in

Baykuşun Kırk Asırlık Muskası (Mavi Anadoluculuğa Giriş)

Hatay’da Kırk Asırlık Türk Yurdu Sokağı isimli bir sokak olduğunu öğrendiğimde çok gülmüştüm. Ne de olsa Türklerin Anadolu’ya 40 asır önce değil 1071 yılında Malazgirt Savaşı ile 10 asır önce girdiği hepimize ortaokulda öğretilmişti. Vakti zamanında Zeus’un meskeni olmuş Tahtalı Dağı’nda kamp ateşini izlerken çekilmez bir sarhoşun, köyünde uğursuz kuş baykuşu görenlerin birer birer öldüklerini anlatmasının da gecenin güzelliğine nasıl bir limon sıktığını herhalde tahmin edebilirsiniz. Bu internet sayfasına girdiğinize göre muska takmanın da anlamsız olduğunu düşünüyorsunuzdur muhtemelen. Ben de muska takmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum düşünmesine de bir gün ölü bir ressamın paslı raflarından bulduğum iki yırtık pırtık kitap ile Kırk Asırlık Türk Yurdu Sokağı, uğursuz baykuş ve muska öyle bir anlam, bütünlük ve güzellik kazandı ki o çekilmez sarhoşun anısı bile hatıralarımda hoş gözükmeye başladı.

Ölü ressamın paslı raflarından bulduğum iki yırtık pırtık kitaptan birinin adı Anadolu Efsaneleri. Yazarı Cevat Şakir Kabaağaçlı (Nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı veya kısaca Balıkçı). Diğeri ise Anadolu İnançları. Yazarı, ressam ve şair Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun yeğeni İsmet Zeki Eyuboğlu. Meğerse taa Hititlerden başlarmış Türklerin tarihi ve bu yüzden kırk asırlıkmış bu yurt Türklere ve bu yurtta yaşayan diğer milletlere. Dahası, birkaç Hitit prensliğinin birleşerek kurduğu Hattena Krallığından gelirmiş Hatay’ın ismi. Baykuş da kırk asırdır uğursuzmuş ve muska da takarmış bu yurdun insanı İslamiyet’ten taa otuz asır öncesinden beri. Baykuş kırk asırdır boynunda bir muskayla sabır ile bekliyormuş birilerinin boynundakini açıp okumasını. Elbette iki kitap ile sınırlı kalamazdı baykuşun boynundaki muska. Bir bakayım dedim muskada yazanlara ve neler göreyim? Mavi yolculuklardan Yunus Emre’ye, Pera’daki bir hayaletten Homeros’a, Mina Urgan’ın kırık kaburgalarından Asmalımescit’in bohem evlerine, Thales’ten Dante’ye neler neler yazıyormuş o kırk asırlık muskada. Ben çok keyif aldım muskayı okurken ve sizlerle de paylaşayım dedim. Umarım siz de seversiniz baykuşun muskasında yazanları.

Muskayı ilk açan: Balıkçı

Sadrazam Cevat Paşa’nın kardeşi tarihçi Mehmet Şakir Paşa’nın eşi İsmet Hanım oğlunu doğurduğu 16 veya 17 Nisan 1890 gecesi rüyasında Musa peygamberi görmeseydi Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın (veya Balıkçı’nın) Musa diye bir ismi daha olmayacaktı. Balıkçı’nın kitaplara olan düşkünlüğü yatılı okuduğu Robert Koleji’nde kütüphaneye girmesini yasaklatacak kadar olmasaydı da, ya da bu yasağı arkadaşlarına getirttiği kitapları battaniye altından fener ile okuyarak delecek kadar, belki de Oxford Üniversitesi’nde okuyamazdı.

Balıkçı memlekete döndükten sonra, İstanbul işgal altındayken Diken isimli bir gazetede basılan bir karikatürü yüzünden işgal kuvvetleri tarafından tutuklanmaktan kıl payı ile kurtuldu. Fakat Resimli Hafta isimli dergide asker kaçakları ile ilgili bir yazısından dolayı İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmak üzere bir trende iki kolunda iki asker ile kelepçeli olarak İstanbul’dan Ankara’ya götürülürken bu kadar şanslı değildi ve Bodrum’da üç yıllık kalebentliğe mahkum oldu. Biz de bu sayede günümüzün sosyetik ilçesinin zamanının sürgün yeri olduğunu öğrenmiş olduk.
Hazır konu Balıkçı’nın aldığı cezalardan açılmışken… Ailesinin içine düştüğü ekonomik sorunlar yüzünden İstanbul’dan ayrılıp Afyon’daki çiftliklerinde yaşamaya başladıkları dönemde babasını nasıl öldürdüğünü Azra Erhat’a yazdığı bir mektupta şöyle anlatır:

Eh canım münakaşa pek karışık konular üzerineydi ve pek şiddetliydi. (…) Münakaşa öyle bir raddeye vardı ki benim üzerime ateş etti. Ben rastgele oradaki bir tabancayı alarak – ama onun eli tabancaya giderken yüzünden okudum – ona doğru, nişan almadan, ateş ettim. (…) Bu münakaşa götürmez, yoksa ölen ben olurdum. Hayır o öldü! Ben de ölümden beter mahvoldum.


Balıkçı işlediği bu cinayetten dolayı 15 yıl hapis cezasına çarptırılıp neresi olduğunu öğrenemediğim bir hapishanesinde sekiz yıl yattıktan sonra verem olduğu için salıverilir. Tahliye olduktan sonra sıkıntılarından kurtulmak için huzuru Rifai tekkesinde bile arar ve kendisine ilk güler yüz gösteren kişi olan Hamdiye isimli bir kadın ile evlenir. Öncesinde ise -yanılmıyorsam İngiltere’ de öğrenci iken- Agnesia Kaferia isimli bir İtalyan kadın ile evlenip bir çocuk yapmıştır. Pilar isimli bir İspanyol kadın ile yaşadığı evlilik dışı ilişken doğan bir başka çocuğu ise İspanyol iç savaşında savaşırken hayatını kaybetmiştir. Hangi tarafta savaştığına dair herhangi bir bilgiye ulaşamadım ama görünen köy kılavuz istemez.

