Film, film boyunca adını neredeyse bir iki kez duyduğumuz Antoine Doinel üzerine. Daha doğrusu Antoine üzerinden tüm bir toplum üzerine… Antoine’nin hikâyesinin özelleştiği tek yerse ıslahevinde birine konuştuğu yer. Oraya kadar Antoine kötü aile şartları yüzünden, zeki ve çalışkan olmasına rağmen okulda tembel görülen, tüm okulu kıran, okuldan kaçan çocuklarla aynı kaderi yaşıyor. Islahevinde anlattığı kişiye bakıp konuştuğunda ilk kez, seyirci olarak bize de açılmış oluyor. Çünkü oraya kadar odağında olduğu hikâyesinin kuklası durumunda… Yürütücüsü, oyuncusu… Truffaut buraya kadar Bressonvari bir teknikle seyirciyi, oyuncu ile duygusal özdeşim kurdurmadan, bir oyuncu olarak, hikâyesinin içinde yaşayan, yaşayarak hikâyesini anlatan bir karakter olarak kuruyor. Mouchette gibi. Ama ıslahevinde kenara çekildiği zaman iç dünyasını görüyoruz. Son bakışının keskinliği, gücü de bu yüzden. Yaşamına tanık olduğunuz biri yabancıdır. Toplumdan biridir. Sınıfınızdan biri gibi. Size hikâyesini anlattığında, içini döktüğünde artık onu tanıyorsunuzdur. Son bakış sanki şunu söyler; “e hikâyesine tanık olduğunuz, gerçeğini öğrendiğiniz, artık yabancınız olmayan bu kişi için ne yapacaksınız? Toplum henüz hikâyesini dinlemediğiniz böyle yabancı çocuklarla dolu. Onun yaşamına tanık oldunuz. O size hikâyesini anlattı. Artık ondan sorumlusunuz.” Filmin en büyük başarısı bu bence. Karakterle yakınlaşmayı, epey mesafelerden sonra bir anda hayatı durdurup bir fotoğraf çeker gibi yapmış olması… Giden bir trenin içinden bir an dışarı bakmak gibi çocuğu rolünden çıkarabilmeyi başarmış yönetmen. Bu yüzden filmi izlerken kareler topladım. Filmin en son sahnesinde çocuğun ıslahevinden denize doğru kaçarken bir an durup kameraya baktığı karedeki yüzü sanki bir yakalanma anının yüzü gibi. Herkese… Filmin içindekilere, çekim ekibine ve seyirciler olarak bizlere yakalanma anı… Tüm rollerden soyunmuş, kendine ait bakışlara sahip.
Öğretmenin beden dersinde öğrencileri şehirde koşturuşunu ve arka kuyruktakilerin kaçışlarını tepeden gördüğümüz kareler…
Islahevi yemekhanesinin camından görünen kuyruktakiler…
Çocuğun evin çöpünü boşaltırken merdiven altındaki halini gösteren kareler…
Tiyatro sahnesi. Sahneyi pürdikkat izleyen miniklerin yüzleri… Tam da filmi izleyen bizler gibi. Bu teknik bir kapsayıcılık durumu yaratmış burada. Sinema tiyatroyu kapsıyor, hayat sinemayı… Tüm film boyunca yüzlerinde tek bir duygu, tek bir yaşam emaresi görmediğimiz yetişkinlerin yüzlerinden farklı olarak hayat dolular. İnsan olmaya çıkacaklar bu küçük hayat sahnesinden… Merak içinde, anlamaya çalışan, pür dikkat sahnede olup bitenlere bakan çocukların yüzleri… Sahnedeki her hareketle bütünleşmiş yürekler… Aile, eğitim, toplum… Filmin ortasında yer verdiği bu sahne ile hayatın sularına karıştıkça kaybolmuş olan ifadeleri, bir ağıt gibi hatırlatıyor yönetmen. Bir zamanlar her biri biricik olan, kendine ait bakışları olan insanlarken, aile, okul, toplum… Hayata sürüldükçe duygusuzlaşan, hissizleşen yetişkinlere dönüşüyorlar.
