in

-Kendilik Psikolojisinin Bakış Açısından- Narsistik Bir Yıkım Hikâyesi: “Donnie Darko”

“Herhangi bir yolculuğa eşlik eden en ilksel gizem, yolcunun başlangıç noktasına ilk etapta nasıl geldiğidir.”

 – Louise Bogan-  “Odamdaki Yolculuğum”

Türkiye’de “Karanlık Yolculuk” adıyla gösterime giren; senarist ve yönetmen Richard Kelly’nin ilk uzun metrajlı yapımı olan “Donnie Darko (2001)”, karmaşık örüntüsüyle ilk izlenişinde anlaşılması güç olan filmlerden. Her ne kadar özgür irade ile kader arasındaki çelişkiyi sorgulayan bilim-kurgu/gerilim türünde bir film izlenimi de verse; aslen bir gencin ailesiyle, mahallesiyle, politikayla, eğitimle, yaşıtlarıyla, kısacası ötekiyle imtihanını konu ediyor. Kelly’nin filmin dokusuna kasten ve ustalıkla yerleştirdiği inanç, bilim, kader, hür irade gibi kavramların eşliğinde bu film zamanda yolculuğun esaslarından ziyade, bir ergenin yalnızlığından kurtulabilme, yaratıcılığını ve özgünlüğünü ortaya koyabilme, hayatının gidişatını değiştirebilme, yaralarını onarabilme; kısacası var olabilme ve olgunlaşabilme mücadelesini anlatıyor.

Bedenen ve ruhen bakım verenden ayrışma, bebek için kadir-i mutlaklık sayılabilecek bir saadet durumunun bozulmaya başlaması şeklinde kavranabilir. Kucakta sarılıp sarmalanıp sıcacık tutularak doyurulmak, açlık ve susuzluk başta olmak üzere, alt ıslatma ve dışkılama, üşüme ve korku duyma gibi nahoşluk yaratan uyaranlardan arındırılmak; bakım verenin gözlerinin ihtiyaç gidermek üzere uyanık olduğu müddetçe bebekten neredeyse hiç ayrılmaması, onda eşsiz ve muhteşem olduğuna dair doğal-büyüklenmeci hisler oluşturur. Bebek büyüdükçe, içerisinde bulunduğu gelişim döneminin temel ihtiyaçlarına göre bu yakınlığa ve/veya uzaklığa olan gereksinmesi de şekil değiştirir. Saadet durumlarının bozulması kaçınılmazdır; çünkü bebekten daha iyi durumda da olsalar bakım verenler de mükemmel değildir. Ebeveynlerin eksiklikleri ve/veya hataları -travma yaratıcı olmak yerine- optimal düzeyde kalabildiği ölçüde, çocuğun ihtiyaçlarını yüzde yüz gidereceği varsayılan -ideal olan kaynağa dair bakış açısı gittikçe daha ölçülü bir hal alır ve çocuk hayatına makul derecede idealleştirilmiş düşüncelerini bütünleştirdiği kişiliğiyle devam eder. Fakat eğer bakım verenler idealize edilmeye uygun durumda değillerse ve çocuğun idealize etmeye ilişkin ihtiyacını travmatik şekilde sekteye uğratırlarsa, çocuğun içinden geçip gideceği bu süreç sekteye uğrar ve çocuk, hayatını gelecekte de idealize edilebilir figürleri arayıp durduğu bir yörüngeye sokar.

Çocuğun, bakım verenlerce görülmeye dair gereksinimlerinde meydana gelen hata ve/veya eksiklikler -yine travma yaratıcı olmak yerine- optimal kaldıkça, ihtiyacını duyduğu biricik ve özel olma hisleri törpülenir; çocuk burada doğal olarak oluşan boşluğun yerine, makul bir biçimde girişken olmasını ve diğerleri tarafından ölçülü bir şekilde takdir edilmesini sağlayan yaratıcı azimlerini koyar. Fakat eğer bakım verenler çocuğa sağlıklı sınırlar çizme becerilerindeki eksikliğe ek olarak, onu özgünlüğüyle görmeye ve kabul etmeye hazır değillerse ve onun aynalanma ihtiyacını travmatik biçimde sekteye uğratmışlarsa, çocuğun narsistik gelişiminde olgunlaşarak geride bırakacağı bu süreç yarıda kalır ve çocuk gelecekte de kendisini görüp onaylayacak birilerini arar durur. Özsaygı-özsevi anlamında olgun, sağlıklı ve bütünlüklü bir narsistik çekirdeğin oluşabilmesi, genelde sanılanın aksine, böylesine kırılgan ve hassas bir konudur.