Daha tatlı konularla devam edelim (belki de bu konular kulağa geldiği kadar tatsız değildir kim bilir). Baykuşun muskasını açtıktan sonra neler bulduğu ile örneğin. Bulduklarından birinin ay yıldızın Hititler’de kutsal bir işaret olduğunu söylersem şaşırır mısınız? Ya da bakire çocuk doğuran Anadolu Tanrıçası Kibele’nin veya başka bir ismiyle Hepa’nın Filistin’de nasıl Heve’ ye ve oradan da Sibel’e dönüştüğünü… Kibele’nin öldürdüğü fakat her baharda canlanan aşkı Attis’in ise nasıl Sümerler’de bahar Tanrısı Tammuz olduğu ve Tammuz’un nasıl damızlık olduğunu okuduğumda da şaşmıştım. Bir iki milyonluk Oğuz boylarının Anadolu’ya girdiklerinde halihazırda 21 milyonluk Anadolulu ile nasıl kaynaştıklarını da belirtir ki Antik Anadolu’nun mirasını nasıl hala daha taşıdığımıza şaşırmayalım. Balıkçı bu konuları Hey Koca Yurt, Merhaba Anadolu, Anadolu Tanrıları ve Anadolu’nun Sesi gibi kitapları ile Türk edebiyatına kazandırmıştır. Sakın ola güneş dil teorisi ile karıştırmayın bu iddiaları. Balıkçı bütün dillerin Türkçeden türediği gibi bilimdışı iddiaları hiçbir yapıtında dillendirmez. Sadece çağdaş Anadolu ile antik Anadolu medeniyetleri arasındaki devamlılığa dikkat çeker.

Balıkçı’nın bir başka enteresan tarafı daha vardır. Bilim ve felsefenin Antik Yunan’dan önce Anadolu’da başladığını iddia eder. Fenikeli Thales’ in, İ.Ö. 28 Mayıs 585 günü yaşanacak olan güneş tutulmasını bir yıl önceden hesaplamasını aydınlanma yolunda atılmış ve Antik Yunan’ da bulunması mümkün olmayan bir kilometre taşı olarak görür örneğin. İyonyacanın Yunanca ile hiçbir ilgisi olmadığının altını da çizerek İyonya mirasını Helen kültürünün bir parçası olarak görmez. Anaksimandros, Anaksimenes, Leucippos, Demokritos ve Heraklitos gibi Miletosluların (yani bugünkü Didim) Helenliler gibi soyut düşünce ile uğraşmak yerine bilimsel ve maddi işlerle uğraştıklarını belirtir. Hatta bu yüzden kendilerine filozof yerine doğa bilgini anlamına gelen “fusyologos” derlermiş.

Sokrates, Plato ve Aristoteles Balıkçı’da alerji yapar. Bu üç filozofu Anadolu’nun bilimsel düşüncesini bilimdışı bir metafizik düşünce haline getirip dini yobazlığın felsefi temelini atan tiranlar, oligarklar olarak görür. Sokrates ile ilgili şu iddiasını okuduğumda şaşkınlıktan dona kalmıştım:


Sokrates’in “Tanrılara inanmıyor” diye ölüme mahkum edilişi Atina’nın bir bahanesiydi. Sokrates, ilk fukara karısını boşadıktan sonra, oligarşiden, zengin aileye damat oldu. Oligarkların avukatı oldu, zararsız bir filozof iken, Atina’nın bir politik baş belası kesildi. Otuz tiranların başkanı Kritas’ın dostuydu. Otuz tiranla oligarklar, yedi-sekiz Atina demokratını öldürdüler ama Peloponez savaşında yenilen Atina’da oligarklar, istilacı Sparta tarafından korunuyorlardı.

Atina Akropol’ünde bir Sparta garnizonu duruyordu. Oligarkların cinayetleri, Sparta’nın zoruyla çıkartılan genel afla örtbas edildiği için, hesap vermekten kurtulan Sokrates, yurda ihanet suçu ile yargılanamadı da “Tanrıları tanımadı” bahanesi uyduruldu. (Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt, 311)

Dahası gerçek Sokrateslerin Anadolu’da yaşadığını iddia eder:

Protagoras ile Anaksagoras, “Ay ve güneş tanrı değil, madde kütlesidir” dedikleri için, tanrıyı inkar suçundan ölüme mahkum edildiler. (Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt, 311).

Oligark evlerinde oturan ve her maddenin soyut bir ideası olduğunu iddia eden Atinalı Platon’u bir fıçının içinde yaşayan Sinoplu Diyojen’in “Masayı anlarım da masanın ideası nı (yani ebedi masayı) anlayamam” (Halikarnas Balıkçısı, Anadolu’nun Sesi, 58) sözü ile eleştirdiğini de aktarır ve bu sayede oligark filozofların aksine Büyük İskender’i başından kovabilecek cesareti bulabildiğini de söyler Balıkçı. Platon’un, soyut düşünce yerine madde ve atomlar üzerine çalışan Miletoslı Demokritos’un yapıtlarının yakılmasını istediğini de kimden öğrendiğimi herhalde söylememe gerek yok. Atina’ yı işgal eden Sparta’yı ise faşist bir devlet olarak nitelendirir ve Atinalı Platon’un devlet felsefesinin Spartalı’lardan etkilendiğini iddia eder. Bir başka deyişle Balıkçı’ya göre Platon da tıpkı hocası Sokrates gibi düşmanla iş birliği yapan bir vatan hainidir.

Aristo’nun yetiştirdiği Büyük İskender şüphesiz orta çağ karanlığından çok uzaktadır. Fakat bir noktada Balıkçı’nın hakkını verelim: Aristo iki top aynı anda atıldığında ağır olan daha önce düşer dedi diye taaa Galileo Pisa kulesinden aşağıya doğru farklı ağırlıklardaki iki topu atıp aynı anda düştüklerini ispatlayana kadar orta çağ boyunca kimse bu deneyi yapmaya cesaret edememiştir.

Kimileri birçok filozof çıkartmış Antik Yunan’da erkekler arası “normal” cinsel yönelimin kendi cinslerine doğru olmasını eşcinsel haklarını destekleme için kullanır. Oscar Wilde’ ın tıbbın eşcinselliğin bir hastalık olmadığını kabul etmesinden 100 yıl önce aynı iddiayı ortaya attığı müthiş romanı Dorian Gray’in Portresi’nde baş karakterin isminin bir Antik Yunan ismi olan Dorian olmasının nedeni de budur. Fakat Antik Yunan’daki bir atasözü olan “Sevmek için bir oğlan, çocuk yapmak için bir kadın gerekir” (Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt, 40) “durumun” pek de Oscar Wilde’ın düşündüğü gibi olmadığını göstermekte. “Dorianların” diğer “Dorianlara” yönelmelerinin nedeni Aristo’ nun kadınları “eksik erkek” olarak tanımlamasında somutlaştığı üzere, “Dorianların” kadınları aşk ve cinsellik yaşamaya değmeyecek kadar aşağılık görmeleridir.

