Samuel Beckett denince çoğumuzun aklına 20. yüzyıl yazın dünyasına bir bomba gibi düşen absürd ve karanlık tiyatro oyunu Godot’yu Beklerken gelir. Belki bazılarımız onun James Joyce’un yakın dostlarından biri olduğunu, romanlar yazdığını, nazilere karşı silahlı direnişe katıldığını, 1969’da Nobel Edebiyat Ödülü kazandığını bilir ancak pek azımız onun asıl ve dindirilemez tutkusunun sinema olduğundan haberdardır. Öyle ki Beckett; 1936’da henüz 30 yaşındayken, dünya sinema tarihinin seyrini değiştiren, Sovyet sinema ekolünün büyük ustaları Sergei Eisenstein ve Vsevolod Pudovkin’e bir mektup yazarak, onlarla birlikte çalışmak ve sinemayı onların yanında çıraklık yaparak öğrenmek istediğini belirtir. Çeşitli sebeplerle gerçekleşemeyen bu buluşma girişiminden birkaç yıl sonra, dünyayı alt üst eden 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı patlar ve Avrupa’nın tüm aydınlarının hayatı kökten sarsılır. Beckett’in tekrar sinema yapmayı gündemine alması için 1964’e kadar beklemesi gerekir.
Henry Miller, Jack Kerouac, William S. Burroughs, Frantz Fanon, Pablo Neruda, Marguerite Duras, Jean Genet, Eugene Ionesco, D. H. Lawrence gibi dev yazarların yayıncılığını üstlenen efsanevi yayınevi Grove Press’in sahibi ve baş editörü olan Barney Rosset, 3 bağımsız bölümden oluşan, farklı senaristler ve yönetmenlerin işbirliğinde çekilmesini istediği bir film projesine soyunur. Kendisi sinemaya da yabancı değildir aslında, 1948’de nazizme karşı savaşan Amerikan askerlerinin evlerine birer ırkçı olarak dönmesini eleştiren “Strange Victory” isimli belgeselin yapımcılığını üstlenmiştir. Rosset yeni projesi için senaryo yazımı ve filmin çekim süreçlerine aktif müdahalede bulunmaları için Samuel Beckett, Eugene Ionesco (Gergedanlar isimli harika oyunun yazarı) ve yine 20. yüzyılın en parlak oyun yazarlarından Harold Pinter’a bir teklifte bulunur. Tüm yazarlar teklifi kabul etse bile aralarında filmini çekebilen sadece Samuel Beckett olur.

Samuel Beckett ve Barney Rosset
Film için oldukça iddialı bir ekip kurulur. Aralarında kimler yoktur ki? Görüntü yönetmenliğini Sine-Göz akımının kuramcısı Dziga Vertov’un kardeşi Boris Kaufman üstlenir. Kendisini tanımayanlar için onun, Rıhtımlar Üzerinde, 12 Kızgın Adam, Hal ve Gidiş Sıfır ve L’atalante gibi başyapıtların yanı sıra, pek çok diğer önemli filmin de görüntü yönetmenliğini üstlendiğini belirtelim. Filmin yönetmenliğini aynı zamanda Beckett ve Harold Pinter gibi pek çok usta yazarın oyunlarını yöneten, Amerikan tiyatrosunun en önemli yönetmenlerinden biri olarak kabul edilenAlan Schneider yapar; bu onun ilk sinema deneyimi olur.
Beckett film için başrolü üstlenecek bir aktör düşünmeye başlar, siyah beyaz ve sessiz olarak tasarlanan film için akla gelen ilk isim Charlie Chaplin olur, fakat o projeye yanaşmaz. Daha önce kendi oyunlarında roller teklif ettiği ve sürekli red cevabı aldığı Buster Keaton’a teklif götürür. “the great stone face” (büyük taş surat) lakaplı (lakabını filmlerde hiç gülmemesinden alır) Buster Keaton görkemli kariyerinin sonlarına yaklaşmış alkolizm, kanser ve 2 milyon dolarlık borçla cebelleşen, sinema tarihindeki yeri ve yaptıkları çok geç anlaşılmış ve sinemaya inancını yitirmiş bir dahidir. Keaton kariyerini sadece aktör olarak değil, The General, Sherlock Jr., Steamboat Bill, Jr., The Cameraman gibi unutulmaz başyapıtların yönetmeni olarak da zenginleştirmiştir.
