Kısa bir süre önce, Sakarya’da 4 ayağı kesilmiş olarak bulunan ve insanların veterinere götürerek kurtarmaya çalıştığı yavru köpeğin ölüm haberini aldık. Bütün televizyon kanalları, sosyal medya platformları, hükumet yetkilileri ve sokaktaki sıradan vatandaş dahi yaşananları en ağır dil ve hislerle kınadı da malumunuz. Ancak bir suçlular dehlizinde rastlayabileceğimiz düzeyde masumiyet barındıran bu çabaların çoğu ise toplum vicdanına nefes aldırmak üzerine kuruluydu. Aramızdan bir İsa çıkıp da ”ilk taşı içinizdeki en günahsız atsın” demişçesine, susmaya başlayacağımızı da biliyoruz bir süre sonra. Bu olana kadar hiç olmazsa bir suçlu arama çabası geliştirmek de oldukça kullanışlı bir eylem şekli. Bu anlamda gerçekten maharetliyiz. Bütün bu toplumsal infialin henüz ilk evresinde, aklımıza kendi suçlularımızı aklamak gelmiş olacak ki Suriyeli 2 çocuğu olayın sorumluları olarak göstermeye çalıştık. Bunu ancak ülkenin kötü kalpli, beceriksiz ve aptal beslemeleri gerçekleştirmiş olabilirdi. Sonrasında da diğer tipik evre olan idam gündeme getirildi. Toplumumuzun birilerinin asılarak öldürülmesine dair büyük bir özlem taşıdığının farkında olsak da; vicdanlarına nefes aldırmaları, kayıtsız kalınabilecek bir eylem olarak görülebilirdi. Aslında bütün meselemiz de o nefes almayan, havasızlıktan boğulmuş toplum vicdanımızla ilgili.
Toplumun vicdanına nefes aldırdığımızda, suç olarak adlandırılan vakıaların azalmasını sağlayabileceğimizi düşünüyoruz. Bir sorunsal olarak suçun görünmez kılınmasına hizmet edeceğimiz ise gerçekleştirilen kör şiddet olaylarının ısrarlı tutarlılığı üzerinden yapılabilecek naif bir çıkarım. Bacakları kesilen köpeğin meselesinde de aynı vicdani kolaycılığı görüyorsunuz, herkes rahatlamak derdinde. Çoğu insan gündelik suçlarını örtebileceği fırsatları kollamanın peşinde. Bu sebeple en çok da onlar idam talebinde bulunuyor ve mahkeme salonuna ansızın girerek, yargılanmayı gizli bir arzuyla talep eden Zebercet‘e dönüşüyorlar. Mesela Özgecan Aslan cinayeti, hepimiz için adeta kolektif bir arınma ritüeliydi, suçlarımızla yüzleşeceğimiz günü biraz ertelemeyi başarabilmiştik. Katilleri yuhalamaktan, katillerden nefret etmekten doğan suçluluk örtücü haz hepimize yeni bir kimlik inşa etme şansı tanıyor çünkü. Elimizden gelse adaleti sağlamak için katilleri öldürmekten de kaçınmayız şüphesiz ki. Bunu bir çeşit kamusal histeri olarak görüyorum. Buna teslim olmanın hiçbir sorunumuzu çözdüğünü görmedim, hatta sorunların sebeplerini anlamamız için bize yarattığı fırsatı değerlendirdiğimize de şahit olmadım.
Bazı cümleleri farkında olmadan kuruyoruz mesela; ‘’köpeğin ne suçu vardı’’ gibi cümleler kurduğunu gördüm birçok kimselerin. Kabul edelim, bizler cezalandırılmanın ve şiddetin altında suç aramaya dair doğal bir eğilime sahibiz. Çocuklarımızı, beslediğimiz canlıları, canımızı sıkan yabancıları ve vahşi birer işgalci olarak saldırılarda bulunduğumuz doğayı bu şekilde yola getirdik. Herkeslerden sakladığımız o mikro iktidara böyle meselelerde gün ışığı sızıyor ne yazık ki.
Yargılamak ve yok etmek bizim sorunlarımızı çözme şeklimiz haline getirildi bir şekilde. Amacım ne bilmişlik taslamak ne de canını sıkmak insanların. Söylemek istediğim açık; bizim rahatlığımız ve hissel konforumuz, hiçbir meselenin anlaşılmasına ve çözümlenmesine hizmet eden bir süreç değil.
Bana kalırsa bir katilin söylediklerine kulak vermek, insanların yargılayıcı ve aklını sürecin içinden çıkartan nefretlerine tanık olmaktan daha büyük bir ahlâki değer taşıyor.
Mindhunter dizisinde Durkheim’in şu sözleri dikkatimi çekmişti; ‘’tüm sapkınlık formları aslında devletin normalleşmiş baskıcılığına karşı bir meydan okumadır.’’
Sizler burada soğukkanlı bir sapkınlık görüyor olabilirsiniz, ben ise; şiddetin ve yok etmenin doğasını anlamaya çalışan değerli bir çaba görüyorum. Bizim çocuklarımızı yavru köpeklerin bacaklarını kesen canilere dönüşmekten kurtaracak olan da bana kalırsa bu çabanın ta kendisi olacak.