Anadolu baş tanrıçası Kibele iken Antik Yunanistan’ın baba tanrısının Zeus olması da Balıkçı’ya Anadolu’da kadının yerinin daha saygın olduğunu gösterir. Dahası, antik Yunan’da ata iki bacağını aynı tarafa doğru uzatarak binen kadınların aksine antik Anadolu’da kadınların tıpkı erkekler gibi iki bacağını iki ayrı tarafa uzatarak ata binmelerini kadının yerinin Antik Anadolu’da daha saygın olduğunun bir göstergesi olarak yorumlar. Hatta Karadenizli Amazonların erkekleri seks kölesi yapmaları ve kadın egemen düzene başkaldıran erkekleri kibar tabir ile sünnet etmeleri bile Balıkçı için gurur kaynağıdır.

Mavi Yolcular, Yolculukları ve Mavi Anadoluculuk:

1946 yılı çok önemli bir yıldır. Çünkü bu yıl Balıkçı’nın içki sofasında bir valiye küfredip (nerenin valisi olduğunu netleştiremedim) kısa bir süreliğine ve son kez hapse girdiği ve yedi metrelik teknesi Yatağan’ın direğine yelken takıp, güvertesine uzanıp dümeni de ayakları ile kullanarak yazdığı ilk romanı Aganta Burina Burinata’yı yayınladığı yıldır. Bu romanı mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Eğer okuduysanız da sizden ricam Mavi Anadoluculuk bağlamında tekrar okumanız. Kısa bir roman olduğunu için fazla vaktinizi almayacaktır.

Bilmeyenlere romanın konusunu kısaca anlatayım. Romanın konusu, başkarakter Mahmut’un babasının dikkatsizlik sonucu bir deniz yolculuğu esnasında bir arkadaşının ölümüne sebep olmasından dolayı Mahmut’u denizden uzak tutmaya çalışıp elbette başaramayışıdır. Eğer sizi bu romanı okumanız için henüz ikna edemediysem Balıkçı’nın bu kitapta Palamut Bükü’nde portakal toplamayı betimlemesinin ardından sevgiyi nasıl tanımladığını aktarayım da meleyen koyunlar gibi okuyun ilk fırsatta:

“Seviyorum ve herkesin yüreğinde nihayetsiz sevgilerin yanmakta olduğunu seziyorum. Fakat onu istemeye kalkışınca, kendimden utanıyorum, dilsiz kalıyorum. Hatta susmaktan beter, saçma sapan şeyler söylüyorum. Ve özlediğim sevginin kuzulara köpeklere verildiğini görüyorum. Çünkü kuzular meleyerek, köpekler de kuyruk sallayarak o sevgiyi apaşikar istiyorlar. Bana öyle geliyor ki dünyada mevcut sonsuz sevgi dile gelmek için can atar, dudaklarda tir tir titrer, gelgelelim dile gelmeye utanır utanır utanır!” (Halikarnas Balıkçısı, Aganta Burina Burinata, 110)

1946 yılında yayınlanan bu roman bence Mavi Anadoluculuğun büyük patlamasıdır. Bunu daha iyi anlamak için takvimi bir yıl geriye sarıp 1945 yılının da önemine değinmek lazım. Tıpkı 1946 yılı gibi 1945 yılını da önemli yapan iki olay olmuştur: İkinci Dünya Savaşı bitmiştir ve Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Necati Cumalı, Sabahttin Ali, Erol Güney, Benya Rapaport, Fuat Ömer Keskinoğlu ve Balıkçı’nın can dostu ahtapot avcısı Paluko İzmir Gökova arasında Balıkçı’nın kullandığı Karakuş isimli (bazı kaynaklara göre ise Macera isimli) kayıktan bozma bir balıkçı teknesi ile tıpkı Aganta Burina Burinata’da anlatılan yolculuklar gibi 15 günlük bir gezi yapmıştır. Bu ekibin nasıl bir araya gelip yolculuk yaptığını Erol Güney şöyle anlatır:

Ve yakın dostum Sabahattin Eyüboğlu odama girdi:
– Sana bir teklifim var.
– Hayrola, nedir acaba?
– Bodrum’dan Cevat Şakir’den bir mektup aldım. Diyor ki: Birkaç arkadaşını topla, güneye gelin, güzelliğin ne olduğunu iyice anlayın. Balıkçı, daha önce bana böyle bir gezinden bahsetti, ama zaman münasip değildi. Şimdi öyle geliyor ki böyle bir gezinin zamanıdır. (Mehmet Eyüboğlu, Mavi Yolculuk Defteri, 3)

Bu yolculuk esnasında bugün birçok kişi tarafından bilinen ama o günlerde yöre halkı dışında kimsenin bilmediği Türkiye’nin en güzel koylarını gezecekler, Thales, Heraklitos, Demokritos, Platon ve Antik Anadolu medeniyetleri üzerine tartışacaklar, Yunanistan’da devam etmekte olan iç savaşta çarpışan partizanlar ile karşılaşıp verdikleri çay ve şeker karşılığında bir tabanca alacaklar ve Mavi Anadoluculuk akımını başlatacaklardır. Mavi Anadoluculuk kısaca, Antik Anadolu aydınlanmasının keşfini hedefleyen ve çağdaş Anadolu’ya etkisini araştıran bir tür hümanizmdir (Hümanizm yaygın kullanımının aksine insanları sevmek anlamına gelmez. Avrupa’daki orta çağ bağnazlığına karşı akıl ve şüphecilik üzerine kurulu bir bilimsel araştırma yöntemidir) ve rönesans denemesidir. Bir başka deyişle baykuşun muskasında yazanların keşfidir. Mavi Anadoluculuk en çok edebiyat alanında yayılmıştır fakat resim ve heykel gibi farklı sanat dallarında da Mavi Anadoluculuğun etkisi olmuştur.

Bu yolculuğun ardından Balıkçı bir de kendi ailesi ve ailesinin manevi üyesi Sabahattin Ali ile gene 15 günlük bir deniz yolculuğu daha yapmıştır. Balıkçı’nın kızlarından biri olan İsmet Kabaağaçlı Noonan’ın bu gezide aklında en çok yer eden olay, ailesinin manevi üyesinin dümeni eline aldığı bir zamanda gemiyi karaya oturtması olacaktır. Neyse ki bu kazadan ne mala ne de cana zarar gelir.

Sabahattin Ali bu geziden iki yıl sonra Bulgaristan’a kaçarken öldürüleceği için ömrü daha fazla yolculuk yapmaya ve Mavi Anadoluculuğu kitaplarında işlemeye ne yazık ki yetmedi. Fakat bu yolculuklar zamanla Hürriyet, Macera ve Uçarı gibi isimleri olan teknelerle gelenekselleşecektir ve ömrü yeten yolcular arasında kimler kimler olmayacaktır ki? Azra Erhat, Mina Urgan, -her ne kadar onun da ömrü fazla yetmese – Orhan Veli, Güzin Dino ve ilk yolculuktan beri ekipte olan Erol Güney’in arkadaşlıkları taaa İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrenciliklerinde başlamıştır.

