in

Kaybolan Boşluk, Nazik Popolar ya da Sele Değiştirmenin İncelikleri Üzerine

Geçen sene bisikletimi aldığımda, evden neredeyse hiç çıkmayan birine göre çok büyük hayaller kurmaya başladım. Google Maps’i açarak kendime bir rota belirledim. Rota belirlemek bu işin en kolay tarafıdır, zaten bisikletim yokken de kafama estiğimde rota belirleyen biriydim ben.

Bisikletime atlayıp İran üzerinden Pakistan’a geçecek, oradan Hindistan, Nepal derken Çin’i katedip Japon Denizi kıyılarına ulaşacaktım. Feribotla Japonya’ya geçip Tokyo’ya ulaşacak ve bir atari salonunda günler boyunca tuhaf makinelere jetonlar attıktan ve ucuz otellerde japon viskisiyle sarhoş olup kendimi toparladıktan sonra arkadaşlık uygulamalarından bir japon kadınla tanışacak ve onunla evlenip o lanetli adaya yerleşecektim.

İşler hayal ettiğim gibi gitmedi, hem de hiç. Oysa yol boyunca tifo ya da dizanteri gibi günümüzde sık rastlanmayan hastalıklara yakalanıp ateşler içinde günler boyunca yatmaya, moğol çöllerinde kaybolmaya, dolunayın altında kurtlarla boğuşmaya ve kurbağa buğulama gibi tuhaf yemekler yemeye hazırdım!

Asya’nın baştan başa geçileceği neredeyse sonsuz bir tur için önce kondisyon depolamalıyım dedim kendime, evet kondisyon anahtar sözcüktü. Kısa turlar yapacak, şehir dışındaki küçük kasabalara kadar sürüp geri dönecektim. Böylece bisikletimle haşır neşir olacak, huyunu suyunu öğrenecektim.

İlk sürüş deneyimim tam bir hayal kırıklığı oldu. Çocukluğumdan beri bisiklete binmiyordum, hoş bisiklet sürmeyi unutmuş falan değildim ama sert ve ince sele sürüş sırasında öylesine acı veriyordu ki, bu işte bir tuhaflık olmalı diye düşündüm. Hemen internette selelerin popoya verdiği acı üzerine araştırmaya giriştim. Allahtan yalnız değildim, bisiklet forumlarında, sözlüklerde, bloglarda bu husustan yakınan çok fazla insan vardı. Seçeneksiz değildim: Ya selenin üzerine dolgulu kılıf alacaktım ya da jelli bisikletçi taytı. Kısa bir süre düşündükten sonra Ankara gibi bir yerde jelli taytın delikanlıyı bozacağını düşünerek kılıfı aldım.

Gelen kılıf acılarımı bir nebze hafifletse de sürüş hâlâ konforlu sayılmazdı. Kısa sürüşlerle avutuyordum kendimi, 20 dakikalık yarım saatlik sürüşler… Popom kılıfa rağmen ağrıyordu. Uzun sürüşler bu şartlar altında imkânsızdı. Bisiklet sürüp eve her dönüşümde Japon Denizi’ne hiçbir zaman varamayacağımı, pakistan’da sıtmaya yakalanıp geceler boyunca ateşler içinde yanamayacağımı falan düşünerek kahroluyordum.

Kış şartlarının da ağırlaşmasını bahane ederek, iki ay önce bisiklete binmeyi tümden bıraktım. Başlarda salondan mutfağa geçerken antrede gün sayan bisikletime gözüm takılıyor, neredeyse suçlayıcı bakışlarla süzerek onun yanından geçip gidiyordum. Bir süre sonra hareket etmeyen nesnelerin kapladığı yerin sıradanlaşması ve boşluğun doğal bir parçası olmaya evrilmeleri ilkesi gereğince bisikletimin varlığını tümüyle unutmak zorunda kaldım.

Birkaç gün önce internette dolaşırken karşıma bir reklam çıktı: Geniş ve rahat sele falanca platformda filanca liraya gibi. Kuşkulu bir merakla reklama tıkladım, selenin fotoğraflarını inceledim, estetik denemezdi bilakis kabaydı adı üstünde genişti ve rahattı. Önemli olan seleyi satın alan kullanıcıların  yorumlarıydı. Bisiklet üzerinde popolarının acımasından dert yanan pek çok kullanıcı bu yeni seleyle rahat sürüşler yaptıklarını, artık huzur içinde bisiklet sürebildiklerini yazmışlardı.

