Zaman donmuş, lavabom tıkanmış ve canım biraz sıkkındı. Başıma tuhaf bir şeyler gelsin diye dışarı çıkmaya karar verdim. Böylece bazıları uzun, bazıları kısa süren ve akıp giden milyonlarca değersiz şimdiye, sonsuzlukta asılı kalacak yeni bir şimdi ekleyebilir, o belirsiz şimdinin hayatımda bir şeyler değiştirme ihtimaline bir şans tanıyabilirdim. Kösperdilimi aldığımdan emin olduktan sonra kapıyı açtım, karşımda elinde bir tabak tulumba tatlısıyla duran kapıcı vardı.
“Sekiz numaradaki ihtiyar teyze zehir içmiş, öldü birkaç gün önce.” Dedi.
Tatlılardan birini ağzıma attım ve kendimi akşamüstü dışarılarına vurdum. Köpek Uçuran Caddesi’nden -bu caddede bir köpeğe aşırı hızla seyreden bir mersedesin çarptığını görmüştüm- yukarı doğru yürürken caddenin adını Gecikmiş İntiharlar olarak değiştirmeye karar verdim. Teyzenin aziz hatıraları bu caddede yaşayadursundu. Caddeleri veya sokakları yeniden yeniden adlandırmayı severdim.
Yeni adıyla gözüme daha gizemli görünen caddede yokuşa doğru verdim kendimi. Kötü bir dönem geçiriyordum. Önce şarkıcı, sonra astrolog olma girişimlerim boşa çıkmış, hevesle sarıldığım mitoloji çalışmalarımı bırakmış ve son filmim hiç içime sinmemişti. Ayrıca balkonda baktığım kedi soğuktan donmuş ve yine paralar suyunu çekmişti. Özellikle de paralar suyunu çekmişti. Öyle böyle değil…
Adımlarımı hızlandırdıkça, düşünceler çevik bir köstebek gibi zihnimdeki deliklerden birinden giriyor diğerinden çıkı çıkıveriyordu. Sonra aniden paçalarımdan bir şeyin beni çekiştirip durduğunu fark ettim. Sinirli bir teriyer sinsice yaklaşmış ve dişlerini pantolonuma geçirmişti. Tasmasını tutan ellilerindeki fıstık, muhtemelen bir yandan benden özür falan diliyor diğer yandan öfkeli pamuğu azarlıyordu. Kulaklıkla son ses müzik dinlediğim için kadını duyamıyordum. İşte tuhaf bir şey hem de çok çabuk oluverdi diye geçirdim içimden. Absürd bir sessiz filmin içine fırlatılıvermiştim. Tüylü yer cücesine yüzüme çok kızgın bir ifade yerleştirerek baktım, moral üstünlüğü elde etmek için bakışlarına artık ne alakaysa mağdur bir ifade yerleştirmiş ve buna rağmen yine de paçalarımı çekiştirmeyi bir kenara bırakmamıştı. Giyilebilir son pantolonumu yırtmaya yemin etmiş gibiydi. Bacaklarımı var gücüyle sallayıp ondan kurtuldum. Son birkaç aydır konuşmayı tümden bırakmamış ve teriyer dolaştırandan parfümlü kedi toprağı kokusu almamış olsam köpeğe tüm gücümle ‘nö van ja’ diye bağırabilirdim. Nö van ja yeni geliştirmekte olduğum dilde bu sen değilsin anlamına geliyordu. Aşırı hırçınlık minik köpeklere hiç yakışmıyordu.
Evet yeni bir dil geliştiriyordum. Bir gün aniden konuşmayı bırakmaya karar vermiştim. Sanki söylemem gereken her şeyi tekrar tekrar ve tekrar söylemiş, söyleyecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Kendimden bıkıp usanmış, zihnimden, bilincime anlam katan dili yani türkçeyi kazıyıp atmaya karar vermiştim. Böylece belki, ilerideki benzinlikte mola verelim mi derkenki yüz ifadesini ya da daha dürüst olayım sarhoş olup olup onu üzdüğüm binlerce rezil şeyi unutabilirdim. Vicdanım paçalarıma yapışmış teriyer gibiydi ama nö ves be j. (O ben değildim. J geçmişte olup bitmiş eylemler için cümlenin sonuna koyulmalıydı.)
Tutkuya dönüşmek üzere olan bu yeni dil geliştirme hevesi, aynada gülümseme alıştırmaları yaparken birdenbire ortaya çıkmıştı. Nö van ja putz uda deyivermiştim kendime. Aynadan yansıyan sen değilsin demekti. Sonra nesneleri yavaş yavaş isimlendirmeye karar verdim. Bulduğum ilk kelime ‘kösperdil’ oldu, anahtar anlamına geliyordu. Dili oldukça basit tutmaya karar vermiştim. Bitmek bilmeyen şeyler için, örneğin günlerce yağıp duran bir yağmur için ‘kuk tajj’ kalıbını kullanıyordum, bu köpek yağmurları anlamına geliyordu. J sondaki kelimeye eklenirse çoğul anlamı katıyordu. Köpeksi yalnızlık demek için, “kuki berj”, köpeğin düşünceleri içinse “kukin taya” ifadelerini bulmuştum. Şimdilik işe yarıyordu. Kuşkusuz, ‘tavuk haşlamak için yeterince sakin bir gün değil’ gibi kompleks ifadeler söz konusu olduğunda dil çalışmıyordu; o henüz emekleme aşamasındaydı.
