in

Margaret Atwood’dan ‘The Handmaid’s Tale’in Şifreleri

Margaret Atwood, The Handmaid’s Tale‘i yazarken kendine, yazdığı her şeyin gerçek hayata dayanan bir temeli olması gerektiği kuralını koyarak birbirinden farklı tarihi olayları akla yatkın ve korkunç şekillerde harmanlamış.

1. Bölüm: Statü-Renk Uyumlu Giysiler

Gilead’ ın kadınları toplumdaki statülerinin belirlediği biçim ve renkte giysiler giyerler: damızlık kızlar kırmızı, eşler mavi, Marthalar yeşil, teyzeler kahverengi giyinir. Atwood’a göre “İnsanlar çok uzun zamandan beri, kimin neyi ne zaman giyeceğine, kimin vücudunun hangi bölümünü örteceğine karar vermeyi, yani insanları giydiklerine göre sınıflandırmayı bir görev bilmişlerdir. Bu, ilk kanunlarda, yani Hammurabi Kanunlarında bile vardır. Bu kanunların bir yerinde ‘yalnızca aristokrat kadınların başlarını örtmelerine izin verilmiştir’ der.”

“Eğer köle olmanıza rağmen başörtüsü takar ve yakalanırsanız cezası idamdır. Çünkü böyle yaparak kendinizi olmadığınız biri gibi göstermeye çalışıyorsunuzdur.”

Damızlık kızın elbisesinin kökeni, Viktoryen Dönem’in ortalarında kullanılan şapkalar ve eşarplar, rahibelerin başlarını örtme biçimi gibi farklı kaynaklara dayanıyor. Atwood’un 1978’de yaptığı Afganistan seyahati ve burada çador (sadece yüzü açıkta bırakacak şekilde giyilen çarşaf) giymesinin de etkisi olmuş. “O dönemde herkesin çador giymesi zorunlu değildi, sonradan zorunlu oldu” diyor Atwood. “Nazi Almanyası’nda Yahudilerin takmak zorunda olduğu Davud’un yıldızı ve homoseksüellere taktırılan pembe renkli üçgenler gibi tüm bu kıyafet zorunlulukları ‘kimliğini belirle, kontrol altında tut’ düşüncesinin bir ürünü. Bu şekilde karşınızdaki kişinin kimliğini bir çırpıda anlamak mümkün. Damızlık kıza uygun görülen kırmızı ise Kanada tarafından savaş esirleri için kullanılmıştı çünkü kırmızı, karda çok kolay fark edilir.”

Kırmızı ayrıca Geç Ortaçağ- Erken Rönesans döneminde de kullanılmıştı. Bu dönemde Meryem Ana muhakkak mavi ya da mavi-yeşil, Magdalalı Meryem ise muhakkak kırmızı giyerken resmedilirdi.

2. Bölüm: Kalabalığın Adaleti

Gilead, törenleri seviyor. Siyasi düşmanlarını ya da aslında sıkı denetlenen damızlık kızları özgürlüklerine kavuşturan bölücüleri cezalandırmak için de bir törenleri var. Kadınlar bir çember oluşturarak topluca idama katılıyorlar, bazen bu, çıplak elleriyle suçluyu parçalara ayırmak bile olabiliyor. Romanda bu particicution (İngilizce participation, yani katılım ve execution, yani infaz sözcüklerinin birleşimi) olarak adlandırılmıştı. “Kalabalık kontrolü eline aldığında artık bireyler sorumlu tutulamaz” diyor Atwood. “Bu türden çılgınca öfke dolu bir cinayet partisinin uzun yıllar öncesine dayanan bir örneği var” diye de ekliyor, Antik Yunan’daki Dionysos şenliklerine gönderme yaparak. Bu şenliklerde Mainadlar tanrı Dionysus’ a kurban edecekleri kişileri parçalarlardı.