Hemen zihnimde görüntüler belirmeye başladı: Atarilere jetonlar atıyor, neon ışıklarla dolu tokyo caddelerinde viskimi yudumlarken serserilik yapıyor ve kedi mezarlıklarını ziyaret ederek ölü ruhlar için Amaterasu’ya dua ediyordum. Hiç düşünmeden sipariş verdim.

Sonra aklıma acaba seleyi kendi başıma değiştirebilecek miyim gibi bir soru geldi. Ben çocukken bozuk radyoları açan biri değildim, kerpetenle penseyi birbirine karıştırdığım gibi, nesnelerin doğasına dair de çok az şey bilirdim. El becerisi isteyen işleri ya ustalara yaptırır ya da yapmazdım. Mutfaktaki musluk başlığı neredeyse iki yıl önce kırılmıştı ve öylece duruyordu. (Mutfakta sıcak su kullanmasam da olurdu.) Özellikle son zamanlarda tavırlarıma genel bir boşvermişlik hali sinmişti. Dikkatim çok dağınık, odaklanmam zayıf ve hevesim azdı. Bir yerlerde sorunları çözmek ya da bir işi tamamlamak için onu parçalara bölmenin iyi bir fikir olduğunu okumuştum. Evet, önce mevcut seleyi sele borusundan çıkarmalıydım, bunun için bir alyan anahtarına ihtiyacım vardı, siparişi verdikten sonra çıkıp uygun bir alyan anahtarı aldım.

Bugün öğleden sonra sele geldi. Evet gerçekten geniş ve rahattı. (Aslında geniş sele deyip durduğum için büyük bir popom olduğunu düşünebilirsiniz, aslında tam tersi, kendi halinde ve neredeyse kuru bir popom vardır. Sele sorunu yaşamayanlar popo büyüklüğünün buna yol açtığını düşünebilir, bir yanlış anlaşılmayı giderebilmek için bu bilgilendirmeyi yapmak zorunda hissettim kendimi.) Seleyi takma mantığı oldukça basit görünüyordu. Yeni selenin üzerindeki raylara, kızakları oturtup civatayı sıkmak yeterli olacaktı. Kızaklar bir civatanın üzerindeydi, gevşettim belirli bir boşluk oluşunca döndürüp raylara oturttum ve civatayı sıkarak seleyi değiştirmiş oldum. Beklediğimden milyon kat daha kolay olmuştu, ben bu işlerden anlıyordum, istesem bu tür teknik işlerde usta bile olabilirdim. Yanılıyormuşum!

Sele borusunu bisikletin üzerindeki yuvasına yerleştirdiğimde fark ettim ki, selenin ön tarafı neredeyse 30 derece aşağı bakıyordu, aptalca bir düşünceyle belki bu işin doğası budur dedim. Deneme oturuşu yaptım ve testislerime binen yükün ağrısıyla hemen kalktım. Bir yerlerde hata vardı. Bu açısal sapmayı düzeltmeliydim ve artık bir sele değiştirme uzmanı olduğum için bu iş çok kolay olacaktı. Seleyi söktüm, rayları gevşetmek için alyan anahtarıyla civatayı iyice gevşettim ve beklenmedik bir şekilde somundan kurtulan parçalar selenin içine dağılıverdi. İşte kabus da tam o dağılışla başladı.

Üst kızak ve alt kızağı raylara oturtup civatayı ve somunu geçirdikten sonra sıkmaya başladım, civatada çok büyük boşluk kalması işkillendirmişti ama önemsemedim. Sonuçta kızaklar raylara oturmuştu, sonra seleyi sele borusuna monte etme kısmına gelince fark ettim ki, önce civatayı borunun altındaki delikten geçirmek gerekiyormuş. Bu kadar dikkatsiz olabildiğime şaşırarak gülümsedim, aslında belki de bu dikkatsizlik değil, yaptığım işi önemsememek ve dolayısıyla anlamamaktı. Tabiri caizse bodoslama girmiştim, çocuk gibi, şapşal bir köpek gibi davranmıştım. Çözülmeyecek sorun değildi!

Bu kez daha dikkatli bir biçimde önce civatayı sele borusundaki delikten geçirdim, sonra alt kızağı yuvasına yerleştirdim ve üzerine de üst kızağı koydum. Üst kızağın diğer tarafına civatanın içinde döneceği bir somun yuvası yapmışlardı. (Bu kadar rahat  anlattığıma bakmayın, tüm bu basit şeyleri anlayabilmek, hangi parçanın nereye yerleşeceğini bulabilmek, somunun bir yuvası olduğunu fark etmek, hatta bu bütünde bir somun olduğunu falan anlamak sinir dolu bir on dakikamı aldı.) Selenin raylarına tüm bunları yerleştirebilmek ve sıkmak oldukça meşakkatli görünüyordu. Çünkü alttaki parçayı tutarken, üstteki parça kayıyor, civata somunun içindeki dişlere oturmuyor, saçmasapan bir sıkılaştırma gerçekleşiyor ve nihayet ortaya çıkan görüntü ne göze ne de akla hitap ediyordu.