Gelişim evresi ergenliğe geldiğinde, ergenin önceki gelişimsel dönemlerinin gündeminde yer alan narsistik ihtiyaçları yeteri kadar karşılanmamışsa, elindeki yapıyla dışarısı arasındaki çekişme ayyuka çıkar. Böyle bir durumda ergen ya geri çekilip içe dönerek mağlubiyetini kabullenir ya risk alıcı ve yıkıcı davranarak etki gücünü-varoluşsal değerini sınar ya da bu iki pozisyonu birbiri ardına deneyimlediği süreçler yaratarak bir “denge” durumu oluşturma gayretine girer. Ergenin bazı davranışları buram buram yıkıcılık ya da cinsellik koksa da, aslında ergen, bütünlüklü bir değerler dizgesi oluşturmanın, kendi varlığını aynalamanın ve aynı zamanda sığınılabilirideal ötekiyle kaynaşmanın; yani “uyumlu ben” ile “uygun öteki” arasında bir uzlaşı oluşturmanın peşindedir.

“Karanlık Yolculuk”un tekrar tekrar izlenesi tüm sahnelerinin ilki, 1988 yılının bir sonbahar sabahında, Amerikalı, üç çocuklu, orta sınıf bir ailenin, Hollywood sayesinde ezbere bildiğimiz iki katlı, garajlı, verandalı evine girmemizle açılır. Uyurgezer Donald, üstünde pijamalarıyla, yamacında uyandığı tepeyi saran ormanın serinliğinden bisikletiyle süzülerek Virginia-Middlesex’teki evine döner. Bu evde, aile birliği söz konusu olduğunda, eğlence anlayışlarının şahsiliğine gösterilen hoşgörü yerli yerinde, aile bireylerinin arasındaki tatlı sürtüşmeler imrenilesi derecede muziptir. Bahçedeki bir şezlonga uzanmış şekilde Stephen King’in “O” adlı romanını okuyan Donald’ın annesi, kendine “Kaybedenler Kulübü” adını veren bir grup çocuğun kasabalarına dadanan korkutucu yaratığı -belki de kasabanın kendisini- alt etme çabalarını anlatan o müthiş kurguya gömülmüş halinden memnun görünür. Akşam yemeği vakti gelip çattığında, toplandıkları masanın etrafında konuştukları konular ve her birinin diğerlerine karşı takındığı tutumlar aracılığıyla Darko ailesini tanımaya başlarız. Hemen bir önceki sahnede, buzdolabına asılı bir nottaki “Donnie nerede?” sorusundan, uyurgezer Donald’ın önceki geceyi evde geçirmediğinden haberi olan bir aile üyesinin varlığını fark ederiz. O kişi, Donald’ın aynı zamanda ilaçlarını almayı bıraktığını da fark edebilen tek kişi olan Donald’ın ablasıdır.

Yemekte, Donald’ın ablası, seçimlerde oyunu demokratlardan yana kullanacağını söyler. Bunun üzerine cumhuriyetçi olan babaları esprili konuştuğunu zannederek kızını küçük gören cinsiyetçi tiradını atar. Filmin geri kalanında sıklıkla karşılaşacağımız, didaktik ebeveynliğin ilk örneğiyle burada karşılaşırız. Baba, “ailesinin benimsemesi gereken” politik tercihlere ters düşmesine rağmen kızının niçin böyle bir seçim yapmak istediğini -onun özgünlüğünü- merak ederek kendisine sormak yerine, bunun neden hatalı bir tercih olduğunu alaycı bir dille tüm aileye anlatır. Anneleri, sağlıklı ebeveyn işlevinden yoksun bırakan bu alaycılığa karşı çıkmak yerine eşine gülümseyerek eşlik eder. Donald’ın ablası muhafazakârlığı bir tehdit olarak ciddiye alır; fakat babasının kendisi için işlevsel olmayan alaycı pozisyonunu ciddiye almaz. Donald ve ablasını bunun üzerine giriştikleri laf dalaşında gittikçe sertleşerek birbirine düşüren ebeveyn yokluğu, ikisinin küfürleşmeye başlamalarıyla sürerken; ailenin en küçük üyesi karşılıklı savrulan küfürlerden birinin anlamını sorar. Bu kez hep birlikte onun gelişmemişliğine gülerler. Yetişkinin inayetine doğallığında muhtaç olan çocuğun yetersizlik durumundan utandırıldığı sahneler, evde, okulda, sokakta, psikoterapi seansında, film boyunca tekrar edecektir.

