“Ruhum zift gibi karanlık olduğu için mi öldü?” Donmuş minik bedenine ve özellikle de, onu çok daha acınası ve belki de garip bir biçimde sevimli kılan kör gözüne bakarken bunu sordum kendime.
Gece çok çok soğuk geçmiş olmalı diye düşündüm, kayıtsız kalmaya, olan biteni kendi sorumluluğumun dışında görmeye çalışıyordum. Bir spirali andırır biçimde kuyruğunu içeri çekmiş, başını gövdesinin arasına sokup vücudunu iyice dertop edip ısınmaya çalışmıştı belli ki…
Bu apartmanlar cehenneminden, vızır vızır geçen canavar arabalardan, her köşe başını tutmuş cengaver kedi mafyalarından, soğuktan, belirsizlikten, öylesinelikten, amaçsızlıktan, tek gözlü savunmasız yavru bir kedi olmaktan –geçtğimiz bahar doğmuştu-, bunca yaşam telaşından ve en önemlisi korkudan evet korkudan kurtulmuş, bilincinden ayrılmıştı. İnsanda durmaksızın bakma arzusu uyandıran, huzur dolu bir katılık içinde havaların ısınmasını ve çürümeyi bekliyordu.
Sonra kendimi Aristo’yla avutmaya ve biraz gururlanmaya çalıştım: “Doğaları gereği melankolik mizaçta olanlar hasta değillerdir. Bunlar, özgün bir ahlak (ethos) ve özünde haklı çıkmış tutkulu bir güçle heyecanlanabilme (pathos) yeteneğinde insanlardır. Bunlar sıradan insanlardan farklıdırlar. Buradaki farklılık ve olağanüstülük, olumlu anlamdadır.”
Budha’nın çağdaşı Acita’nın Samannaphala-sutta’da, “Vermek diye bir şey yoktur, kurban diye bir şey yoktur, bağışlama diye bir şey yoktur. İyi ya da kotu davranışların ürünü ya da onların sonucu olan bir şey yoktur. Bu dünya da yoktur, öteki dünya da. Baba yoktur, anne yoktur, kendiliğinden doğan kimse de yoktur. Dünyada, doğru biçimde, [manevi] sonuca ulaşmış ve bunu doğru biçimde uygulayan, kendi kavrayışı aracılığıyla bu dünyayı ve öteki dünyayı tanımış ve kavramış olarak başkalarına anlatan hiçbir samana ya da Brahman yoktur.” deyişini hatırlayıp donmuş bedene yapışmış ruhumu o imgeden kazımaya çalıştım.
Ve kuşkusuz Schopenhauer içime biraz olsun su serpecekti: “Hâlâ dilediğimiz bir şey olduğu sürece, ardında koşacak, oyunu sürdürecek bir şey olduğu sürece kendimizi düpedüz talihli sayarız. Böylece istek doyuma, doyum da yeni bir isteğe geçer durur. Oyun durmadan, tökezlemeden sürer gider. Birinden ötekine bu geçiş hızlıysa mutluluk, yavaşsa üzüntü diye adlandırılır. Onun kımıltısızlığı kendini korkunç, alıklaştırıcı sıkıntıda, belli bir nesnesi olmayan cansız özlemde, öldürücü isteksizlikte gösterir.” Belli bir nesnesi olmayan cansız özlem!
Nihayet Kierkegaard; “Umutsuz olan insan, zannettiği gibi umutsuzluğunun bilincindeyse, bu umutsuzluktan dışarıdan gelen bir olay gibi saçma bir şey olarak söz etmezse, bu umutsuz kişi tüm gücüyle kendi başına ve yalnızca kendi başına umutsuzluğu yok etmek isterse, bu umutsuzluktan çıkamadığını ve tüm bu boş çabasının onu yalnızca daha derin bir umutsuzluğa soktuğunu söyleyecektir. Umutsuzluk tamamen yok olduğunda, ben’in durumunu betimleyen formül şudur: Ben, kendine yönelerek, kendi olmak isteyerek, kendi saydamlığı içinde onu ortaya koyan gücün içine dalar.” diyerek çözülmesi zor bir sorunla baş başa bıraktığında beni; şöyle düşünmeye çalıştım: Trajik olmayan bir dünya bir gün bile yaşamaya değmezdi.
Yine de dün gece onu eve alabilmek için her şeyi denemiştim. Kör olmasına yol açan şey her neyse, içine sonsuz bir korku ve hareket eden her şeye karşı ihtiyatlı olma dürtüsü yerleştirmişti. En sonunda kendi canına mâl olacak bu güvensizliğe sürüklenmesi de sanırım o elim olaydan kaynaklandı.
Bu dünya canımı çok sıkıyor.