Yıllarca bir dolu zararlı şey kullanmıştım, üstüne üstlük vücudumda yeteri kadar B12 vitamini yoktu ellerim titriyordu, alnımdaki terler gözlerime iniyor, tuzu gözlerimi yakıyordu. Panik yapmıştım. Ne zaman panikle dolsam Claude Monet’in Gelincikler tablosunu düşünürüm. Kırda sakince ve tüm acelelerden arınmış bir şekilde, çiçek kokuları arasındaki o gezintinin resmi bir anda sakinleştirir beni. Her şeyi söktüm!

Gelincikler – Claude Monet

Sinirlenmemeliyim diye düşündüm, Mars’a gönderilen Perseverance’in tasarlanış sürecini hayal etmeye çalıştım. Binlerce civata ve binlerce somun olmalıydı üzerinde. Yörüngeleri, gezegenleri, kusursuz bir iniş için yapılan mühendislik hesaplarını düşündüm. Perseverance Mars’a indirilebildiyse ben de bu seleyi değiştirebilmeliydim. Bir bisikletçiye gidip selenin değiştirilmesini istemek utanç verici olurdu. Kimsenin yüzüme bakarak bıyık altından gülmesine tahammül edemezdim, son dönemlerde sinirlerim epey bozuktu.

Sonra aklıma ‘Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’ kitabı geldi. Okuyanlar hatırlayacaklardır, kitabın barındırdığı tüm bilgelik, aslında motoruyla uzun yol yapan bir adamın yine motoruyla kurduğu ilişkinin derinliklerinde filizleniyordu. Motorsiklet bir araç olmaktan çıkıp, yaşayan ihtiyaçları olan bir varlığa dönüşüyor ve onunla kurulan ilişki de (bakım, onarım, dilinden anlamak) psikolojik bir derinleşmenin önünü açıyordu. Önümdeki civataya, civata puluna, somuna ve kızaklara baktım. Hepi topu beş parça vardı, monte edilmesi gereken sele borusuyla altı, yerleştirilmesi gereken rayla birlikte yedi parça. Ray iki demir çubuk barındırdığı için sekiz de diyebiliriz.

Derin bir nefes aldım, tüm işlemi en baştan ve sakince yapmaya başladım. Raylara kızakları oturtma noktasına kadar her şey iyi gidiyor (itiraf etmek gerekirse en kolay bölüm de buydu) ama kızakları raylara oturtma kısmı bir türlü olmuyordu. Aniden fark ettim ki kızakların raylara yerleşebilmesi ve sonra da onları sıkabilmek için gerekli boşluk yoktu. Oysa sele kızaklarını ilk açışımda o boşluk fazlasıyla vardı.

Doğada hiçbir şey varken yok, yokken var olmaz. Buna boşluk da dahil olmalıydı. Boşluk kaybolabilir miydi? İşte kendime bu soruyu sorduğum anda yaşadığım tüm bu rezilliği yazma kararı verdim ve bu karar işlerin daha da sarpa sarmasına yol açtı. Artık hem kızakları raylara yerleştirmenin zorluklarıyla uğraşıyor, hem de yazımı kafamda tasarlamaya çalışıyordum. Paniklemiş zihnim iki tuhaf görev arasında bölünmüş, ambale olmuştu.

Boşluk maddi bir şey değil dolayısıyla kaybolabilir diye düşündüm. Bir boşluğu ruhsal bile olsa ölçebilir, değerlendirebilir ve anlamlandırabilirsiniz. Geçmişte boşluğa düşme kursları da vermiş biri olarak boşluklar hakkında çok şey biliyordum. Genellikle sonsuz bir boşluk üzerinde dönüp duran bir kürenin kabuğu üzerindeki bir maymun olarak hayal ederim kendimi. Evrenin genişleyip duran enerjiyle yüklü bir boşluk oluşunu kabul ediyordum… Beni seven biri, benim için anlamlı bir şey yaptığını düşündüğünde onu kırmamak için, benim için de anlamlıymış gibi davranmak zorunda kaldığımda düştüğüm boşlukları da tanıyordum… Anılarımı zihnimde yeniden biçimlendirip onlarla yüzleşmeye çalıştığımda sadece kötü olanların ortaya çıkışını iyi her şeyin yerinin boşlukla kaplanışını… Artık aşık olamayışımı, olmak istemeyişimi, içimdeki boşluğun her şeyi yutacağından korkuşumu… Ölüme yazgılı oluşumu ve bunun tüm boşluklar ve sonsuz sayıdaki evreni de kapsayarak her şeyi hiçleştirişinin zihnimde yarattığı boşlukla taşıdığı benzerlikleri… Aniden elimi sallamak ya da göz kırpmak istediğimde tüm bunların yalnızca bir boşlukta gerçekleşebileceğini…