Filmin geri kalanında izleyeceğimiz “Darko Ailesi Portresinin” bir ön-gösterimini, böylece henüz filmin başında görmüş oluruz. Doğruları kendince net olan ve bunların dışında kalan her pozisyonu muzır bir şekilde eleştiren çocuksu bir baba ile kendisinin bu adam tarafından koşulsuzca sahiplenildiğini hissettirecek iki kelimesine muhtaç olan ve her şeyin bir şekilde iyi olacağına iman etmiş çocuksu bir anne… Kendilerinden kendilerince çok emin görünen bu iki yetişkinin farkına bir türlü varamayacakları şey, kendi çocuklarını en başından beri “ilişki kurma becerileri” bakımından çöl gibi bir yalnızlığın ortasında bırakmış olduklarıdır.

…Ve bir gece, Donald’ın hayatının bu bedbin gidişatını değiştirecek olayları başlatan ve zamanla onun için en güvenilir rehbere dönüşecek olan yoldaşı tavşan gelir ve dünyanın 28 gün, 6 saat, 42 dakika, 12 saniye sonra sona ereceğini ona haber verir. Saniyesine kadar belirlenmiş bu yok oluş, gerçekten dünyanın sonuna mı; yoksa Donald’ın hülyasının sonuna mı işaret eder? Onun yalnızlıktan kurtulma isteğine dair serzenişlerini hikâye boyunca duyabilmişsek; idealize edilebilir bir nesne olması umuduyla atanan tavşanın rehberliğinin yıkıcı hazzına eşlik etmek ya da zamanda yolculuk fikrinin büyüsüne kapılmak yerine, yanıtı “acıyı deneyimleyenin gerçekliğinde” bulmak ve olduğu gibi kabul etmek acı verici olmasına rağmen anlamlı hale gelebilir.

Tavşan onu ölümcül kaderinin elinden bir kez kurtardıktan sonra kendini onun direktiflerine uymaya adadıkça Donald daha da güçlenecek, bir takım insanüstü yetenekler kazanacak ve “varlığının önemi” hakkında bilinçlendikçe hilekârlara müstahakkını veren süper-kahraman Donnie Darko’ya dönüşecektir. Çevresindeki herkesin gelecekte yaşayabileceği anormalliklerin düzeltilmesini muhtemel kılacak güç artık onun ellerindedir. Görülmemenin, anlaşılmanın, merak edilmemenin, tanınmamanın sızısı, bu büyüklenmeciulvi görev neticesinde artık geride bırakılabilir bir hale gelir. Bazılarımızın hikâyesinde de olduğu gibi, hayatın akışında bir etki gücüne sahip olacak kadar “büyümüş” hissetmek, artık “sadece kendisi için istenen” önemli bir hedeftir.

