Yazarların çoğu takıntılı mıdır? Yazı derine inme, geliştirme, didikleme, sonra yine başa dönüp yaptıklarına bakma ile ilgili. Unutmamak için durmadan notlar alırız. Kelimelere tutunur, onlara düşler, düşünceler duygular dolarız yazarken… Yazmak yapıcı bir eylem. Anaç. Yerinde tutmak isteyen, kucaklayan, korumak isteyen. Savrulup gitmesinden korkarız düşüncelerimizin… Tam da motoru çalıştırmışken, harekete hazırken… Bu yüzden yazmak en önce bir kavrama işi. Ancak bu kavrama tıpkı bebek elinin bir şeyi kavraması gibi güçlü zihinsel bir kavramadır. İşte takıntıya sebep olan da bu tutmanın büyüklüğü. Doğuran bir kadın gibi lohusa bir kadın gibi yapıt bizden çıksa doğsa ayrılsa bile bir müddet ayrılık anksiyetesi yaşarız içimizde… Eşi hala içimizdedir yazının… İşte takıntı son anda bırakmamak için elimizden geleni yaptığımız ama içimizde kalsa da bizi zehirleyecek olan bu plasenta gibidir. Beyin plasentası. Sanırım bir yazarın takıntılı bir ruh haline sahip olması böyle açıklanabilir.
Bir tamircinin bütün parçaları gözünün önünde elinin altında tutması gibi bütüne duyduğu ihtiyaçtan… Kimsenin dikkat etmeyeceği her şeyi önemseriz. Hayatla ilgili olan her şey yazıyla ilgilidir. Yazmak yapıcı bir eylemdir. Hareket eden her şeyin arkasından koşan kedi gibi her an değişimin içinde kalacak bir şeyleri tutmak, bırakmamak isteriz; bir iz bırakmak için…
Yazmak için bir şeyin ilgimizi çekmesi lazım. Kafaya takmamız lazım… Takıntı belki de buradan başlıyor. Yazı bittiği halde geçmeyen ruh hali. Balon uçtuğu halde, elma şekeri bittiği halde sapını tutmaya devam eden dalgın bir çocuk gibi… Dalgınlık işte burada sihirli bir sözcük… Göçüp giden kaybolan arttıkça takıntı artıyor… Bir tür ödünleme olarak… Unutma arttıkça… Yazı unutmaz.