in ,

Xavier Dolan’dan Bir Süreç Filmi: Laurence Anyways

Together - Suzanne ClŽment (on left) stars asÊFrŽdŽriqueÊandÊMelvil Poupaud (on right) stars as Laurence in Xavier Dolan'sÊLaurence Anyways.

“Kahverengi.. Aseksüel bir renk. Oh. Benim kahverengi bermudamdan her zaman nefret ettin. Hayır, hayır bu doğru değil, severim onu.” 

“Sana bir şey söylemem lazım. Bunu daha fazla kaldıramıyorum. Beni öldürüyor. Eğer sana söylemezsem öleceğim, ben öleceğim!” 

Başrollerini Melvil Poupaud ve Susanne Clement’in paylaştığı Laurence Anyway filmi hüzünlü bir aşk hikayesi daha bırakıyor dimağlarımıza. Filmde cinsiyet değiştirmeye karar veren bir adam ve onunla on yıldır birlikte olan bir kadının ilişkilerini, Xavier Dolan kendine has üslubuyla aşk teması üzerine rengarenk fırça darbeleri savurarak aktarıyor izleyiciye. Aşkın cinsiyetsizliğini tünelin ucundaki ışık gibi gösterse de o ışığa doğru umutla yürüyen izleyicinin hayalleriyle oynamaktan da geri durmuyor Dolan. Kalakalıyoruz. Kadın gibi yaşamayı, öyle giyinmeyi tercih eden bir adam on yıldır birlikte olduğu kadına hala aşıksa, dünya bu duyguyla kolayca baş edilebilecek bir yer olabilir mi? Film bu soru etrafında dolaştırıp duruyor izleyiciyi.

Hayatım gerçek değil. Hiç benim sütyenimi denedin mi? Ben kimseyi öldürmedim..” Filmde bu türden oldukça fazla diyalog var, evet bu diyaloglar oldukça can yakıcı fakat aynı zamanda filme de ruhunu veriyorlar. Laurence’in bir ders esnasında kız öğrencilerinin tümünün saçlarıyla oynadığını gözlemlemesi ve sonra ataç taktığı tırnaklarıyla kendi saçlarını okşaması, bedenine sığdıramadığı duygularıyla yüzleşmesi ve kendini keşfetmesi açısından oldukça yoğun anlamlar taşıyan etkileyici bir sahne olarak karşımıza çıkıyor. Benzer ve etkileyici bir başka sahnedeyse; Laurence, kuaförde kafalarına sarılı bigudilerle dışarıdaki yağmuru izleyen kadınları farkettiğinde artık kararını veriyor ve yepyeni bir yola giriyor.

Laurence’in kadın kıyafetleri giydikten sonraki duruşu da bu tarz filmlerde görmeye alışık olmadığımız türden. Ne de olsa bu bir süreç öyle değil mi? Etek giyince şıp diye yüklenmiyor bünyeye kadınlık. Bu süreci film zamanı olarak oldukça iyi yansıtarak Laurence’in dönüşümünün gerçekliğini izleyiciye başarıyla aktarıyor Dolan. Laurence etek-ceketini giyiyor, makyajını yapıyor ve duruyor. Bir tepki bekliyor. Yeni görüntüsüyle sınıfa ilk girdiğinde yaşanan uzun süreli sessizlikle ekrana kilitleniyorsunuz. Bir tepki, bir kikirdeme, fısıltılar, ya da küçümseyen bir bakış bekliyorsunuz.. İşte tam o anda en ön sıradan bir öğrenci parmak kaldırıyor ve geçen derste kaldıkları yerle ilgili bir şey soruyor. Bu sahneyle müthiş bir rahatlama yaşıyoruz biz de seyirciler olarak. Özlediğimiz davranış stilini bir filmde görmek, bir anlığına da olsa bize, bizim dünyamızda da gerçekmiş hissini yaşatıyor. Korktuğun tepkilerden azade edilmek, üzerinde baskı yapan bin türlü toplumsal tırıvırının, derste nerede kaldıklarını sormak için için havaya kalkan bir parmak hareketiyle patlayan bir balon gibi sönüvermesi.. Yatak odalarındaki Mona Lisa tablosunun yanına yazdıkları gibi: Liberte!