Arkadaşlıkları üniversite yıllarına dayanmayan daha birçok mavi yolcu da vardır: Abidin Dino’dan Zeki Faik İzer’e, Genco Erkal’dan Melih Cevdet Anday’a, Mazhar Şevket İşpiroğlu’ndan Eren Eyuboğlu’na, Türkan Saylan’dan Arif Damar’a, Oktay Rıfat’tan eşi Sabiha’ya, Gençay Gürsoy’dan Bülent Tanör’e, Can Yücel’nden Güler Yücel’e, Cengiz Bektaş’tan Şadi Çalık’a, Vedat Günyol’dan Fikret Adil’e, Orhan Duru’dan Cevat Çapan’a kimler kimler yoktur ki Mina Urgan’in “gündüzleri yüzen seminer, akşamları ise gürültülü bir meyhane” olarak tanımladığı bu yolculuklarda.

Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmakta olan ve birçok dünya klasiğini Türkçe’ye çeviren Sabahattin Eyuboğlu ekibin bir nevi hamisidir ve birçok gezi onun öncülüğünde gerçekleşmiştir. Mina Urgan ise Sabahattin Eyuboğlu’nun asistanıdır.

Hazır konu Sabahattin Eyuboğlu’ndan açılmışken -bence Mavi Anadoluculuğun manifestosu olan- Bizim Anadolu isimli makalesinde yapmış olduğu Mavi Anadoluculuk tanımını da aktarayım. Sabahattin Eyüboğlu bu makalesinde Mavi Anadolucuğu gerçekten çok güzel özetler:

Bu memleket bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışarıdan gelmeler çoğunluk olsa bile -değildir elbette- kaynaşmış, halleşmişiz hepsi. Fetheden de biziz artık, fethedilen de. (…) Paganmışız bir zaman, sonra Hıristiyan olmuşuz, sonra Müslüman. (…) Kah bozkıra çıkmışız kah mavi denize. (…) Yetmiş iki dil konuşmuşuz Türkçe’de karar kılmazdan önce. Hepsinin tadı kalmış damağımızda. (Sabahattin Eyüboğlu, Mavi ve Kara, 1).

Sabahattin Eyuboğlu Mavi Anadolucuların o zamanlar çok bakir olan bugünün sosyetik koylarını gezip baykuşun muskasını tartıştıkları, köyleri, kasabaları, mozaikleri, antik tiyatroları keşfettikleri deniz yolcuklarına “mavi yolculuk” ismini vermiştir. Günümüzde Türkiye’deki en güzel koyları en berbat müzikler ile rezil eden güruhların barbar istilasına verilen isim olan mavi yolculuk aslında barbarlığa karşı bir aydınlanma akımı olarak ortaya çıkmıştır.

Mavi yolculukların iki tane de forsu vardır. Birincisi, mavi zemin üzerine çizilmiş beyaz bir kupa ve iki amfora. Bu fors Milas’ta bulunan dikili bir yapıttan esinlenmiştir. Bir diğeri ise Balıkçı’nın kitaplarında sık sık geçen ve her gittiği yere götürdüğü MERHABA. İkinci fors da gene mavi zemin üzerine beyaz ile yazılır. Bu iki fors mavi yolculuklarda heykeltıraş Şadi Çalık’ın uydurduğu bir takım matrak marşlar eşliğinde direğe çekilirmiş.

Şadi Çalık’ın ismi size tanıdık gelmediyse heykelleri tanıdık gelecektir. Galatasaray Meydanı’nda duran Cumhuriyet’in 50. Yılı Anıtı’nın heykeltıraşı Şadi Çalık’tır. Yolunuz ODTÜ’ye düştüyse fizik bölümünün önündeki çimlerde duran bir başka Şadi Çalık eseri olan Atatürk anıtı da dikkatinizi çekmiştir. Şadi Çalık’ın yaptığı Halikarnas Balıkçısı büstünü Bodrum Belediyesi’nin kaybetmesi ise bana Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın Lozan Antlaşması’nın Türkiye’de duran kopyasını kaybetmesini hatırlatmıştır. Neyse ki Lozan Antlaşması da Halikarnas Balıkçısı büstü de bulundu. Büst bugün Bodrum Su Altı Müzesi’nin önünde sergilenmektedir. Lozan Antlaşması da umarım kaybolmayacak bir yerdedir.

Bir başka Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin öğretim görevlisi olan ve tıpkı Sabahattin Eyuboğlu gibi birçok edebiyat klasiğini Türkçe’ye çeviren Azra Erhat’ın Mavi Yolculuk isimli kitabı Mavi Anadoluculuk ruhunu çok güzel anlatır. Bu kitapta yazanlara göre 1962 yılında Melih Cevdet Anday, Sabahattin Eyüboğlu, Arif Damar, Vedat Günyol, Cevat Çapan gibi birçok entelektüel Ayvalık’tan Knidos’a kadar yolculuk edip Deniz Üstü Köpürür türküsünü tüttürüp şöyle tartışırlarmış örneğin:

Uçarı’nın güvertesine oturmuş, bu konuyu tartışıyorduk: (…) şu ufacık Uçarı motoruyla Batı kültürüne ilk ışığı yakmış bölgeleri kıyı kıyı, adım adım dolaşabilen bizler, elimizi uzatıp da niçin koparamıyoruz ham meyveyi, niçin benimsemiyoruz bizim topraklar üzerinde dal bucak salmış ve bugün bile filiz veren bu geleneği?

“Büyük şiir bir geleneğe dayanıp onu yeniden canlandıran şiirdir, öyle mi?”

“Evet, buna var gücümle inanıyorum. Kültür bir yenilenmedir. Hümanizma da geçmişte kendi çağımızın insanlık görüşlerine ve problemlerine en yakın olan görüşleri benimseyip, onları büyük örnek ve kılavuz olarak alıp, onların kurdukları klasik kalıpların içinde yeniyi yaşatmak, yeniyi söylemektir. (Azra Erhat, Mavi Yolculuk, 135).

