‘İyi aile yoktur.’ isimli kitabında Nihan Kaya, ‘Çocukluk, cehennemdir.’ diyor. Ve bunu, Hallac-ı Mansur’a ait bir söz ile açıklıyor: ‘Cehennem, acı çektiğimiz yer değil; acı çektiğimizi hiç kimsenin bilmediği yerdir.’
Zehirli anne-babalık, edebiyattan sinemaya pek çok sanat dalının konusu olmuştur. Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos tarafından kaleme alınan Şeker Portakalı romanı ya da Andrey Zvyagintsev’in yönetmenliğini üstlendiği ‘Sevgisiz’ isimli filmde tasvir edilen ebeveynleri, çocuklarını acımasızca zehirleyen yönleri nedeniyle bu duruma rahatlıkla örnek gösterebiliriz.
Bu yazının odağında ise bir animasyon dizi var. Bağımlılıkları ile kendini yok etme eğilimi olan ve kurtuluşunu kadınlarda arayan orta yaşlı bir atı merkeze alarak başlayan ve sezonlar ilerledikçe bundan çok daha fazlası olduğunu zekice kaleme alınmış senaryosu ile ortaya koyan bir dizi Bojack Horseman. Bağımlılık, zihin sağlığı, varoluş krizleri, cinsiyetçilik gibi birçok konuyu bölümler ilerledikçe katman katman açan bu Netflix dizisi, komedi ile dram arasında sert bir şekilde salınıyor ve geride oldukça yoğun bir tat bırakıyor. Aile bağları da sıklıkla işlenen, dizinin yaslandığı karmaşık konulardan biri. Eğer siz de kendinizi anneler/babalar günü gibi kutlamalarda karanlık tarafta hissediyorsanız ya da en azından hayatınızın bir bölümünde öyle hissettiyseniz, bu diziyi, özellikle de ‘Bedava Churro’ isimli bölümü izlemenizi tavsiye ederiz. Çünkü, toksik ebeveynler vardır. Çünkü, kendini yalnız hissetmemek önemlidir.
Sözünü ettiğimiz bölümde Bojack Horseman bir cenaze töreninde anma konuşması yapıyor, yirmi dakikalık, sarsıcı bir monolog bu. Yayınlanır yayınlanmaz geniş çaplı ses getiren ve 9,8 IMDB puanına sahip olan bölüm, en iyi animasyon kategorisinde Primetime Emmy ödüllerine aday gösterilmiş. Trajedi ile komediyi kusursuz bir biçimde harmanlayan bölüm, Bojack’in annesinin ne kadar korkunç biri olduğunu kavrayışı, annesinin vefatı sonrası yasını yaşayış biçimi ve bu yaşında neden hala kalbi kırık biri olduğunu göstermedeki mahareti nedeniyle çoğu eleştirmenden ‘pekiyi’ almış. Ancak, kullanılan acımasız dil nedeniyle bir kısım tarafından yergi ile karşılandığını da ekleyelim.
Bojack daha küçük bir çocukken babası ile aralarında geçen bir monolog ile açılıyor bölüm. Flashback olarak verilen sahnede babası Butterscotch Horseman, işini yaparken aile üyeleri tarafından nasıl rahatsız edildiğinden ve bunun ne kadar korkunç bir şey olduğundan şikayet ediyor, bunun için oğlu ile karısını suçluyor, sonra da karısının ne kadar iyi ve mükemmel bir anne olduğundan dem vuruyor.
Butterscotch Horseman: ‘Bu, onun hatası değil. O, elinden gelenin en iyisini yaptı. Sadece şunu bilmelisin: kadınlara güvenenilmez. Aslında hiç kimsenin gerçekten seninle ilgilenmeyeceğini er ya da geç öğreneceksin. Sandviçimi kendi başıma hazırlamam gerektiğinde öğrendim ben de bunu. Kimseye sırtını yaslayamazsın, Bojack. İyiliğin için bunu anla. Sana bunu öğrettiği için iyi bir anne o. Bu yüzden pek çok çocuktan daha avantajlısın. Gerçekten şanslısın.’
Bojack babasının bu sözlerini o kadar içselleştiriyor ki annesini anma konuşmasında şöyle diyor:
Bojack Horseman: ‘Ama sanırım bunu bilmem iyi oldu. Bana ilgi gösterecek hiç kimsem yok, geçmişte olmadı, gelecekte de olmayacak. Hayır, güvenebileceğim tek kişinin kendim olduğunu anlamam gerçekten iyi oldu. Artık bunu anladım ve bu çok iyi. Bu yüzden, annem iyi ki öldü.’