Derin bir nefes aldım, kafein zihnimi açabilirdi gidip kahve yaptım ve masaya dizdiğim parçaların hepsini teker teker incelemeye başladım. Bir somun, bir civata ya da bir kızak haline gelişlerine kadar geçirdikleri yolculukları, bisikleti tasarlayanları, fabrikada üretilişini her türlü boş şeyi düşündüm. Zihnimi boşaltmayı düşünüyordum ve birden fark ettim ki, aslında boşluk kaybolmamıştı, sadece dıştaki kızağı tutan somunu birkaç diş sıkmak ve oturtmak gerekiyordu evet tüm mesele buydu. Ben gerekenden çok daha fazla sıkıp kendi ellerimle ihtiyacım olan boşluğu yok etmiştim. Basit ama işe yarar bir aydınlanma!

Tam da düşündüğüm gibi gerekli boşluk somun sıkımıyla ilgiliydi, bu çözülmesi gereken yeni bir sorun üretti. (Ya da o sorun orada bir yerlerde keşfedilmeyi ve çözülmeyi bekliyordu.) Kızakların raya oturması için gereken boşluğu üretmek oldukça hassas bir süreçti, bir kişi daha olsa her şey çok daha kolay olacaktı, o hayali, özlenen kişi selenin içinden alttaki somunu tutacak ben de kolayca sıkacaktım. Binanın girişindeki döşemeciye çıkıp yardım istemeyi düşündüm, arada teyzesinin oğlunun getirdiği zeytinleri satın alıyordum aramızda nitelendirilmesi zor bir yakınlık vardı. Bu yakınlığa yaslanarak yardım istemek hem de böylesine basit bir konuda küçülmek olurdu vazgeçtim.

Uzun süren çabalar sonucunda kızakları raya oturttum ve sıkılaştırdım. İşte bu kadardı, kendimle gurur duyuyordum. Seleyi bisiklete taktım ve bu kez de selenin ön tarafının 15-20 derece yukarı baktığını fark ettim. Belki de rahat bir oturma sağlar gibi zayıf bir ümitle selenin üzerine oturdum, bu kez de testisler aşağı doğru kaçıyor ve yine ağrı veren bir durum yaratıyordu. Olay popo olayından çıkmış billurlar olayına dönüşmüştü. Tepemden aşağı kaynar sular döküldü. Yine hesaplanmayan bir şeyler vardı. Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni düşünmeye başladım, o kitapta işime yarayan hiçbir şey yoktu, en azından bu durumda. Oturdum bir sigara sardım ve derin bir nefes çektim.

Sorun kızakların raylardaki konumuyla ilgiliydi, kızaklar geride olduğunda sele aşağı, ileride olduğunda yukarı bakıyordu. Demek ki kızakları rayda doğru bir pozisyonda oturttuğunda sele düz olacaktı ama bir sorun vardı raylar yeteri kadar uzun değildi, kızakların uzunluğu kadardı, sonra aşağı doğru bir V yapıyor ve selenin ön tarafına bağlanıyordu ve ideal düzlük de ancak o V’nin daralan kısmında elde edilebiliyordu. Bu durumdaysa kızaklar raylara tam oturmuyor ön tarafları açıkta kalıyordu. 85 kilo olduğum göz önüne alınırsa bir süre sonra raylarda ve kızaklarda deformasyon gerçekleşmesi kaçınılmaz gibi görünüyordu. Endüstri standartları denen şeye her zaman korkuyla karışık bir saygı beslemişimdir. İçine düştüğüm durum endüstri standartlarının açık bir ihlaliydi ve çözümsüz gibi görünüyordu.

