi bir atmosfer kurmayı başararak ayrılıyor. Kör göze parmak işlerden farklı olarak bu konuda başarılı.

Her şeyden öte film güzel bir arkadaşlık hikâyesi. Biri zihinsel geriliği olan, diğeri çocuk, iki kişi bir araya geldiklerinde çocuklukta buluşmuş oluyorlar…

Anne-erkek çocuk ilişkisi… Oğlunu paylaşamayan anne modeli; oğlunun yaşamını sınırlayan, giderek oğlunun, kendisinden daha çok sevdiği birinin olmasını kıskanan bir anne modeli pek de yabancısı olduğumuz bir anne modeli değil. Güçlü annelerin yarattığı güçsüz çocuk modelinin en uç örneği gibi…

Ege şivesinin yerli yerinde kullanımı film atmosferini doğallaştırmış. Pencereden fırlayan terlik tam da yaşamdakinin birebir karşılığı gibi yerli yerince kullanılmış.

Hikâye, İlyas Salman’ın zihinsel engelli bir karakteri canlandırdığı filmdeki ile neredeyse aynı olacak diye üzülürken, (ikiz kardeşinin davranışlarına bakarak) senarist, başka bir tarafa yönlendirmeyi başarmış teknenin başını… Bir bilinmeze. Aslında Salih’in tekneyi geri döndüremeyeceğini, kaybolduklarını fark ettiği için belki de bir intihar olan son sahne, filmin bütünü ile örtüşen bir son olmuş… Neye sürüklendiğini bilmeden, denizin ortasında, boşlukta yüzen teknenin içindeki küçük bir kız…

Filmde tüm olaylar görüntüler bir kabuksa bu kabuk tamamen soyulduktan sonra bir inci gibi ortada kalan şey sevgi… Yetişkinlerin, normallerin, belirlediği tüm kuralları, yaşam biçimlerini ayıkladıktan sonra geriye kalan şey, değerli olan; sevgi.  Salih ve Fidan simgesinde, İçine doğduğumuz koşullar yüzünden yaşama imkânı bulamadığımız sevgi…

Büyük gelinin küçük kızı kollaması kadın dayanışmasının güzel örneği. Özellikle kadınların oynadığı sahneler çok özenli ve gerçekle birebir örtüşür nitelikte. Yönetmenin kadın olmasının bir etkisi olduğu kesin. Ayrıntılı ve güzel. İlk sahnedeki köy yaşantısı içinde, toz toprak içindeki çoban Fidan’ın parlak saçlarının yarattığı uyumsuzluk dışında diğer sahneler böyle bir filmin doğal gerçekliği içinde…

Serhat Yiğit’in oyunculuğu muhteşem. Ece Tatay tam rolünün kişisi olmuş. Hülya Böcekcioğlu, Gözde Okur, Recep Yener, Ahmet Kaynak oldukça başarılı. Filmdeki tüm oyuncuların ve Egeli teyzelerin bütünlüğü besleyici bir doğallıkta oyunculukları.

Film ile düşündüğümüz başka bir şey de şu; salgınla birlikte, bizler de öyle yaşamaya başladığımız için bir ömür evlere kapanmış olan, sosyal hayatın içinde pek olmayan kişileri daha çok hisseder olduk. Üzerlerine bir etiket yapıştırıp öylece bırakıyor muyuz? Zihinsel engelli, psikiyatri hastası vs… Yoksa birlikte yaşıyor muyuz? İyileşmeleri, aşık olmaları, yaşamaya başlamaları bizi şaşırtır mı? Her iki taraf için de alışılmışın dışına çıkmak şaşırtıyor. Farkında olmadan aileler de hasta ya da engelli biriyle yaşarken bir yaşam biçimi kuruyorlar ve ondaki en küçük değişiklik herkesi sarsıyor. Gerçekten onun iyileşmesine, hayata dönmesine, bizim deyimimizle “normal” biri olmasına hazır mıyız? Yoksa eski köye yeni adet mi olur bu? Ne de olsa bir ömrü böyle geçirmişiz birlikte… Yoksa en baştan onu bizim dışımızda bir kimsenin seveceğine, koruyup kollayacağına ihtimal vermedik mi? Yoksa en baştan onu sevilmeye layık görmedik mi? Kendimizden hiç ayırmayarak? Bir nevi doğduğu koca adam olduğu halde onu dışardaki büyük hayata doğurmayarak…

Salih ve Fidan’ı film öyküsündeki ana karakterleri dışında bağımsız metaforik olarak düşünürsek, şu sonuçlara da çıkabiliriz; bu dünyadaki en zor şey kendi tercihinin olması. Kendi tercihin olduğu zaman yalnız kalmayı, hiç kimsenin himayesine ihtiyaç duymadan ayakta kalmayı göze alacaksın. Çünkü insanlar onay görmek isterler. Durmadan onay görmek ve onlara ne kadar iyi olduklarının söylenmesini… Kendi doğrularının, kendi düşüncelerinin… Eğer birinin sözünden çıkmayarak yaşıyorsanız gerçek yarımlık budur zaten. Film bu açıdan da çok güzel bir şeye parmak basıyor. Hep birilerinin doğruları içinde yaşarken kendi başımıza attığımız bir adım ölümümüz oluyor. Eğer bir intihar değilse, şımartılıp, korunup kollanan Salih filmdeki hali ile gerekli özen gösterildiğinde yüzmeyi öğrenebilecek potansiyele sahip. Onu ölümden kurtaracak olan yüzmeye…