Oğlunun ilaçlarını almadığını büyük kızından öğrenen annesi, onun durumunu kontrol etmek üzere odasına gider. Donald annesine çok sert davranır: “Okuyorum”, “Odamdan çık”… Annesi odadan çıkar çıkmaz (arkasından) “Sürtük!” diyerek mırıldanır.  Bir an, bu lafı yutmamak için duraksasa da; Donald’ın dürtüselliğe asla yenik düşmeyen sevecen annesi yutkunarak kendi yatak odasına, eşinin yanına döner: “Az önce oğlumuz bana sürtük dedi” diyerek oğlunu eşine şikâyet eder. Bakım verenleri kısa süreliğine rahatlatmak dışında hiç bir işlevi olmayan; fakat Darko ailesi dinamiğine gayet uyan şu yanıtla karşılaşırız: “Sen sürtük değilsin. Ara sıra aşüftelik edersin; ama sürtük değilsin.” Aile üyelerini, muhatap kimse onunla olan ilişkiyi “nasıl mümkün olabiliyorsa öyle” sürdürmeye davet eden bu muzırlığın varış noktası, ne yazık ki patolojik uyumlanmadır: Çaresiz olanın, muhatabına karşı hissettiği öfkeyi ve anlaşılmamanın düş kırıklığını bastırarak, çağırıldığı yere çaresizce gitme zorlantısına teslim olması… Donald özgün gerçekliğini göz ardı ederek doğal yetersizliğinden hicap duymasına neden olan bu davete, gittikçe orijinal karakterinin yerini alan, yeni yıkıcı-üretken yanıyla itiraz edecektir.

2 Ekim 1988’in sıradan bir gecesinde, uyurgezer Donald o gece odasına düşecek olan jet motorunun getireceği ölüme çalım atarcasına tavşanın emriyle uyanır. Yatağından huşu içinde iner ve merdivenlerden aşağıya -mürşidine teslim olmuş bir mürit edasıyla- yürür: İhtiyacının sağlıklı bir şekilde kapsanmakla giderileceği beklentisinden vazgeçerek… Odasının tavanında asılı bulunan ABD bayrağının altından… Fantezisinde şişmek zorunda kalmış umudunu, icat ettiği yeni idealizasyon nesnesine aktararak… Babasının, karşısında uyuyakalacağı kadar takıntı haline getirdiği Bush propagandasının tekrar yayınının çoktan bittiği karıncalı TV görüntüsünün önünden geçerek… Yürür. Peşine takıldığı tavşan kostümlü halüsinasyonunu takip ederek, öz-yıkımına doğru…

Böylesine çetrefilli anlatıma sahip filmlerde, bir yerden sonrasını ana karakterin rüyası ya da fantezisi olarak da izleyebileceğimize dair bir takım işaretler olabiliyor. Filmin, Donald’ın göz bebeğinde beliren tavşan figürüne yakım çekim yapan sahnesi de öyle bir işaretçiye benziyor. Bununla birlikte Donnie Darko’yu emsallerinden farklı yapan bir şey var. Lewis Carroll’ın Alice’inin düştüğü tavşan deliğine kıyasla, daha farklı bir yoldan götürüleceğimizi anlıyoruz. Film, karakterin yalnızlığından çektiği ıstırapla, kafa karışıklığıyla, yönünü şaşırmış çaresizliğinin getirdiği işkencesiyle duygudaşlık kurmamızı beklemek yerine, bunu gelecekteki bir sekansa erteleyip Donald’ın hüsranını gizleyen -“büyüme” isteğiyle dolup taşan- zorlantısına odaklanıyor. Bizi, ne olduğunu biz daha anlamadan onun kızgın birer taraftarına dönüştürerek kendisinin yıkıcı yanıyla duygudaşlık kurmaya çağırıyor. Bu nedenle kahramanımız Donnie, sahtekârlığı arşa çıkmış olan herkese haddini bildirirken bize “öngörülü bilgeliğini” izletiyor; dahası bunu takdir ettiriyor. “Tavşan deliğinden aşağı düşmenin”, kendini de tepetaklak ederek dışarıyı yeniden anlamlandırma, sonra da en başa dönüp onu “gerçekleşmiş bir gerçek-dışılık” ilan etme gibi bir yolu hakikaten olabilir. Öyle ya; birinin narsistik hiddetinin anlattıklarına eşlik etmeksizin, o kişinin arada kalmışlığını anlamaksızın, hiddetinin altında yatan düş kırıklığını da gerçekten duyamayabilirsiniz. Kabullenilmesi güç olan gerçeğin yakıcılığını olduğu gibi duyumsamayı göze almak yerine, baş edilebilirlik yanılsaması uğruna onu normalleştirme propagandasını yayan -bilim sosuna bulanmış spiritüalizmin lafebeliğiyle başımızı döndürüp duran-dünya bir yanda dursun; Kelly’nin filmi, yavaşlamamız ve her şeye sırasıyla bakmamız gerektiğini söylediği için bu kadar farklı ve özel. Yaralı birinden söz ediyorsak, önce yaralanmanın onda yarattığı yankıyı duymadığımız bir düzlem, onu anlamaya en uzak olduğumuz yer olabilir.