Buster Keaton: Aşılması zor bir duvar, belki sadece taklit edilebilir
Hayatı ve sineması ayrı bir yazıyı hak eden Keaton, sinemada sessiz dönem sona ermeye başladığında buna en çok karşı çıkan ve hayal kırıklığı yaşayan yönetmenlerden biridir. MGM stüdyolarının onu boyunduruk altına alan sözleşmesiyle yaratıcılığını da günden güne yitiren Keaton, seneler 1964’ü gösterdiğinde, bir otel odasında birasını açmış ve televizyonda bir beyzbol maçına göz gezdirirken hayali üç arkadaşıyla poker oynamakla meşguldür. Beckett ve filmin yönetmeni Alan Schneider otel odasında yaptıkları görüşmenin oldukça umut kırıcı olduğundan bahsederler. Keaton’a senaryo hakkında bir sorusu olup olmadığını sorduklarında aldıkları yanıt, umarsız bir hayırdan başka bir şey değildir. Keaton’ın paraya ihtiyacı vardır, rolü kabül eder ve çekimler sırasında ilk görüşmedeki hayal kırıklığını telafi etmek istercesine işini ciddiye alır ve kendisinden beklenenleri elinden geldiğince yerine getirmeye çalışır.
Gelelim filme, filmin adı Film’dir. Sinema ve felsefe üzerine bir tür düşünüş olarak tasarlanmıştır. Senaryo Keaton’a tuhaf gelir. Klasik dönemin hikayeciliği ve sinema dili yerini bambaşka bir şeye bırakmıştır, zira sinema onun dönemindeki gibi emekleme dönemini çoktan aşmış ve kendisini hem diğer sanatlarla hem de felsefe ve psikoloji gibi disiplinlerle iç içe bulmuştur. Film, Vertov’un Sine-Göz kuramından esinlenmişcesine kamerada yakın çekim bir göz göstererek başlar. Sonra da mekanik bir alet gibi Keaton’ı New York’un harabe bölgelerinde takip eder.
Beckett filmi hakkında şunları söyler: “Her çeşidiyle, algısından kaçmaya çalışan bir adam hakkında. Tüm algılayanlardan, hatta kutsal olanlarından bile kaçmaya çalışıyor. Ancak kendi algısından kaçamıyor. Fikir, İrlandalı felsefeci ve idealist Bishop Berkeley’den geliyor. –Olmak, algılanmaktır– diyor. Durmayı düşünen biri, algılanmayı durdurmalı. Eğer olmak algılanmaksa, olmaktan kaçış, algılanmaktan kaçış olur.”
Tam da Beckett’in dediği gibi yaşlı ve yorgun bedeniyle önce kameradan, sonra da yıkık dökük bir binanın harabe bir odasında, aynadan, odadaki kedi ve köpeklerden, yeterli gelmemiş olacak ki; kafesteki kuşun bakışlarından ve nihayet küçük akvaryumdaki balığın gözlerinden kaçar kahramanımız. Yetmez fotoğraflardaki ölü gözlerden kaçar, tıpkı Buster Keaton’ın gerçek hayattaki bıkkınlığını yansıtırcasına sanki ölümü ve bu sayede algılamak ve algılanmaktan kaçmayı istemektedir. Film boyunca 360 derecelik kamera hareketlerine rağmen Keaton’ın yüzü ancak filmin finalinde görünür. Keaton’ın yüzünde dehşet, utanma ve sıkışmışlık duygusu vardır.

Buster Keaton dağılmaya yüz tutmuş bedeni ve dünyanın kötülüğünü içselleştirmiş haliyle filmin finalinde
17 dakikalık film ticari sinemanın uyuşturucu etkisi altında kalmış izleyiciler için değildir. Hem izlemesi hem anlamlandırılması zordur. Vertov’un Sine-Göz kuramında ortaya koyduğu gibi, kamerayı gerçeği avlayan mekanik bir alet olarak görmez Beckett, belki tam aksine gerçeğin gözlenilemediğinde var olabileceğine dair kayıtsız bir denemeye girişir. Ünlü filozof Gilles Deleuze filmi “İrlanda’dan çıkan en iyi film olarak” nitelendirse de, Beckett kendi filmi hakkında “ilginç bir başarısızlıktı” yorumunu yapacaktır.
Film 1965 Venedik Film Festivali’nde aralarında, Luchino Visconti, Michelangelo Antonioni ve Jean-Luc Godard gibi sinema devlerinin de olduğu bir izleyici topluluğuna gösterilir ve beş dakika boyunca ayakta alkışlanır. Sinema sanatının en büyük kurucularından biri olan Buster Keaton’ın katıldığı ilk festivaldir bu, röportajında umarım katıldığım son film festivali bu olmaz dese de, malesef bir daha herhangi bir festivale katılamaz; çünkü bir sene sonra hayatını kaybeder.
“Film”, hem onu üreten sanatçıların, hem odaklandığı meselenin, hem de çekilme hikayesinin oldukça ilginç kıldığı bir deneyim olarak geçer sinema tarihine. Eğer yazı ilginizi çektiyse, muhtemelen “Film” de çekecektir. Yine de filmi orijinaline sadık kalabilmek adına sessiz izlemenizi öneririz.