Ve ben şimdi anlıyorum Melih Cevdet Anday’ın Ölümsüzlük Ardında Gılgamış isimli uzun şiirinde şu dizelerin ne işi olduğunu:

Fal çıktı. Köpükler içinde kaldı deniz,
Tepeleme çiçek dolu bir sandal.
Eylülün eskil çadırına giriyoruz,
İşte, büyücü martının bozgunu çağrısı,
Uyurgezer yosunları delirten poyraz,
Odalara sığınan ürkü yaprakları,
İşte, çırpınan bir kavağın
Yalnızlık sanrısı dolaşıyor bahçede. (Melih Cevdet Anday, Sözcüler, 346)

Balıkçı’nın Sokrates düşmanlığı Azra Erhat’a da işlemiştir:

Koptuk mu doğadan? Giz dolu ormanlarda dolaşır, canlının sesini duymaz, dilini anlayamaz mı olduk? Yitirdik mi koca birliği, ayrı düşmekle mutluluktan mı olduk?
Sokrates öncesi düşünürler vardı. İonya kentlerinin akıl ölçülerine göre bitişip ayrılan düz sokaklarda dolaşır, taşları yine insan ölçütlerine göre dikilen yapılarda otururlar, uzanırlar, gündüz göz kamaştıran güneşin, gece yıldızlı göğün altında bakarlar çevrelerine. Ortalık apaydınlıktır. Gözlerini aydınlığa açmış bu insanlar kafalarının içinde de aydın bir düzen kurmaya çalışırlar (Azra Erhat, İşte İnsan, 57).

Ve elbette Platon düşmanlığı da:

Platon ünlü filozof, neye böldün beni ikiye, niçin kopardın beni doğadan, neden yıktın mutluluğumu?

Ben bir bütündüm, çokluk içinde birliktim. Bedenim vardı, yeryüzünde gördüğüm biçimlerden biri, topraktan fışkıran ağaç gibi, çiçek gibi özlü, yüzeyü renk renk, yumuşak, sıcak canlı canlı. Ona kendimden başka bir ad vermemiştim, ona BEN demiştim. Güzel bulmuştu onu, çünkü yaşıyor, yaşatıyordu, beni doğanın içinde bitkiler, hayvanlar, akan sular, devinen yıldızlarla birlikte. Sen bu bedeni dışarıdan gelen bir efendinin emrine verdin, aldın özgürlüğümü benim elimdem. (Azra Erhat, İşte İnsan, 66)

Homeros Mavi Anadolucular için çok önemli bir şairdir. Azra Erhat’a göre Platon birbirinden farklı kavramlar olarak ele aldığı ruh ve benden anlamına kullandığı psykhe ve soma terimlerini Homeros’tan almıştır fakat Homeros hiç de ruh ve beden diye birbirinden ayrı iki farklı kavramdan bahsetmemiştir. Soma’yı canlı beden, psykhe’ı ise can anlamında kullanır ve bu iki terimi birbirinin zıddı veya tamamlayıcısı olarak ele almaz. Balıkçı da benzer bir şekilde Platon’un, felsefesinin temelini oluşturan idea kavramını Homeros’tan aldığını fakat bunu Homeros’un kullandığından bambaşka bir anlamda kullandığını iddia eder. Homeros’un İlyada Destanı’nında Apollon’u Helenlerin değil Troyalıların tarafını tutması da birçok Antik Yunan tanrısının aslında Anadolu’da türediğini desteklemek için kullandığı verilerden biridir. Bir başka Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim görevlisi Melih Cevdet Anday da Kolları Bağlı Odysseus ve Troya Önünde Atlar gibi birçok şiirinde Homeros’u konu edinmiştir.

Mavi Anadolucuların Platon düşmanlığının Melih Cevdet Anday’a da işlediğini belirtmekte fayda var:

Gölge ve ışığın ilk bulucusu Platon’dur. (Helen güneşine zeytin diplerinden gölgeler getirecek.) Bundan ötürü çok acı çektiğini sanırım. Bir olanı ikiye ayırmak acı vericidir. Mağarada doğduğum için bilirim, gölge ve ışık aynıdır. (…) Platon, ışığı dışarıda bırakıp gölgeyi mağaraya tıktı. Ne yanlış! (Melih Cevdet Anday, Sözcükler, 372).

Biraz da Erol Güney’den bahsedelim. Erol Güney 1917 Devriminden sonra Türkiye’ye göç eden Ukraynalı anne ve babanın çocuğudur ve başta Rus klasikleri olmak üzere birçok dünya klasiğini Türkçe’ye çevirmiştir. Sahabattin Eyuboğlu ile birlikte Platon’dan nefret etmeyen ender Mavi Anadoluculardan biridir. “Türkiye aleyhinde çalışmak” gibi absürt bir gerekçe ile vatandaşlıktan çıkartılıp, Yahudi bir ailenin mensubu olması sayesinde Tel Aviv’e yerleşip, ilk mavi yolculardan olan Benya Rapoport’un kendisine hediye ettiği plakları satıp yerleştiği şehirde bir ev almasından birkaç yıl önce, Orhan Veli Erol Güney’in kedisi Edibe’ye iki tane şiir yazmıştır:

Bir erkek kediyle bir parça ciğer
Dünyadan bütün beklediği
Ne iyi!

Ve

Çıkar mısın bahar günü sokağa
İşte böyle olursun
Böyle yattığın yerde
Düşünür düşünür
Durursun.

diyedir bu şiirler.

Neyse ki Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk İsrail büyükelçisi Feridun Sinirlioğlu İsrail’deki ilk ziyaretini Erol Güney’e yaparak haksız yere kaybettiği itibarını resmi olarak iade etmiştir. Haluk Oral ve Şeref Özsoy’un yazdığı  Erol Güney’in Ke(n)disi isimli bir biyografi kitabı da vardır ama bu yazıyı yazmak için kitap okudukça yeni bir şeyler daha okumam gerektiğini öğreniyorum ve yazıya bir türlü başlayamıyorum. Bu yüzden bu kitabı da siz okuyup bana anlatıverin.

Orhan Veli katıldığı mavi yolculuktan bir iki yıl sonra ve ölümünden biraz önce yazdığı Gün Olur isimli şiirinde geçen kuş isimlerine bakılırsa yazılırken İstanbul’dan esinlenmiş gibi gözüküyor ama Mavi Anadoluculuk ruhuyla yazdığından şüphem yok:

Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.

Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.

Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!…

Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi…

İki mavi yolcu Orhan’dan diğeri olan Orhan Duru da dikkate değer bir Mavi Anadolucudur. Anamur’dan Bodrum’a Mavi Gezi isimli kitabında kıyı kıyı Akdeniz’i anlatır. Bunu yaparken elbette Aristo’nun güneş, gezegen ve ayın daire çizdikleri gibi bilimdışı görüşlerinin Avrupa’daki orta çağ karanlığına nasıl temel hazırladıkları gibi konuları da işleyip malum Sokrates, Plato vs. konularına da değinmiştir. Antalya’nın isminin şehrin kurucusu olan Bergama kralı Attalos’tan geldiği gibi enteresan bilgileri de bu kitaptan öğrenebilirsiniz.

