Kütüphaneci’yle günün birinde görüşebilmekten umudu kestim. Başlangıçta dünyanın en kolay işi, diye düşünüyordum. Karşıma bu derece kaprisli, acımasız, halden anlamaz bir adam çıkacağı aklıma gelmedi. Hoş, adam diyorum ona ama cinsiyetini de öğrenemedim gitti. Hatta zaman zaman bir insan olduğundan bile kuşkulanıyorum. Örneğin dev bir kuzgun, koca bir karınca, şişko, suratsız bir kurbağa, kıpırtısız, gözlüklü kırmızı bir baykuş ya da çirkin, şaşı bir tavşan da olabilir. Belki de paslanmış, aksamları uzun zamandır yağlanmamış demode bir robot. Kesin diyebileceğim tek şey, çok yaşlı ama dinç biri olduğu. Haftanın yedi günü çalıştığı, iş yaşamı boyunca izin kullanmadığı, mesaisine asla gecikmediği, kütüphanedeki her kitap hakkında az ya da çok bilgisinin bulunduğu… Bunları da kimseden saklamıyorlar zaten. Gazeteler bile, yazın konu sıkıntısı çektiklerinde gündeme getiriyorlar. İnsanlar da bu kadarcık bir malumatın yeterli olduğunu düşünüyor, utanıp sıkılmadan, sorunun tamamen benden kaynaklandığını iddia ediyorlar. Olayı takıntı haline getirdiğimi savunuyorlar. Bu kütüphaneci işini fazla abartıyormuşum, gözümde çok büyütüyormuşum ben. O da, devletin azıcık yüksek rütbeli bir memuruymuş alt tarafı. Zamanı gelince emekliye ayrılıp evinin yakınlarındaki kahvehanelerde zombi gibi sürtmeye başlarmış her memur gibi; ben de o derece meraklıysam, ilgimi hâlâ yitirmemişsem yanına varıp derdim neyse söylermişim kendisine efendice, en yakın ahbabı olurmuşum belki de. Daha bunun gibi bir yığın safsata…
Bugüne dek ulaşabildiğim en üst düzey görevli, Kütüphaneci’nin üç numaralı yardımcısının sekreter vekili oldu. (Hiç yoktan iyidir, yakındığım sanılmasın.) Onunla da telefonda irtibat kurabildim ancak. İnanır mısınız, şöyle karşılıklı oturup ağız tadıyla bir çay-kahve içmek nasip olmadı. Zaten uzun süreli bir görüşme sayılmazdı. Önce kısaca kendimi tanıttım. Ne zamandır Kütüphaneci’yle yüz yüze görüşmek istediğimi, hayatta hiçbir zaman bundan başka gayem bulunmadığını, ama nedense kapıların her seferinde yüzüme kapandığını söyledim. Son çare olarak da kendisini aramaya karar verdiğimi, daha doğrusu haddim olmaksızın rahatsız etmeyi göze aldığımı, bana yardım etmeye çalışacağına yürekten inandığımı belirttim. Beni dikkatle dinledi. Ya da belki ben dinlediğini zannettim. Belki de almacı ters çevirip masasına bırakmıştı konuştuğum müddetçe. Sözlerimi bitirdikten on saniye kadar sonra, ‘’İyi günler size, lütfen bir daha bu numarayı aramaya kalkışmayın,’ deyip telefonu suratıma kapattı alçak. NEDEN ÖYLE YAPTI, BU İÇTENLİKLİ SÖZLERİME VE NEZAKETLE DİLE GETİRİLMİŞ RİCAMA NEDEN OLUMSUZ DA OLSA BİR YANIT, İNSANCA BİR TEPKİ VERME GEREĞİ DUYMADI, BİLEMİYORUM. Belki de üst makamlardan kendisine gelen talimatlar o yöndeydi. Onun da günahını almak istemem durduk yere. Nihayetinde düşük dereceden bir bürokrat, tavuğun suyunun suyu…
Doğrusunu söylemek gerekirse, Kütüphaneci’yle telefonda bile görüşemeden ölüp gideceğimi, toprak olacağımı bilmek kötü, ÇOK KÖTÜ HEM DE. Oysa onunla konuşacak ne çok şeyimiz var. Sayısız ortak noktamız, ilgi alanlarımız, hobilerimiz. Yıllardır kendisine yöneltmek üzere her biri hayati önemde yığınla soru biriktirdim kafamda. Neredeyse A’dan Z’ye her şey hakkında, sırf onunla paylaşmak maksadıyla ne kadar değişik konu, gereksiz ayrıntı üzerine manyakça, hiç azalmayan bir tutkuyla düşündüm, sabahlara dek kafa patlattım. O asla gerçekleşmeyecek olağanüstü önemdeki görüşmenin provasını on binlerce kez yaptım imgelemimde. Kütüphaneci en şık takım elbisesini giymiş, beni devasa boyutlardaki binanın kapısında güleryüzle, elinde çiçeklerle karşılıyor. Yıllardır bu buluşmayı beklediğini, gözünün yollarda kaldığını, artık neredeyse umudunu yitirmeye başladığını söylüyor. Biraz çekingen bir ruh haliyle kendisiyle tokalaşmak üzere hamlemi yaptığım anda, ona uzattığım elimden hızlıca çekip sımsıkı, uzun uzun sarılıyor bana. Aramızda o kadar resmiyete, merasime ne gerek var yahu? diye soruyor. Aşk olsun! Kardeşten bile daha yakın değil miyiz seninle! Hatta bence ikimiz aynı kişi sayılırız. Ne zamandır tanışmak, kavuşmak istiyordum, ama işte kısmet bugüneymiş, yıllar yılı gereksiz yere beklemek yazgımızmış. Hep bu anlamsız, sonu gelmez işler-güçler yüzünden. Sürüyle kırtasiyecilik, gereksiz yazışmalar, içi boş görüşmeler, bitmek bilmez sıkıcı toplantılar. Hadi, diyor, hemen makam odama geçelim, artık daha fazla zaman yitirmeyelim ne olur, konuşacak, tartışacak, üzerinden hızlıca geçilecek ne çok şeyimiz var seninle. Bugün ikimize de uyku haram. Ben kendi adıma gözümü bile kırpmayacağım, söz. Sabırla, hoşnutlukla, giderek çoğalan bir dikkatle, doymaksızın, usanmaksızın dinleyeceğim anlatacaklarını. Sen de susmak nedir bilmeyeceksin sanıyorum. Coştukça coşacaksın. Konu konuyu açacak. Boğazını temizleyecek, bir yudum su içecek fırsatı bile bulamayacaksın belki. Orası kesin. Ama artık o kadarcık da olsun. Bunu fazlasıyla hak ettin. Yıllardır, bitmek bilmez bir sabırla bugünü bekledin. Görüşmenin kusursuz geçmesi adına hayatını yaşamaktan feragat ettin, geceleri tatlı uykularından oldun. Hep beni, bu ilahi kavuşmayı, kaynaşmayı, tarihi belirsiz randevuyu hayal ettin… Buyur canım, çekinme, geç şöyle, sakin ol, kendi evindeymiş gibi rahat hisset lütfen.