Son dönemlerde espri anlayışım oldukça yavanlaşıp farklılaşmıştı. Özellikle ev işleri yaparken biraz eğlenebilmek için kendime sorular sorup olabildiğince hızlı cevaplar vermeye çalışıyordum.
“41?”
“Kırkı da bir.”
“Tavuk?”
“Ta ve uk.!”
“Cüce?”
“Cüllenmiş c”
Böyle devam edip giden oyun, her seferinde şaşmaz bir şekilde onun adına çarpıp çarpıp duruyordu. Keşke o vapur iskelesinde cep cinimi denize boşaltmasaydın diyordum, keşke o cini almasaydım, keşke beni hiç tanımamış olsaydın ya da tanışmak kaçınılmaz kaderimizse, tanıştıktan kısa bir süre sonra ölseydim de, iyi hatırlanma ihtimalim tümüyle ortadan kalkmasaydı diye sayıklıyordum.
Ya da komutçuluk oynuyordum. Bu beynimi boşaltmama ve düşünmemi geçici olarak durdurmaya yarayan basit bir oyundu. Özellikle bulaşık yıkarken işime yarıyordu. Mesela:
“Şimdi sürahiyi yıkamaya başla”
“Sürahi yıkanmaya başlandı.”
“Durum?”
“Diplere ulaşmaya çalışılıyor ama el sığmıyor”
“Dipleri boşver.”
“Dipler boşverildi.” Gibi.
Dip demişken, bazen ne kadar dipte olduğumu anlamak için kendimi başkalarıyla kıyaslıyordum. Kendime biraz toleranslı davranmak adına, “bak hâlâ çiğ yenecek şeyleri çiğ, pişirilerek yenilecek şeyleri pişirerek yiyorsun moralini çok bozma” diyerek yalandan da olsa gönlümü alıyordum.
Tuhaf tekerlemeler söyleyip evin içinde dolaşıp durmaktan sıkıldığımda, yeni diktiğim çiçeğin boy atıp atmadığını kim bilir kaçıncı kez kontrol ediyor, bıdığın saklandığı yerleri sanki avcumun içi gibi bilmiyormuşcasına yeniden tahmin etmeye çalışıyor ve onu yalancıktan arayarak biraz daha zaman geçirmeye çalışıyordum. Sonunda genellikle ve aniden bastıran uykuya teslim olup hava kararınca uyanıyordum. Hayatım ne kadar yavan ve sıkıcıysa, rüyalarım da o denli parlak ve dehşetliydi.
Ayrıca evet zaman geçirmeye çalışıyordum ama asıl isteğim zamanı biraz da olsa yavaşlatabilmekti. Bu yüzden dahice olacağını düşündüğüm bir çözüm buldum: Gidip saçlarımı kazıttım. Kabak kafa olmak bana yakışmayacağı için saçlarımın uzamasını ümitsizce bekleyecek ve saçlarımın uzaması birkaç ayı bulacağı için bu boğucu kış günlerini bitmek tükenmek bilmez kılacaktım. İşe neredeyse hiç yaramadı, günler günleri, haftalar haftaları yutmaya devam ediyordu. Buhranımı aşmak için yaptığım listeleri evin şurasında burasında üzerine kahve dökülmüş ya da tükürülüp sigara söndürülmüş bir halde buluyor, traş olurken kazayla kestiğim parmağımın iyileşme hızından zamanın akış hızını ölçmeye çalışıyordum. Kesik buharlaşıp kabuğa dönüşmüş, sakallarımsa çoktan uzamış oluyordu.
Olanca hacıyatmazlığımla bilincimi bir labirente dönüştürmüştüm, ne olursa olsun asla kontrolümü kaybetmiyordum. Sınırlarını daralttıkça daralttığım ve gün geçtikçe katılaştırdığım yalnızlığım beni delirtmiyor aksine ayıltıyordu. Kimseyi özlemiyor, neredeyse hiçbir şeye ihtiyaç duymuyordum. Nihayet bir roman karakterini andırmaya başladığım için ara ara kendimle gurur duyduğum bile oluyordu.
Arzuları tatmin etmek, arzu nesnesini bir süre ihtiyaç dışı kılmaktan başka bir işe yaramıyordu. Votka camekanlarının önünden geçerken Gautama haklıydı diye fısıldadım. Akşam gezintisi sona eriyordu, maymunlar, dilimlenmiş balkabağı almak, Çin’den gelen ucuz pijamaların orasını burasını çekiştirmek, kornalara basmak, karşılara geçmekle meşgullerdi. Her zamanki bu şeyler, dışarıdan mantıksız görünen bu rutin açıkçası içimi rahatlatıyordu.
Nihayet Bim’e ulaştığımda ucuz kurabiye ve soda satın aldım. Kasiyer fiyatı söyledi, ben de temassız dedim. Son birkaç aydır ağzımdan çıkan tek kelime buydu.
Piu vak kuk tajj, baj mi baj natur z.
(Köpek yağmurları dindiğinde, ben yeniden ben olacağım. Z gelecek zaman belirtmek için kullanılmalıydı.)
Aynı zaman diliminde,aynı evrende birileri başka insanları öldürmek için savaş kararı alırken,bazıları insanlığı kurtarmak ve yaşatmak için gecesini gündüzüne katmış çalışıyor.kimi aç kalmamak kimi daha çok harcamak için çalışıyor.kimi film çekiyor,kimi film izliyor.Kimide yiyor içiyor uyuyor.Dünya yansa umurunda değil.HER ŞEYE RAĞMEN YAŞAMAK ÇOK GÜZEL.
bu yazıyı bir geri zekalı yazmış olmalı