Orhan Duru’ nun O Pera’daki Hayalet isimli kitabı da oldukça enteresandır. Bu kitap Hayalet Oğuz olarak bilinen Haluk Alplaçin isimli nev-i şahsına münhasır bir zat hakkındadır. Hayalet Oğuz bi-mekandır ve nereyi bulursa yamanır. Örneğin 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiği günlerde Ferit Edgü’nün Teşvikiye’deki evinde bir grup yazar çizer sokağa çıkma yasağı başlamadan önce evi terk ettikten ve sokağa çıkma yasağı başladıktan sonra ce eee… diye bir anda saklandığı yerden çıkıvermiş ve kendisini Ferit Edgü’nün annesine sevdirip iki ay o evde kalmış. Metin Eloğlu’ nun bir resmi için kapora bırakıp resmi ayırttıktan sonra, paranın geri kalanını bir türlü vermeyip, Metin Eloğlu’nun da bu resmi kimseye satamamaktan bıkıp Hayalet Oğuz’a resmi ne zaman alacağını sorduğunda aldığı cevap tam olarak bi-mekan bir hayaleti özetler: “Asacak bir duvarım olduğunda”. Bu konunun Mavi Anadoluculuk ile nasıl bir ilgisi olduğunu merak ediyorsanız, cevabım nev-i şahsına münhasır kişilere ilgi duymayanların baykuşun muskasını da merak etmeyeceği olur.

Leyla Erbil ve Tezer Özlü gibi birçok yazarın yanı sıra Orhan Duru da kullandığı dilde Hayalet Oğuz’dan etkilenmiştir. Bulunması zor, içinde içki içilip kumar oynanan ve caz dinlenen saray gibi bir evin gizli saklı bir odasını anlattığı Konuk isimli öyküsünde geçen şöyle bir diyaloğu yazarken belki de Hayalet Oğuz’dan esinlenmiştir:

“Boyunbağınız nerede sör?” diye sordu bana. Kıpkırmızı oldum birden. Bir boyunbağım vardı ve saklıyordum onu kendimi asmak için gerekir diye. (Orhan Duru, Denge Uzmanı, 34).

Biraz da İsmet Zeki Eyuboğlu ile devam edelim. İsmet Zeki Eyuboğlu, Sabahattin Eyuboğlu ile Bedri Rahmi Eyuboğlu’nın yeğenidir. Anadolu İnançları isimli kitabı Balıkçı’nın Anadolu Efsaneleri isimli kitabı ile birlikte beni Mavi Anadoluculuk ile tanıştıran iki kitaptan biridir. Bu kitapta göğün yedi kat olmasının Sümerler inançlarında da görüldüğü, -bu yazı da sıkça bahsedilen- baykuşun uğursuzluğunun ve nazarın Antik Anadolu inançlarına dayandığı, Denizli ilinin antik zamanlarda bu ilde domuz yetiştirilmesinden dolayı “domuzlu” anlamına gelen Tunguzlu’dan geldiği gibi enteresan bilgilere ulaşabilirsiniz. Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü de enteresandır. Baykuşun etimolojik kökeni için şöyle bir tahmin yürütmüştür örneğin:

Baykuş adı, bu kuşun geceleri uçması, yıkıntıları, ıssız kalmış yerleri barınak edinmesinden, oraların koruyucusu anlamında yorumlanmasından alsa gerek. Uğursuz-korkulu sayılan bu kuşun bulunduğu yerde başka kuş pek görünmez. (İsmet Zeki Eyuboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, 79).


Anadolu Uygarlığı isimli kitabında ise başörtüsü ve peştamal gibi Anadolu’da hala daha kullanılmakta olan giysilerin Hitit ve Urartular’da da aynı şekilde kullanıldığını, dibeğin Hititlerden beri Anadolu’da olduğunu yazar. Bugün Anadolu kilimlerinde sık sık görebileceğiniz hayat ağcının Urartu, Hitit, Frigya ve Likya’dan kalma birçok kabartmada da olduğunu aynı kitaptan öğrendim. Aynı kitapta ortaya attığı bir başka enteresan iddia ise Selçuklu Türklerinin çini ve işlemeli toprak kap gibi sanat eserleri yapabilmelerinin Orta Asya’dan gelen Türk boylarının binlerce yıldır Anadolu’da var olan kültüre adapte olduklarına dair bir gösterge olduğudur. Çünkü kısa bir süre öncesine kadar çadırlarda yaşayan göçebeler bu kadar kısa sürede böyle sanat eserleri yapmayı başka türlü öğrenemeyeceğini öne sürer. Urartular’dan kalma kötü ruhlardan ve cinlerden koruyan muskaların olduğu da Anadolu kültüründeki devamlılığı anlamak için gene aynı kitapta geçen bir başka önemli bilgidir. Yazının ilerleyen kısımlarında daha detaylı olarak bahsedeceğim Yunus Emre üzerine yazdığı bir kitapta alaturka musikisinin Bizans kilise müziğine dayandığını yazar. Şeytan Ayetleri Söylencesi isimli kitabında yazan şeytan sözcüğünün kökeninin İbranice haşatan sözcüğüne, Allah sözcüğünün de gene İbranice Eloah sözcüğüne, türbanın ise Zerdüşt inancında dayandığı gibi bilgiler de kültürün tarihsel devamlılığını anlamak için önemlidir. İslam’ın Çöküşü isimli kitabında bulunan zikir, sarık, çarşaf, cübbe gibi tarikatlar ile özdeşleşen sembol ve ayinlerin Zerdüşt inancından kalma olduğu bilgisi de aynı şekilde kültürün nasıl tarihsel olarak devem ettiğini anlamak için önemlidir. İsmet Zeki Eyuboğlu 14 yaşındayken Nakşibendiler tarafından kandırıldığı için ergenliğini çalan yobazlara karşı oldukça tepkilidir.

Mavi Anadoluculuk Bedri Rahmi Eyuboğlu’na değinmeden olmaz. Mavi Gezi gibi bazı şiirlerinde mavi yolculuk konusunu işlemiştir:

Mavi gezi bir ağaçtır
Dalları deniz.
Mavi gezi bir bahçedir
Gülleri deniz.
Mavi gezi bir gelindir
Telleri deniz.
Mavi gezi bir beşiktir
Bebeği deniz.
Bebeğim:
gözleri deniz
elleri deniz
dişleri deniz
Mavi gezi bir rüyadır
görülmemiş
Mavi gezi bir cennettir
ellenmemiş
dilenmemiş
Mavi gezi bir masaldır
söylenmemiş
yazılmamış
çizilmemiş

Bedri Rahmi 1945 yılında ve daha birçok başka mavi yolculukta her gördüğünü ya not etmiştir ya da resmetmiştir. 1974 yılında katıldığı bir mavi yolculuktaki çizimleri ise en meşhurlarıdır. 1974 yılındaki resimlerinin ve desenlerin yanı sıra başka mavi yolculuklardaki çizimlerini de oğlu Mehmet Eyuboğlu’nun derlediği Mavi Yolculuk Defterleri isimli kitapta bulabilirsiniz. Bu kitapta birinci mavi yolculuğa çıkanları resmettiği biraz karanlık ama çok güzel bir tablo, Yunan partizanlardan aldıkları tabanca ile birlikte sahilde oturan Sabahattin Ali, Paluko, Eren Hanım, Balıketi motifleri, Bodrumlu denizkızları, orfoz, istavrit, Bodrum sokak kızları, Bodrumlu yorgun at, Dalyan, çakıl taşı, narlı Karadut gibi Mavi Anadoluculuk konularını içeren birbirinden güzel resimleri bulabilirsiniz. Bu kitabı almak isterseniz bunu başarmanız çok kolay olmayacaktır. Çünkü Türkiye’nin birçok yerindeki sahafın arşivine erişebileceğiniz bir internet sitesinde sadece tek bir tane kalmıştı ve onu da bu yazıyı yazmak için ben aldım.