Sahnede izledikleri ne? Büyükanne ve kurt masalı. Bir kötü hep var. Kötü yeniliyor ve evet çocuklar mutlu son… Kötüyü yenmek için önce onu yaratmak gerekiyor. Dış dünyanın küçük bir metaforu… Korkuya hazırlanan çocuklar… Sanki o tiyatro sahnesinde kenarda oturan Doinel ve arkadaşının seyirci için yaratıcı bir bakışı var. Filmin neredeyse en aklı başında, en olgun iki kişisi olarak, sanki yönetmen koltuğunda oturmuşlar da oluşmakta olan film üzerine konuşuyorlar… Filmin içindeki tiyatro, filme bir dış göz sağlamış. Sanki oradaki iki arkadaş, toplumu seyreden yönetmenler… Aynı zamanda ait olduklarını hissettikleri yerdeler. Henüz kötü eğitimle, aile ile toplumla kirlenmemiş, kendilerinin yaşça büyük, bir nevi önder oldukları çocuk seyircilerin arasındalar…
Küçücük bir evde ona sunulan yaşamın gereklerini yerine getirerek, hatta onun yaşına göre biraz da ağır yaşam şartlarında yaşayan bir lise öğrencisi… Eğer çocuk aile içinde eğreti duruyorsa anne babaya bakmalı. Toplumun düzenli masa örtüsünde İstenmeyen çocuk her yerde potluk yapıyor.
Derin bir ruhu olduğunu Balzac’a duyduğu sevgiden anlıyoruz. Çabasını, öğrenme merakını büyükannesinin ona hediye ettiği kitabı okumayı çok istediği halde annesi sattığı için okuyamadığını anlatırken görüyoruz. Ödevlerini yaşam şartları içinde yetiştirmeye çalışıyor. Herkesi aynı yapmaya çalışan bir eğitim sistemi en baştan herkesin farklı yaşamlarını hiçe saymış demektir. Herkesin şartlarını aynı kabul eder, en baştan herkesi aynı yapmaya çalışan eğitim. Ama gerçek hayat öyle değil. Zengini, yoksulu, anlayışlı sevgi dolu bir ailesi olanı, onunla hiç ilgilenmeyen bir ailesi olanı… Annesiz babasız olanı… Liste uzar gider. Çocuğu kendi şartları içinde değerlendirmek, çabasını anlanmasına yardım eder.
Suçlu olmadığı halde en başta annesi tarafından suçlanan bir çocuk… Annesinin, babasının, okulun, dışladığı bir çocuğa meydanlar kalıyor. Yasalar sizi kovuyorsa, yasanın dışı kalıyor…
Yaşamda fırsat eşitliği sağlanmamış çocuklar eğitimde fırsat eşitliği sağlandığında bireysel farklılıkları ile kendilerini gerçekleştirebilecekleri meslekler bulabilirler. Ama lüks okul, özel okul, sade okul, yoksul okul… Benzeri çeşitli ayrımlar birbirine değmeden büyüyüp hayata karışacak akranlar yaratıyor. Toplumdaki gizli sınıf, aslında eğitim sisteminin yarattığı bu arızalı kırık eşikle oluşuyor.
Herhangi bir hastalığa yakalanmadan yaşaması mümkün mü bütün kapılar yüzüne kapananının?
“Suçlu”, “başarısız” “hasta” diye damgaladığımız herkes üzerine düşünmemizi sağlıyor film. Başarılılar… Normaller, hırslı ve çalışkanlar… Peki ya geride kalanlar?
Okuldaki kavramlar bizleri hayatımız boyunca etkiler. Hep beraber yapılan bir suçun cezasını tek başına çekmek, günah keçisi olmak… Çalışkan-tembel, başarılı başarısız, zıtlıkları üzerinden büyüyen çocuk için ikili bir dünya vardır siyah beyazdan oluşan. Ara renkleri görmez. Göremez. Başarısız, tembel, her an yerine yeni birisi konacak kişidir. Sınıfta başarısız olanın üstünün çizildiğini gören, büyüdüğünde, hayatta da bu ilişki biçimine alışır. Nedenlerini düşünüp anlamaya çalışmaya üşenilir… İnsanı siyah-beyaza kilitleyen, ara renkleri yok sayan bu eğitim biçimi sevgisiz bir toplum yaratır. Başarısız olanın nasıl yok olduğunu gören yok olmamak için rekabete, yarışa, hırsa girişir. İşte temel sanat eğitimi çocuğa siyah ile beyaz dışında bir kapı açar. Resmin, müziğin, hareketin temelinde çocuk kendi iç dünyasını var edebileceği koşulları araştırır. Geleceğini oluşturma imkânını görür. Bu filmde, sokaklara itilen çocuk bize bunu gösterir.