Çocukluğumdan beri ideal bir dünyanın neye benzeyebileceği üzerine kafa yorup durmuşumdur. Bu şehirlerin çirkinliğine tahammül edemememle başlayan ve şu yaşıma kadar devam eden bir sorgulama sürecidir. 8-9 yaşlarımdayken mimarlık da yapan bir şehir plancısı olmak istiyordum. Sıfırdan kendime ait bir şehir inşa etmek ve yasalarını belirleyerek sadece sorumluluk sahibi insanların yaşamalarına izin vereceğim minik bir ütopyam vardı. Sonra sorunun ölümle ilgili olduğunu düşünmeye başladım. Bir şeylerin sürekli öldüğü bir dünya ne yapılırsa yapılsın ideal bir dünya olmaktan uzaktı. Her şeyin ölümsüz olduğu bir dünya da, yeni var olanlarla birlikte sonsuz kalabalıklığa ulaşabilirdi. Bu durumda en iyisi hiçbir canlının bir başka canlıyı öldürmediği ama tüm canlıların eceliyle öldüğü bir dünya olabilirdi. Yine de en azından insanların sevdiklerinden ayrılmasının çok zor olacağını düşünerek bu çocukça fikrin de yeterince iyi olmadığına kanaat getirdim. Yaşam bütün kaotikliğiyle ve belirsizliğiyle gerçekti?

Raylara oturmayan kızaklara bakarken ideal bir dünyanın mekanik alemdeki endüstri standartlarının kusursuzca belirlenmesinde yatabileceğini düşünmeye başladım. Seleyi o haliyle bisiklete yerleştirdim, düzdü, taşaklarda ağrı yoktu, popom o çirkin ve geniş selede rahat gibiydi. Riskleri göze alarak bisikletimi bir süre böyle sürmeye karar verdim. En fazla raylar ve kızaklar kırılırdı. Hiçbir şey mükemmel değildi ve olamazdı.

Her şey bittikten sonra selenin markasının rektus olduğu dikkatimi çekti, anlamını araştırdım, “karın veya baş ve gözde bulunan düz kaslara verilen isim” anlamına geliyormuş, üreticilerin bu anlamdan yola çıktıklarını hiç sanmıyorum. Muhtemelen doğrudan rektumdan yola çıkıp bilinç dışına oynamışlardı, acıyan popolara derman?

Neyse eğer bu uzun ve yer yer sıkıcı olabilecek yazıyı buraya kadar okuma sabrı gösterdiyseniz, başıma gelen tüm bu şeylerden çıkardığım hayat derslerinden yararlanmaya da hakkınız vardır:

1- Bisikletle Japonya’ya gitmeyi düşünüyorsanız, bisikletin tam olarak ne anlama geldiğini anlamanız gerekiyor. Bir bütünü anlamak onu oluşturan parçaların birbirleriyle kurdukları ilişkilerin dinamiğini anlamaktır.

2- Bir fenomeni (görüngü) anlamak için zaman gerekir. Uzay-zaman, neden sonuç ağıyla rastlantılar üreten anlaşılabilir ve müdahale edilebilir sonsuz karmaşıklıkta bir mekanizmadır. Süreçler beklenmeyen şeyler barındırır, beklenmeyen şeyler beklenmeyen sonuçlara yol açar, beklenmeyen sonuçlara hazırlıklı değilseniz ya da sorun çözme beceriniz yoksa bisikletle japonya’ya gidemezsiniz.

3- Parçaların bir mantıkla birbiriyle ilişkilendirdiği bir düzeneği bozmadan önce düzeneğin ilk halini iyice incelemek gerekirse fotoğrafını çekmek iyi olur.

4- Belirli bir zihinsel ve bedensel faaliyetle ortaya çıkacak sonucu düşünmek yerine, o sonuca ulaşmaya çalışırken geçilmesi gereken basit aşamalara odaklanmak daha iyidir.

5- Uyumsuzluklardan müteşekkil bu dünyada ne somut ne de soyut alemlerde gerçek bir kusursuzluk yaratılamayacağını kabul etmek gerekir.

6- Aceleci olmamak iyidir. Aceleci olmak genellikle zaman kaybettirir.

7- Belirsizliklerden hoşlanabilmek insanı olgunlaştırabilir.

Yazan Hidayet Marsilya

Dünyayı gezmek istediğim zamanlarda Google Earth imdadıma yetişir.

2 Yorum

Cevap Yazın
  1. Harika bir yazı. Somut gerçeklikten soyut mesajlara tirmanan ve yol üzerinde, bize butün çeliskileri,insan iliskileri, entelektüel kimligi,hayalleriyle tastamam güzel ve gercek bir adamla tanistiran cıkılamamıs bir yolculugun başlangıç hikayesi.yüregine sağlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Defin

Bir Kedi Hakkında Her Şey