Necati Cumalı ilk mavi yolculuğa şans eseri katılmıştır. Urlalı edebiyatçı ilk mavi yolculuk ekibinin yolculuğa İzmir’ den başlayacağını öğrenince sırf yolunuz açık olsun demek için yanlarına gitmiştir. Sabahattin Eyuboğlu ise kendisini görünce paçasından tutup yolculuğa dahil etmiştir. Necati Cumalı’nın Viran Dağlar ve Susuz Yaz isimli kitaplarını okuyabildim. Susuz Yaz öyküsünün filmi de çevrilmiştir ve hatta 1964 yılında Berlin Film festivalinde altın ayı ödülünü almıştır. Martin Scorsese’nin -Fatih Akın’ın hatırlattığı- bu film hakkındaki övgü dolu konuşmasını internetten bulabilirsiniz. Filmin sonunda Hülya Koçyiğit’in köyün suyunu kesen kötü toprak sahibini vurup öldürdüğünü izlediğimde de bugünkü hali gözümün önüne geldi ister istemez. Filmin sonunu anlattım izleyecek olanlar kusura bakmasın. Necati Cumalı’nın Viran Dağlar ve Susuz Yaz kitaplarında Mavi Anadoluculuk konusuna rastlamadım ve başka kitaplarında bu konunun geçip geçmediğini de bilmiyorum.

Birçok Mavi Anadolucu gibi Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde öğretim görevlisi olarak çalışan Mazhar Şevket İşpiroğlu Sabahattin Eyuboğlu ile birlikte Hitit Güneşi, Anadolu’da Roma Mozaikleri, Anadolu Yollarında gibi Mavi Anadoluculuk konusunu işleyen birçok belgesel çekmiştir. Bu belgesellerden Hitit Güneşi 1956 yılında Berlin Film Festivalinde gümüş ayı ödülünü kazanmıştır. Bu belgesellere ne yazık ki ulaşamadım. Nasıl ulaşabileceğimi bilen varsa lütfen twitter üzerinden benimle iletişime geçsin. Mazhar Şevket İşpiroğlu’nun gene Mavi Anadoluculuk konusunu işleyen kitapları da vardır ama bu konu üzerine daha fazla okuyacak halim kalmadığı için o kitaplarda ne yazdığını sizlere anlatamayacağım.

Bir başka mavi yolcu A. Kadir Mavi Anadoluculuğu şiirlerinde işlememiştir fakat Mavi Anadolucular için en önemli kitaplar arasında bulunan Homeros’un İlyada ve Odysseus ile gene Mavi Anadolucuların incelediği tasavvuf düşünürlerinden biri olan Mevlana’nın şiirlerini Türkçe’ye çevirmiştir. İlk mavi yolculuğa katılan Fuat Ömer Keskinoğlu da şairdir ama o da okumaya halimin yetmediği Mavi Anadoluculardan biri.

Mavi Anadoluculuk Tasavvuf, Halk Edebiyatı ve Kötülüğün Şairi:

Mavi Anadolucular Yunus Emre ile çok yakından ilgilenmiştir. İsmet Zeki Eyuboğlu’nun Yunus Emre – Bir Ozan’ın İçevreninde Gezintiler, Sabahattin Eyuboğlu’nun ise Yunus Emre isimli kitapları bulunmaktadır. Mavi Anadolucuların gözünde Yunus Emre divan şairlerinin aksine, Anadolu Türkçesini şiir diline dönüştürmüştür. Yunus Emre Türkçe ilişkisini Dante İtalyanca ilişkisine benzetirler çünkü Dante de benzer bir şekilde İlahi Komedya isimli uzun şiirini yazarken henüz siyasal ve kültürel birliğe kavuşmamış İtalya’da Latince yerine halk dili olan İtalyancayı kullanarak modern İtalyancanın temellerini atmıştır.

Mavi Anadolucuların kitaplarını okurken enteresan bir şey daha öğrendim. Yunus Emre meğerse bizdenmiş! Şu dizeleri yazan bir şair sizce de bugün yaşasa çapulcu olmaz mıydı?

Saki ol cami getür kim içüben mest olalım
Bizi ışk ile fena kılk ki nice hest olalum

Bu iki dizenin Yunus Emre’nin neden bizden olduğu anlamına geldiğini anlamak için bir aralar Mavi Anadolucular ile yakınken sonrasında arası açılan Yunus Emre uzmanı Abdülbaki Gölpınarlı’nın aktardığı “cami” sözcüğünün tanımına bakmak lazım:

Cami, Farsça kadehe mensup, içkiye düşkün demektir. Hicri 536 (1141 – 1142) vefat eden Ahmet Namıkıyy-i Cami’ye mensup tarikat ehline de Camiler denir. (…) Yunus, hem bunları, hem sözün lügat anlamını kastediyor. (Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre, Hayatı ve Bütün Şiirleri, 454-5).


İsmet Zeki Eyüboğlu tasavvuf edebiyatındaki içki temasının ilk çağlardan kalma Dionysos törenlerindeki kadınlı, erkekli, çalgılı, çengili, içkili tanrıyla özdeşleşme ayinlerinden kaldığını iddia eder.