Zehirli ebeveynlik üzerine muazzam tespitleri çarpıcı cümlelerle aktaran bölümü, Will Arrent’in tek kişilik dev kadro olarak gerçekleştirdiği seslendirme şöleni eşliğinde izlemek gerekiyor elbette ancak bölümden alıntıladığımız cümlelerin Bojack Horseman’ın makbul mağdur rolüne bir an bile soyunmadığı sarsıcı tonu kavramak için sizlere yeterli fikri vereceğini düşünüyoruz. Dizi ve bölümü bilen ve sevenlere de ayrıca selam olsun.
Bojack Horseman: ‘Yol üstündeki bir restorana girdim. Tezgahın arkasındaki kız bana, “Selam! Harika bir gün geçiriyor musunuz?” diye sordu. Aslında öyle sormadı. “Gününüz nasıl geçiyor?”. O da değil. “Harika bir gün geçiriyor musunuz?” , ki bu çok daha tatlı…ve çok daha boktan, çünkü onunla aynı fikirde olmayışımın yükünü tamamen bana bırakıyor, “harika zaman” geçirmiyorsam, birden negatif biri oluveriyorum.
İnsanlar genellikle nasıl olduğumu sorduğunda, asıl cevabım boktan hissettiğimdir, fakat boktan hissediyorum diyemiyorum çünkü aslında boktan hissetmek için iyi bir nedenim yok. Bu yüzden eğer olur da “Boktan hissediyorum,” dersem onlar da bana, “Niçin? Neyin var?” diyor. Ben de “Bilmem, her şey?” diyecek oluyorum. Bu yüzden, insanlar bana nasıl olduğumu sorduğunda genellikle “Harika” deyiveriyorum.
Fakat restorandaki kız bana harika bir gün geçirip geçirmediğimi sorduğunda, “Bugün bok gibi hissetmeye iznim var.” diye düşündüm. Bugün iyi bir nedenim var, bu yüzden kıza “Şey, annem öldü,” dedim ve kız birden gözyaşlarına boğuldu. Öyle olunca, sakinleştirilmesi gereken kişi o, sakinleştirecek kişi de ben oluverdim ki bu çok sinir bozucuydu, çünkü bu esnada arkamda bekleyen bir sürü göz, kızı ağlattığım için yargı dağıtan bakışlar fırlatıyordu bana. Kız durmadan “üzgünüm, çok üzgünüm,” diyor, ben de “Sorun değil, sorun değil.” falan diyordum. Yani, ‘sorun değil’ değildi aslında ama bilirsiniz işte, sorun değildir…. Kız özür diledi ve bana churro ısmarlamak istedi. Ve ben restorandan çıkarken şöyle düşündüm. “Annem öldüğü için az önce bedava bir churro aldım.” Kimse size, anneniz ölünce bedava churro alacağınızı söylemez.
…
Beatrice Horseman, kimdi o? Olayı neydi? Şey, o bir attı. 1938’de doğdu. 2018’de öldü. Hayatında bir kez yürüyüşe katıldı ve bir seferinde uzun bir çekişte bütün sigarasıyı içti. Bunu yaparken izlemiştim onu. Gerçekten büyüleyici bir kadındı.
Dolu dolu yaşadı. Yaşam derken? Yaşam akar gider, bir şeyler olur. Sonra bir bakmışsın ölmüşsün. Tamam, tüm anlatacaklarım işte bu kadar, hepiniz harikaydınız. Garsona bahşişimi verin. Hayır, dalga geçiyorum! Garson falan yok. Ama cidden annemle ilgili tüm anlatacaklarım bu kadar. Ölü bir atı dövmenin bir anlamı yok, değil mi? Öyleyse…
[iç çeker] Peki şimdi ne olacak? Hiç bilmiyorum. Anne, senin bir fikrin var mı? Herhangi bir fikir? Hiçbir şey mi? Katkıda bulunacağın hiçbir şey yok mu? Eğer benimle gurur duyuyorsan tabuta bir kere vur.