Kalabalık bazen adalet talep eder. “Fransız Devrimi sırasında Princess Marie-Louise Thérèse of Savoy-Carignan parçalanmıştı ve başı Marie Antoinette’in penceresinin altında sergilenmişti. 19. Yüzyılda kömür madeni işletmelerinde yaşanan gerçek olaylara dayanan Émile Zola’nın ‘Germinal’ romanında şirketin dükkanını işleten adam, madencilerin aldıklarının parasını ödeyemeyecek durumdaki eşlerini ve kızlarını kendisiyle cinsel ilişkiye girmeye zorlar. Kadınlar fırsatını bulduklarında adamı parçalara ayırırlar ve bu defa kafasını değil, cinsel organını keserek teşhir ederler.”

3. Bölüm: Çocuk Sahibi Olmaya Zorlama

Janine doğum yaptığında ancak çocuğunun onunla kalamayacağı gerçeğini kabullenemediğinde “amaca giden her yol mubahtır” ilkesinin Gilead’daki yansımasını erkenden görüyoruz. “Ekonomiye dayanan birçok ütopya ve distopya var, ancak bu, konunun tamamen kaynağına gidiyor, yani kaç çocuk sahibi olunacağı kararı” diyor Atwood. “Ve bu çocuklara ne yolla sahip olunacak? Bazı kültürlerde bu konuyla ilgili özel yasalar yapılmasına gerek yoktur, ancak bazılarındaysa istenen sonucu elde etmek için zulüm gerekir.”

Adolf Hitler ve Nikolay Çavuşesku gibi diktatörler doğurganlık koşullarını zorla kabul ettirmişler ve bunlara uymayanları suçlamışlardır. “Napolyon’un kürtajı yasaklaması tesadüf değil, neden daha çok çocuk doğurulmasını istediğini açık açık söylemiştir; savaşta kolaylıkla ölüme gönderebileceği insan sayısının artması için. Ne hoş!”

Buradaki yenilikse, damızlık kızların doğum yapmaya zorlanmasının yanında, bir anlamda taşıyıcı anneliğe de zorlanmaları ve ardından çocuklarının zorla ellerinden alınarak üst düzey yetkililere verilmeleri. 1976’ da Arjantin’de askeri cuntanın yönetimi ele geçirmesinden sonra 500 çocuk ve yenidoğan “kaybolmuştu” ve asker ve polis çiftlere evlatlık verilmişti. Kanada ve Avustralya’da yaşayan yerli nüfusa ait yüzbinlerce çocuk ailelerinden zorla alınmıştı. “Bu yaşananlardan halk haberdar olmuş olmalı, çünkü sır değildi ancak o dönemde kimsenin bundan haberi yoktu. Kimse olanların farkında değildi ve yaşananlar muhtemelen ‘Bu çocuklara mükemmel bir fırsat veriyoruz, onları okula gönderiyoruz.’ olarak sunulmuştu. Bunun kulağa nasıl gelebileceğini görüyorsunuz değil mi?”

4. Bölüm: Kadınları Kısır İlan Etmek 

Offred (kelime anlamıyla “Fred’inki”) kendisine yardım etmeyi teklif eden bir doktoru ziyaret edinceye kadar dizide, neden dönemin doğurganlık sorunlarını çözmekte kadınların kullanıldığından bahsedilmemişti. Doktorla olan görüşmede anlaşılıyor ki Gilead Cumhuriyeti’nde denklemin diğer yarısı olan erkeklerin sorunları hiç hesaba katılmamış.

“Bu konuda bazı karışıklıklar var çünkü Lydia teyze kısır olanların kadınlar olduğunu söylüyor ve yüzyıllar boyunca insanlar tam da böyle düşündüler. Suçun hep kadında olduğu iddia edildi. 8. Henry eş (ve devletin dinini) değiştirip durdu” diyor Atwood ve şunları ekliyor: “Anne Boleyn düşük yaptığında ölüme mahkûm olduğunu biliyordu. O dönemde erkeğin spermi içinde oluşumunu tamamlamış bir çocuk olduğu düşünülüyordu ve sperm kadın vücuduna ekilmeliydi, tıpkı tohumun toprağa ekilmesi gibi.