Kimi zaman yarım, kimi zaman noksan denilir, “tam” olanlar dışındakilere… Tam olanlar;  karar vericiler, gelenek görenek, o ne der, bu ne der, aile, toplum, sevgi, kıskançlık, bizden sizden, zengin, fakir, hoşgörü, savaş, ahlak… Karıştırıp karıştırıp hayat yapanlar… Çocuk olmayanlar ve zihinsel ya da ruhsal bir engeli olmayanlar… Her şeyin herkesin kendi hayatını yaşayabileceği gerçek anlamdaki normale dönmesi için belki yapmamız gereken tek şey herkese söz hakkı vermek…

Erken yaşta, varoluşu hiçe sayılarak evlendirilen hayatı yarım bırakılan bir çocuk… Tıpkı savaş gibi insan eliyle zalimlik… Belki hayatın değiştirebileceğimiz kısımlarını şimdiden değiştirmeye başlasak, değiştiremeyeceğimiz acılar hiç olmayacak. Kimseyi üzmediğimiz için…  Hepimiz aynı kişiyiz çünkü. Doğuda doğduğu,  Batıda battığı için iki farklı güneş yok. Aynı güneş… Doğudan ya da batıdan… Bir zamanlar çocuk olan insanla, yaşlı insan aynı insan… Kadın ile erkek aynı insan.

Filmin başarısı, bazı şeyleri nasıl normal saymaya başladığımızı da kurduğu katmanlı yapı ile gözler önüne sermesi. Örneğin annenin, gelinin, oğluna yemek yedirmesini beklemesini, oğulun zihinsel geriliğinden dolayı yardıma ihtiyacı olabileceğini düşünerek normal sayıyoruz. Ama aynı zamanda bu sahnenin, biz normallere, alttan alta söylediği bir şey var: Buradaki adamın yardıma ihtiyacı var, peki ya her şeyin ayağına götürülmesini bekleyen “normal” dediğimiz gerçek hayattaki kendi suyunu içmekten aciz kocalar… Her işini karısının yapmasını bekleyen kocalar ve böyle davranınca da kayınvalideleri tarafından takdir edilen “gelin” ler, değil mi? Kendisi de bir zamanlar “gelin” olan kadın şimdi gelininden de aynı şeyi bekliyor. Oğluna hizmet etmesi…

Kadın cinayetlerinin arttığı şu günlerde bu film vesilesi ile düşünecek çok şey var. Bu filmde de gördüğümüz gibi kadınların kadın dünyasını daha iyi anladıkları ve anlattıkları kesin. Kadının küçük yaşta evlendirilmesinin de, kadının sözle ya da davranışla taciz edilmesinin de cinayet olduğunu bu filmde de gösterildiği gibi daha çok görmeye ihtiyacımız var. Birinin ölmesi son nokta. Her gün ölümü yaşayan, “ölsem de kurtulsam” diyen kadınlar var. Belki kadın ölümleri bu yüzden doğallaşıyordur. Kadın zaten o kerteye getirilmiş olduğu için…

Kadın cinayetlerinin önüne geçilebilir, evet… Bizler din, dil, ırk, cinsiyet, hastalık, engellilik, bölge, hangi alanda olursa olsun ötekileştirmeyi bırakırsak… Kadınlar birbirleri ile dayanışma içinde olursa… Ne yazık ki bunu pek göremiyoruz. İntikam, yarış, hesap, strateji, bir ders verme, kadının doğaya yakın doğal dünyasına yabancı olmasına rağmen, kadınlar arasında da özellikle ezilen kadınlar arasında birbirlerine karşı kullandıkları bir silahmış gibi yaygınlaşıyor. Esas suçludan hesap soramayan güçsüz hisseden kadınlar birbirleri ile uğraşıyorlar ve tam da buna sebep olan erkeklerin istediği bir düğümün içine düşüyorlar…

Kadın cinayetlerinin önüne geçilebilir, evet… Neyin ne olduğunun farkında olan kadın yönetmenler, geniş kitlelere ulaşabilecek daha çok film yaparlarsa…

Dikkat çekici bir konu da medyanın kadın cinayetlerinde kullandığı fotoğraflar… Bakan sanki “eee kadın da hak etmiş canım,” dedirtecek şekilde kadını en kötü, erkeği en iyi gösteren fotoğraflarla vermesi haberleri… İşte bu filmdeki kayınvalidenin zihniyetinden bir farkı yok böyle davranan habercilerin… Hep korunan bir oğul için herkes gizli bir birlik içine girmiştir sanki… Doğurma gücüne sahip olan kadın,  ne da olsa hiç yok olmayacakmış gibi… Öldürülse, öldürülse, öldürülse bile…

Ege ile Doğu’yu, zengin ile yoksulu, kadın ile erkeği, iki çocukta kucaklaştıran filmde emeği geçen herkese teşekkürler.

Yazan Tersla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Yanlış Bir Hayat Doğru Yaşanır Mı Ya da Parazit

Jean Paul Sartre’ın, Albert Camus’nün Ölümü Üzerine Kaleme Aldığı Yazı