Annem bana çenemi kapatıp ona içki getirmemi söylemeden onunla aynı odada olmanın nasıl bir duygu olduğunu sizlere anlatabilir miyim? Hey, anne, eğer çenemi kapatmam gerektiğini düşünüyorsan tabuta bir kere vur. Hayır mı? Emin misin? Bu anma konuşmasını kendi konuşmam haline getirerek seni utandırmak istemiyorum, bu yüzden, cidden, eğer yerime geçmemi ve konuşmayı başkasının yapmasını istiyorsan, tabuta vurman yeterli. Alınmam. Hayır mı? Nasıl istersen. Senin cenaze törenin neticede.
Üstü kapalı tabut için üzgünüm. Açık bir tabut istemişti ama bilirsiniz işte, artık ölü olduğuna göre ne istediğini kim takar? Hayır, böyle söylemek kulağa kötü geliyor. Affedersiniz. Bence şayet ölüyken nasıl göründüğünü görebilseydi kendisi de böyle olsun isterdi. Aynen şöyle görünüyor.
….
[boğazını temizler]
Hikaye şöyle başlıyor. Henüz bir delikanlıyken lisedeki yetenek gösterisinde komedi performansı sergiledim. Beni Albert Brooks gibi göstereceği için giymeyi istediğim havalı bir ceket vardı. Onu satın alabilmek için aylarca para biriktirdim. Tüm parayı biriktirdiğimde, mağazaya almaya gittim ama son ceket az önce satılmıştı. Ben de eve döndüm ve olanları anneme anlattım. Annem bana dönüp “Bu senin için iyi bir ders olsun. Bir şeyleri istemekten çıkaracağın iyi şey bu olsun.” dedi. Hayatla ilgili öğütler vermek ve her şeyi, aslında kendi hatam olduğuna bağlamakta gerçekten iyiydi.
Fakat sonra, yetenek gösterisinin olduğu bir gün annem bir sürprizle çıkageldi. İstediğim ceketi almıştı. Benden önce satın almış. Bunun nasıl ifade edeceğini bilemese de beni sevdiği anlamına geldiğini düşündüm.
Annemle ilgili iyi bir hikaye işte. Gerçek değil ama iyi bir hikaye, değil mi? Çocukken izlediğim Maude isimli diziden aldım, oradaki karakter babasından söz ediyordu. İzlerken “İşte ailem öldüğünde anlatmak isteyeceğim türden bir hikaye” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Ama benim böyle hikayelerim yok. İyi biri olmakla ilgili her şeyi televizyondan öğrendim. Ve televizyonda kusurlu karakterler sürekli olarak büyük ve şaşırtıcı jestlerle insanları önemsediklerini gösterirler. Ve sanırım bir tarafım, sevginin böyle bir şey olduğuna hala inanıyor. Ama gerçek hayatta, büyük jestler yeterli olmaz. İstikrarlı olmalısınız, güven verici ölçüde iyi olmalısınız. Ortalığı batırdıktan sonra birden en yakın arkadaşınızı kurtarmaya okyanusa açılmazsınız ya da bir sırrı çözmeye Kansas’a uçmazsınız. Her gün yapmanız gereken şeyler vardır, ki bu yüzden çok…zordur.
Çocukken kendinizi büyük jestlerin yeterli olabileceğine inandırırsınız, ebeveynleriniz tekrar, tekrar ve tekrar öyle olmadıklarını göstermiş olsa da bir an gelip sizi şaşırtabileceklerini düşünmek istersiniz….Harika olurdu. Hayatım boyunca o anın gelmesini bekledim. Annem zor bir kadın olmasına rağmen derinlerde bir yerde beni seviyor, önemsiyor ve onun hayatını bir parça da olsa aydınlattığımı bilmemi istiyordu. Şu an bile kendimi hala bunu beklerken buluyorum.
Hey, anne, beni seviyor, önemsiyor ve senin hayatını bir parça da olsa aydınlattığımı bilmemi istiyorsan tabuta bir kere vur.
Son dakikalarında hastanede yanındaydım, hiçbir anlamı olmayan bağırışlar ile dolu korkunç anlardı, fakat şöyle bir şey oldu, benim olduğum yöne baktığı tuhaf derecede sakin, kısa bir an ve “I see you/Seni görüyorum.” dedi. Bana söylediği son söz bu oldu. “I see you/Seni görüyorum.” Yargı dolu bir cümle ya da hayal kırıklığı anlatan bir ifade değil, sadece kabullenme ve odadaki diğer kişiyi basitçe tanıma. “Merhaba oradaki. Sen bir bireysin. Ve ben seni görüyorum.”