Evlerine -tam da Donald’ın yatak odasının üstüne- devletin nereden geldiğini bir türlü bulamadığı jet motoru düştükten sonra, Darko ailesi Ulusal Havacılık Dairesi tarafından bir otele yerleştirilir. Kriz durumu koşullarında, otelde anne-baba bir odada, çocuklar bir odada kalmaktadır. Baba otel odasında eşine, kendi lise mezuniyetlerinin balosuna giderken yolda geçirdiği talihsiz bir kaza sonucu ölen Frankie Feedler adındaki ortak gençlik arkadaşlarından söz eder ve Donald’ın buna benzer bir sonuçla karşılaşmamış olmasını onu kollayan bir takım ilahi güçlere bağlar. Donald’ın babasının nedenlere kıyasla sonuçlarla ilgilenen biri olduğunun yanı sıra; anlarız ki Frankie’nin aksine Donald kendi makûs talihine “şükür ki” onu gece yarıları yatağından kaldırıp başına ne geleceği belli olmayan, uykudaki yolculuklarına çıkaran varsanımsal rehberi sayesinde engel olabilmiştir.

İnsan ilişkilerinde çekingen ve ürkek olan genç Donald, vaktinin çoğunu ders çalışarak, kitap okuyarak, karakalem çizimler yaparak ve hayal kurarak geçirmektedir. Daha önce komşusunun bahçesindeki ağaçlara tuvalet kâğıdı dolamak ve boş bir evi kundaklama girişiminde bulunmak gibi sicilini bozan birkaç girişimi olmuştur. Bazen bir golf sahasında bazen de bir caddenin ortasında uyanmasına tanık olanların tuhafsamaları dışında varlığından pek de haberdar olunmayan silik bir karakterdir; fakat bu gizemli olayla birlikte kasabada, özellikle de okulunda ünlenmeye başlar. Okulda, İngilizce dersinde Graham Green’in “Yıkıcılar” adlı kısa hikâyesi işlenmektedir. Öğretmen, bir ihtiyarın evine zorla girip ortalığı birbirine katan, evde buldukları çok miktardaki parayı şöminede yaktıktan sonra evi su bastıran çocukların bunu niçin yaptıklarını sınıfa sorar; tatmin edici bir yanıtla karşılaşmayınca Donald’a döner: “Donnie Darko, belki de gerçek bir yıkımla karşılaştığın için bizimle düşüncelerini paylaşmak isteyebilirsin.” Donnie’nin yanıtı, içinden geçmekte olduğu kesitin bir özetini sunar: “Aslında evi basarak ve etrafı talan ederek anlatmaya çalıştıkları şey, yıkımın da bir çeşit üretkenlik olduğuydu. Parayı yakmaları ise ironikti. Merak ettikleri tek şey, ortalığı karıştırdıkları zaman ne olacağıydı. Bir şeyleri değiştirmek istediler.” Analiz yeteneğini konuşturduğu bu yanıtıyla Donald, “kafası çalışan öğrenciye” hasret kalmış olan öğretmenince yalnızca zeki değil; aynı zamanda yakışıklı da bulunur. Küçük bir karışıklıktan dolayı yanlış sınıfa gönderilmiş olan Gretchen tam bu esnada sınıfa dalıp nereye oturması gerektiğini sorduğunda, öğretmen ona “seçim hakkı” tanıyarak en yakışıklı bulduğu çocuğun yanına oturmasını söyler; fakat aynı zamanda kızın kararsızlığına sabır göstermeyerek Donnie’nin sırasını işaret eder. Gretchen’in, hangi yakışıklının yanına oturtulduğunu merak eden gözlerle Donald’ı süzdüğü o anlarda Donald’ın yüzüne de “biri” tarafından merak edilmiş olmanın muzip gülümsemesi yayılmıştır.