Robert S. McElvaine, “Eve’s Seed: Biology, the Sexes, and the Course of History” (Havva’nın Tohumu: Biyoloji, Cinsiyetler ve Tarihin Akışı) kitabında bu konuya ışık tutuyor. Toprağa verimsiz denmesi gibi kadınlara da verimsiz yani kısır deniyordu. Toprak için verimli deniyorsa kadınlar için de verimli deniyordu, yani kadınlar doğrudan toprakla özdeşleştiriliyordu.”

Dizide, doktor durumun böyle olmadığını biliyor. Offred’in Nick’le ilişkiye girmesi gerektiğine karar veren Serena Joy da bunu biliyordu. “Anne Boleyn’ in suçlandığı şeylerden biri de çocuk sahibi olabilmek için erkek kardeşiyle ilişkiye girmesiydi” diyor Atwood.

5. Bölüm: Ofglen Neden Böyle Bir Şey Yapıyor? 

Yeraltı örgütü artık onu kullanamayacağı için Ofglen (kelime anlamıyla Glen’inki) çok az seçeneği olduğunu biliyor ve çalıntı bir araçla birkaç muhafızı dışarı çıkararak çaresizce son bir direniş eylemi yapmayı seçiyor. Bu kısım kitapta yok ancak Atwood bu eklemeyi onayladığını söylüyor. “Kendini ateşe veren Budist rahibi hatırlar mısın?” diye soruyor Atwood. Küba Bağımsızlık Savaşı’nda hayatını kaybeden Kübalı devrimci José Martí’yi hatırlatarak sözlerine şöyle devam ediyor: “O, sağ çıkamayacağını bilmesine rağmen İspanyol güçlerine karşı yapılan savaşa katıldı. Bence insanlar böyle şeyler yapıyorlar çünkü yapmazlarsa tamamen yenilmiş olacaklarını düşünüyorlar. Eylemlerinin içinde bulundukları zamanda işe yaramayacağını biliyorlar ancak bir noktada, diğerlerine örnek olacaklarının farkındalar.”

6. Bölüm: Meksikalı Büyükelçi

“Hulu ekibi benimkinden çok daha faal bir Offred yaratmış” diyor Margaret Atwood. “Bunun sebebi kısmen bunun bir dizi olması, kısmen de bir Amerikan dizisi olması. Romandaki Offred asla kendini savunamaz ya da yabancı bir elçiden yardım isteyemezdi. Meksika Ticari Delegasyonu’nun ziyareti kitapta yer almıyor. Romanda Offred’in ticaret temsilcisi olduklarını düşündüğü Japon turistlerle karşılaştığı bir sahne var. Offred bu kişilerin kendisine sorduğu ‘Mutlu musun?’ sorusuna dürüstçe cevap veremiyor. Ancak dizide fırsatını yakaladığında Büyükelçi Castillo ile görüşüyor ve dış dünyaya kısa bir not çıkarmanın yolunu keşfediyor.”

Atwood’a göre tarafsız ülkelerin büyükelçilerinin aracılık yapması tarihte sık görülen bir durum. II. Dünya Savaşında Curzio Malaparte adında bir İtalyan gazeteci Doğu Blokunda çalışıyordu ve Almanların peşinde olduğu haberleri bölgenin dışına çıkarmanın bir yolunu bulmuştu. “Haberleri hazırlayıp montunun içine dikiyor ya da ayakkabısının tabanına saklıyordu ve tarafsız ülkelerin diplomatları aracılığıyla da onları Blokun dışına çıkarıyordu. Bunu yapabilmek için insanlara büyük güven duymalısınız!”