Özgür olmak hiçbir zaman kolay olmadı. Laurence de işinden oluyor  “Amerikan Psikoloji Derneği tarafından basılan DSM’nin son sayısında transeksüellik psikolojik bir hastalık olarak listelenmiş durumda.” diyor çalıştığı okulun yetkilisi. “Seni çocuğumdan çok seviyorum” diyen Fred, Laurence’in tercihini kabullenemiyor (hatta suçluyor) ve terkediyor onu. Dövüşmüş ve dağılmış bir vaziyette yoldan geçen ‘beyefendi’ lerden telefon için bir çeyreklik rica ederken bir ses duyuyor: “Telefon etmek ister misin canım?” başını sese doğru çevirdiğinde kendisi gibi ‘biri’ ile karşılaşıyor. Bu da bir diğer ferahlama anı, bir diğer çıkış kapısı Laurence için: Baby Rose.

Bazen yazarak, bazen ağlayıp kendisini annesinin kollarına atmak isteyerek, bazen aşık olduğu kadını özleyerek yoluna devam eden  Laurence, asla seçimlerinden dolayı pişmanlık duymuyor. Yalnızlaştıkça pişiyor tabiri caizse.

Ayrılıklarından yıllar sonra Fred’e bir mektup geliyor. Laurence Alba’nın ilk şiir kitabı var mektupta. Salonun orta yerinde oturuveriyor Fred, kitabı açıyor hızlıca ve okuyor…

Mevsimler ağaçlardan düşüyor,
sırtı huzurlu şeftali teninde uyuyor,
umudun olmadığı bir evde yaşıyor,
geçmişimiz beyaz tuğlalı evinde küçük bir hayvan gibi uyuyor,
birisi tuğlayı pembeye boyamış,
sıkıntıya bir iyilik yaptığını
düşünerek…

Fred şiiri okumayı bitirdiğinde bir anda başından aşağı sağanak yağmur boşalıyor.Daha etkileyici bir sahne düşünemiyorum. “İçindeki yangına su” demiş yağdırmış Dolan.

Seçtiği isimler üzerinden de algılarımızla oynamaya çalışıyor gibi Dolan. Laurence zarif bir kadın ismi gibiyken, Fred tok bir erkek ismi gibi geliyor kulaklara. Tabii ki de konu Laurence gibi birinin hayatıyken, onun hayatına orta yerinden girdiğimiz bir filmi, yönetmenin bize muhteşem bir düzen içinde vermesi düşünülemezdi. Ardarda gelen flash-backler, yönetmenin kendine has slow motion kullanımı, müzikleri, kostüm ve renk seçimleri, gerçeklikten kopuk sahnelerin duygu akratımındaki çarpıcı etkisi, alabora olmuş bir teknede duvardan duvara çarpıyormuş hissi yarattı bende ve ben yine de 169 dakika boyunca o teknede olmaktan pişman olduğumu söyleyemeyeceğim.

“Artık gerçeği yaşıyorum, sadece gerçeği, bir kadının hayatının ikinci kısmını..” 

“Eğer sevdiğimiz kişiler bizden çalınmışsa, onları yaşatmanın yolu sevmeyi bırakmamaktır. Binalar yanar, insanlar ölür, ama gerçek sevgi sonsuza kadar sürer.” (The Crow)

On the health that’s regained

On the perils of old days

On the hope with no past

I’m writing your name

Yazan Gülsüm Güller

Müteharrik ve tıraşsız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Depeche Mode I Kara Liste 10

Bengalli Öncü Müslüman Feminist: Begum Rokeya