Okuldan dönüş yolunda babasıyla baş başa kalan Donald, gökten odasına düşen gizemli jet motorunun kaynağının bulunup bulunmadığını sorgular; fakat bu konuda henüz net bir bilgi yoktur ve ailesinin olup bitenleri etrafta dillendirmesi yasaktır. Babasının şahsi fikrince Donald bu konudan babasının adını hatırlamadığı terapistine bahsetme konusunda özgürdür. Baba-oğul arasındaki diyalog sürerken, herkes tarafından çoktan unutulduğu için yaşadığından kimsenin haberi olmayan Roberta Sparrow ile yolun ortasında ona az daha çarpmak üzerelerken karşılaşırlar. Münzevi Sparrow evinin yola bakan cephesindeki posta kutusuna gidip gelerek günlerini geçirmektedir. Donald arabadan inip onun iyi olup olmadığını kontrol etmek istediğinde, yaşlı kadın ona doğru eğilir ve kulağına bizim duyamadığımız bir şeyler fısıldar. Biz o cümleyi, Donald’ın ağzından Dr. Her Neyse ile yaptığı bir seansta duyarız: “Bu dünyada yaşayan her canlı yalnız ölür!” Yalnızlığın sızısını kabullenmekle onu bir derviş misali üstlenmek arasındaki devasa fark bu cümlede erir.

Roberta Sparrow uzun yıllar önce Donnie ile aynı kaderi paylaşmıştır. Onun yaşamında da evrenimizde uzay-zaman sürekliliğini aniden bozan tuhaf bir şey olmuş; galiba yine devlet neler olduğunu anlayamamışken bu olayın yarattığı düzensizliği gidermek Roberta Hanım’a düşmüştür. Anlaşılan o ki Bayan Sparrow, paralel evrenden bizim evrenimize açılan solucan deliğinden sızan bu şeyi geri gönderme işinde epey uzmanlaşmış; hatta bu konuda bir kitap bile yazmıştır: “Zaman Yolculuğunun Felsefesi.” Kitaba göre, paralel evrene ait bir şey, uzay-zamanda açılan bir yarıktan buraya sızdığında, evrenimizin yapısı giderek düzensizleşir ve bildiğimiz evren parçalanıp yok olmaya yüz tutar. Böyle bir durumda evrenimizde yaşayanlardan biri bunun olmasını engellemek ve “o şeyi” eski evrenine geri göndermek üzere seçilir. Kişinin seçildikten sonraki hayatı artık, hür iradesiyle yaptığı tercihler yerine yönlendirilmiştir: Seçilmiş kişi ve etrafındaki herkes, gelecekte kaçınılmaz bir biçimde yaşanmak zorunda olan manipülatif kaderin sonuçlarını deneyimleyen figüranlardan ibaret hale gelir. Görev başarılıp bildiğimiz dünya eski haline döndükten sonra, her şeyi hatırlayan yitik ve yalnız biri olarak varoluşunu sürdürmek -geri kalan herkes bir rüyadan uyanmış gibi hayatına devam ederken- seçilmiş kişi olmanın belki de en ağır bedelidir.

Donald, büyüklenmeci etki gücü sınamasını el yordamıyla inşa etmeye uğraştığı bu tepetaklak yeni-gerçekliğin yarattığı makûs talihe, orijinal karakterini yıkıma uğratarak itiraz edecektir. Bakım verenlerinin kendisine göstermelerini umduğu özeni aşkta aramanın hülyasına da itiraz ederek; onu yok sayan bu “içi-dışı bir dünyadan” kendini kendi tercihiyle silerek… İnsanı; onun kaygısını, öfkesini, kavgasını, zaaflı olmasının doğallığını kapsayacağına, “birikimli-toplumsal emeğini” içi boş ve güven vermeyen işgüzarlıklara harcayan ve onu kendi kaderine terk ederek görmezden gelen bu dünyada yaşamaktan vazgeçerek… Can sıkıcı gerçekler, onlara kafa tutmanın zorlantılı girişimlerinden bile bu kadar güçlüyken… Kendini -bir ihtimal biz tanıklarına- kabul ettirebilme mücadelesinin “aptallığına” iten “karanlık yolculuğunu” da kahkahalar eşliğinde yererek… En azından, son nefesinde, biraz olsun rahatlayarak…

2 Ekim 2024, Ankara

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Biçimin Ötesindeki Müstehcen Devrim

Şüpheli