7. Bölüm: Karaborsa Kulübü 

Offred, forslu erkeklerin iş, gayri meşru seks ya da başka kaçamaklar için gittikleri bir genelev olan Jezebel’in Yeri’nde Moira ile bir araya gelir. Burası aynı zamanda halkın, daha doğrusu Mayday yeraltı örgütünün geldiği başarılı bir karaborsa yeridir. Atwood, Norman Lewis’ın Naples ’44 (Napoli ’44) kitabını yeniden okuduğunu ve kitapta II. Dünya Savaşı sırasında, İtalya’nın Napoli şehrindeki karaborsanın Müttefikler tarafından hoş görüldüğünü çünkü “onların da karaborsanın işlemesine yardım ettiğinden” bahsedildiğini belirtiyor.

“Tüm bunlar çok eskiden beri var” diye devam ediyor sözlerine Atwood, “karaborsa, başka yerde bulamayacağınız şeylerin satıldığı özel kulüpler, yer altı hatları yardımıyla takas edilen bilgiler…”

Damızlık Kızın Öyküsü’nün sesli kitap özel baskısında dinleyiciler Jezebel’in Yeri’nin bir zincir olduğunu ve bazı şubelerinde golf dersleri verildiğini öğreniyorlar. “Çünkü tabii ki kadınlar artık golf oynayamıyordu” diyor Atwood. “Kadın siyasetçiler bundan şikâyetçiydi çünkü tüm o özel anlaşmalar ve gizli konuşmalar golf kulüplerinde yapılıyordu ve golf oynamıyorsanız siz bunların dışında kalıyordunuz.”

8. Bölüm: Mayday Yeraltı Örgütü 

Atwood, II. Dünya Savaşı sırasında dünyanın farklı ülkelerindeki direniş hareketleriyle ilgili çok kapsamlı bir araştırma yapmış. Yazarın eski ve artık hayatta olmayan bir arkadaşı Fransız Direnişi’ne üyeymiş ve düşman hatlarının arkasına paraşütle inip Britanyalı havacıların Fransa’dan kaçmalarına yardım etmiş. “Arkadaşımın görevi askerlerle konuşarak onların kendilerine Britanyalı süsü vererek yeraltı iletişim ağlarını keşfetmeye çalışan Almanlar değil, gerçekten Britanyalı olduklarından emin olmaktı. Onlara nereli olduklarını, futbol maçlarının sonuçlarını vs. sorarlardı ve gerçekten Alman oldukları açığa çıkarsa öylece vurularak öldürülürlerdi.”

Atwood ayrıca Polonya ve Hollanda direniş hareketleri üyeleriyle de tanışmış. “Tanıştığım insanlar doğal olarak savaştan sağ çıkmış insanlardı. Birçokları ise bunu başaramadı.” Sözlerini desteklemek için de Nazi karşıtı yazılar dağıtırken yakalanan ve öldürülen Beyaz Gül üyelerini ve Britanyalı kadın casus/suikastçileri örnek gösterdi. Kadın ajanlar kullanmak direniş hareketleri ve Radikal İslamcılar tarafından sık başvurulan bir taktik ve damızlık kızların elbiseleri de onları sır saklamak için çok uygun kılıyor. “Baksanıza giysinin her yerine bir şey saklayabilirsiniz.” diyor gülerek. “Geniş ve uzun kollar! Sırrınız çorabın içinde güvende, kimse oraya bakmaz.”

Not: Bu yazının çevrilmesi sırasında romanın Türkçesi ve dizi arasında tutarlılık sağlanabilmesi için Sevinç-Özcan Kabakçıoğlu’nun Türkçe çevirisinden yararlanılmıştır.

Kaynak: 5Harfliler

Yazan narin

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Kediler Dünyayı (Ve Birkaç Viking Gemisini) Nasıl Fethetti

Seramiği Herkesin Bam Teline Dokunacak Bir Ezgiye Dönüştüren Sergi: Mahrem