Anlatmama izin verin, 54 yaşında biri için hissetmesi tuhaf bir şey. Hayatınızda ilk kez anneniz sizi gördüğünü söylüyor. Hayatınız boyunca eksikliğini hissettiğiniz şeyin bu olduğunu fark etmek garip. İstediğiniz tek şey bu, görülmek. Ve sonunda görülmüş olmak da rahatlama getirmiyor. “Demek, ne istediğimi aslında biliyordun, yine de onu bana vermek için son dakikayı bekledin.” gibi bir his oluyor. Daha zalimce davranmasına hazırlıklıydım. Onu nasıl hayal kırıklığına uğrattığım, ne kadar şişman ve aptal olduğumla ilgili son, şok edici bir hareket yapacağından emindim. Ne kadar aciz, ne büyük bir yük ve utanç kaynağı olduğumu ondan duymaya çok hazırdım. Hazır olmadığım şey “I see you/Seni görüyorum.” cümlesiydi. Ancak annem gibi biri onunla bağ kurduğum anda benden uzaklaşarak son vuruşunu yapacak kadar kötü olabilir. Belki ona çok fazla inanıyorum. Belki de bu bağ kurmak ile ilgili değildi. Belki de “Seni görüyorum.” şöyle demekti: “ Dünyanın geri kalanını kandırabilirsin ama ben senin ciğerini bilirim.” Bu annemin hızı işte. Belki de kelimenin gerçek anlamını kastetmişti. “Seni görüyorum. Görüş alanıma girmiş bir objesin.” Son dakikalarında görüşünü tamamen yitirdi ve belki de tüm bu olan bitene anlam yüklemeye çalışmak aptallıktır.
……
90’larda , Horsin’ Around ismindeki ünlü bir televizyon dizisinde oynuyordum. Bir hayranım bana “Hey, atın Ethan’la kız arkadaşı ile ilgili moral konuşması yapmak zorunda kaldığı bölümü hatırlıyor musun? Mutfak tezgahında bir kahve fincanı vardı, atın olduğu sahnelerde fincan olduğu yerde dururken Ethan’ın olduğu sahnelerde aynı kahve fincanı artık görünmüyordu. Bu, iki kişinin birlikte yaşadıkları bir anı ne kadar farklı hatırladıklarına dair bir şey miydi?” diye sordu. Ve ben bile “Hayır, dostum, ekipten birisi sahne çekilirken onu orada unutmuş.” diyecek kadar kalpsiz değilim. Bu yüzden onun yerine sadece “Evet.” dedim.
Belki annemle olanlar bu kahve bardağı gibi bir şeydi. Belki her ufak şeye önem atfedecek kadar aptal olan biziz. Belki birisi “Seni görüyorum.” dediğinde sadece “Seni görüyorum.” demek istemiştir. Ve belki de annem benimle konuşmuyordu bile çünkü dürüst olmak gerekirse, tam olarak bana bakıyor bile sayılmazdı. Benim arkamdaki bir şeye bakıyor gibiydi. Odada başka kimse yoktu, bu yüzden benimle konuştuğunu düşünmek istedim. Ama aslında o anda çok uzaklara gitmişti bile, o an neler gördüğünü Tanrı bilir. Kiminle konuşuyordun, anne? Söylemeyecek misin? Bizimle misin, anne?
Belki de babamı görmüştü. Bir düello sırasında aldığı yaralardan on yıl kadar önce öldü babam. Babanız öldüğünde kendinize pek çok soru sorarsınız. “Bi’ dakika, düelloda öldüğünü mü söyledi?” ve “Kim düelloda ölür ki?” gibi sorular. Her şey çok saçmaydı. Babam bütün hayatını kitap yazarak geçirdi, fakat hiçbir kitapçıda satılmadı, hiçbir gazetede üzerine konuşulmadı.
….
Keşke o zaman da aynı restorana gitseydim. Belki yine bedava churro alırdım. Babamın cenazesinde konuşmayı annem yaptı. Tüm hayatım boyunca ağzından çıktığını bir kez bile duymadığım bir şey söyledi, “Kocam öldü ve her şey artık çok daha kötü.”
“Kocam öldü ve her şey artık çok daha kötü.” Neden böyle bir şey söylediğini hala bilmiyorum. Belki bunun cenazede söylenmesi gereken bir şey olduğunu düşündü. Belki bir gün bunu birisinin onun için söylemesini umdu. “Annem öldü ve her şey şimdi çok daha kötü.” Ya da belki de tüm servetini çarçur edip yerine borç bıraktığını biliyordu ve bu, dul eşine bırakmak için oldukça boktan bir şeydi. “Kötü haber, eşinizi kaybettiniz ama buna çok üzülmeyin, çünkü evinizi de kaybettiniz!” Belki annem tüm güzel mücevherlerini satıp yeni bir eve taşınmak zorunda kalacağını biliyordu. Belki “her şey artık çok daha kötü.” derken kastettiği buydu. Kastettiğin bu muydu, anne?’
Annem cenazesinde eski televizyon dizim hakkında bu kadar çok konuştuğumu bilseydi bundan nefret ederdi. Belki de aptal oğlunun bir şeyi doğru düzgün yapamamasını komik bile bulurdu. Kim bilir? Ne söylememi istediğine dair hiçbir ipucu bırakmadı bana. Tek bildiğim, üstü açık tabut istediği ve aptal oğlunun bunu bile beceremediği. Tüm hayatım aksini gerçekleştirmek için çabalamakla geçmiş olsa da onu memnun etmeyi bildiğimi anlatmayacağım sizlere. Yoğun Bakım Ünitesinde (ICU) bana baktığı anlara geri döneceğim. “I-C-U.”
“I see you./Seni görüyorum.I… see(C)… you(U)” Aman Allah’ım, yoğun bakım ünitesindeydik ve o, sadece tabelayı okuyordu. Annem öldü ve bana ondan kalan tek şey bedava churro.
Bütün bu olanlarla ilgili en boktan şey ne biliyor musunuz? Tezgahın diğer tarafındaki bir yabancının bana bedava churro vermesi, nezaket içeren bu küçücük davranışın, annemin tüm baş belası hayatı boyunca bana gösterdiğinden çok daha şefkat dolu olması. Birine iyi davranmak ne kadar zor olabilir ki? Restorandaki o kız beni tanımıyordu bile. Ben senin oğlunum! Tüm sahip olduğum sendin!
[iç çeker]
Bi’ arkadaşım var. İlk tanıştığımızda babası ölmüştü ve babasının cenazesine onunla birlikte gittik. Aylar sonra neden hala üzgün olduğunu anlamadığını anlattı çünkü babasını hiçbir zaman sevmemişti bile. Benim için anlamlıydı bu, çünkü babam öldüğünde ben de benzer şeyler hissetmiştim. Şimdi de benzer şeyler yaşıyorum. Nasıl bir şey, biliyor musunuz? Becker isimli dizideki gibi, hani şu Ted Danson’lı dizi. Tüm diziyi sezon boyunca işlerin iyiye gideceğini umarak izledim ama asla iyiye gitmedi. Bütün parçalar doğruydu ama birbirlerini tamamlayamadılar. …. Bir ebeveyni kaybetmek de böyle bir şey işte. Tıpkı Becker’daki gibi.
Hep istediğiniz iyi bir ilişkiyi asla kuramayacağınızı birden fark ediyorsunuz ve hayatta oldukları süre zarfınca, bunu asla kabul etmeseniz de bir tarafınız, en aptal ve en baş belası tarafınız hala bu olasılığa tutunmuş oluyor. O olasılık artık ortada olmayana kadar bunu fark etmiyorsunuz bile.
Annem öldü ve her şey şimdi daha kötü, bunu biliyorum çünkü artık bana bakıp “BoJack Horseman, seni görüyorum.” diyen bir annem olmayacak. Ama sanırım bunu bilmem iyi oldu. Bana ilgi gösterecek hiç kimsem yok, geçmişte olmadı, gelecekte de olmayacak. Hayır, güvenebileceğim tek kişinin kendim olduğunu anlamam gerçekten iyi oldu. Artık bunu anladım ve bu çok iyi. Bu yüzden, annem iyi ki öldü.
[yutkunur, iç çeker]
Ölmüş bir atı dövmenin anlamı yok. Beatrice Horseman 1938’de doğdu ve 2018’de öldü. Hiçbir fikrim yok…ne istediği ile ilgili. Hepimizin istediği şeyi istemesi dışında … görülmek.