Kızılbaşların malının ve canının helal, kestikleri etin ise murdar olduğu ve tasavvufun da çalgılı içkili oyunlu tören olduğu gerekçesiyle suç teşkil ettiği yönünde fetvaları olan Şeyhülislam Ebu Suud Efendi de Yunus Emre’nin bizden olduğunu düşünmüş olacak ki, Yunus Emre’nin şiirlerini okuyanların katli yönünde fetva vermiş. Yunus Emre’nin yazmış olduğu şu dizeleri okuduktan sonra Ebu Suud Efendi’yi neyin bu kadar sinirlendirdiğini anlamak hiç de zor değil:

Sofiyem halk içinde teşbih elümden gitmez
Dilüm ma’rifet söyler gönlüm hiç kabul etmez

Kul padişahsız olmaz padişah kulsuz değil
Padişah kim bileydi kul etmese yort-savul

Orucuna güvenme namazuna tayanma
Cümle taat tak olur naz-ü niyaz içinde
Oruç namaz gusül hac hicabdur aşıklara
Aşık andan münezzeh hassu’l-havas içinde

Bana namaz kılmaz deme ben bilirim namazımı
Kılar isem kılmaz isem ol Hak bilir niyazımı

Balıkçı, Azra Erhat ve Melih Cevdet Anday gibi Mavi Anadolucuların aksine Sabahattin Eyuboğlu ve İsmet Zeki Eyuboğlu’nun Sokrates, Plato ve Aristo’ya bakışları olumludur. Bu iki Eyuboğlu’na göre tasavvuf bir çeşit Neo-Platonculuktur. Platonculuğun İskenderiye’deki kadim Mısır inançlarından ve Budizm’den etkilenmesi anlamına gelen Neo-Platonculuğun Anadolu’daki yansımasını tasavvuf olarak tanımlarlar. Yunus Emre’nin şu meşhur dizelerinin başta Sokrates olmak üzere Antik Yunan filozoflarının sık sık kullandığı “kendini bil” sözünden etkilendiği yönündeki iddiaları oldukça ilginçtir:

İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır

İsmet Zeki Eyuboğlu’nun bir başka enteresan tespiti ise Sokrates öncesi filozoflardan olan ve doğanın su, ateş ve topraktan oluştuğunu iddia eden Empedokles’in görüşlerinin nasıl taaa Yunus Emre şiirlerine kadar Anadolu’da yaşadığıdır:

Niteliğim soran işit hikayet
Su vu toprak od u yel oldu suret

Baykuşun kırk asırlık kötü ününün Yunus Emre’nin şiirlerinde yer alamsı da kadim Anadolu kültürünün devamlılığını anlamak için önemlidir:

Baykuş çağırır virandan kimse murad almaz ondan
İyi amel iltegörün ol hak terazi andadır

Yunus Emre’yi Mavi Anadoluculuk bağlamında okuduktan sonra şu meşhur dizeleri bile klişe olmaktan çıkar:

Bir kez gönül yakdun ise bu kıldığın namaz değul
Yetmiş iki millet dahı elin yüzin yumaz değil

Bu yazıyı yazmak için Yunus Emre’nin bütün şiirlerini okudum ve “Yaradılanı sev yaradandan ötürü” dıye bayağı bir dizeye rastlamadığım için çok sevindim. Bu ve bunun gibi birçok bayağı söz Yunus Emre’nin olmadığı halde Yunus Emre’ye atfedilmiştir. Bayağı şair bizden olamaz.

Peki madem Yunus Emre bizden, neden karşı taraf sahipleniyor? Bu sorunun cevabı 1950 li yıllarda Demokrat Parti iktidarında saklı. Bugün patlayan saatli bombanın Cumhuriyet’in temellerine yerleştirildiği yıllardan birkaç yıl sonra unutulmaya yüz tutan Said Nurs-i büyük İslam alimi, II. Abdülhamit Ulu Hakan, Nutuk’ta vatan haini olan Vahdettin ise vatansever oluverdi. “Sofiyem halk içinde teşbih elümden gitmez / Dilüm ma’rifet söyler gönlüm hiç kabul etmez” diyen Yunus Emre’ nin de, dönemin ruhuna uyarak vakti zamanında şiirlerini okuyanların katlinin vacip olduğu yönünde fetva verenlerin tarafına geçeceği tutuverdi. Said Nurs-i ne kadar büyük bir İslam alimiyse, II. Abdülhamit ne kadar ulu bir hakansa, Vahdettin ne kadar vatanseverse Yunus Emre de o kadar karşı taraftadır bilginiz olsun.

1950 li yıllardan günümüze uzanan birçok bilimdışı mitin ortaya çıkmasında parmağı olan Kötülüğün Şairi Necip Fazıl Kısakürek Mavi Anadolucuların kitaplarında enteresan şekillerde karşıma çıktı. Volkan isimli dinci bir dergi çıkartan II. Abdülhamitçi bir tarihçinin bir genelevde basılmasının yanı sıra Kötülüğün Şairi’nin, arkadaşlarının paltolarını çalıp Asmalımescid’te satarak kumar parasını çıkarttığını öğrendim örneğin.

Kötülüğün Şairi’nin Asmalımescit’te yaptıklarını anlatan bir başka Mavi Anadolucu ise bu yazıda henüz değinmediğim Fikret Adil’dir. Fikret Adil Asmalımesçit 74 isimli kitabında Asmalımescit’in 1930’lu yıllardaki bohem hayatını anlatmıştır. 1933 yılında yayınlanan bu kitapta Kötülüğün Şairi’nin henüz Allah’ını bulamamış halini şu şekilde anlatılır:

Ahlak telakkileri, dar burjuva zihniyetinin, taflanlarla örtülü olduğu için görünmiyen harap dıvarlarının ilerisini aşamıyanlar için, Necip Fazıl anlaşılmaz birisi idi.

Onu tanıdım zannedenler, Necibi yer yüzünde nesli tükenmiş garip bir cins hayvan gibi talakki ederler, anlıyamadıkları ıstırapları, hırçınlıllarının duyamadıkları sebeplerile eğlenirlerdi.
(…)

Necip Fazıl, açlığı kaybolunca, ölümü düşünür. Bu iki his sabittir. Fakat biri ruhunu öteki uzviyetine hakimdir. (Fikret Adil, Asmalımesçit 74, 110 -113)

Aynı kitapta Kötülüğün Şairi’nin daha ilginç halleri de mevcut:

Gazetede, telefon çaldı:
Şeyh Memduhtu:
– Bu akşam Vaniköyüne gidiyoruz.
– Ne var:
– Vamık ziyafet veriyor.
– Peki kimler va?
– Dallı, Server Bedi, Necip, Mes’ut ve Beyza Hanım.

Beyza Hanımı tanırmısınız? Tanımazsanız tanıyanlara sorunuz. Pek nefis bir şeydir. Onu tanıyanlara içği, açlık ve uyku tesir etmez. Beyza Hanıın ağuşuna düşenler ordan ayrılamazlar. Aynı zamanda bir çok aşığı vardır. Fakat hiç biri ötekini kıskanmaz, onu herkes ayni derecede sever.
(…)

Bu esnada Beyza Hanımın aramızdan kaybolduğunu farketmiştik. Dallı:

– Eğer, dedi, biz gençler – Dallı 58 yaşındadır – bu akşam Beyzayı bulamazsak bu memlekette san’at öldü demektir. (Fikret Adil, Asmalımesçit 74, 130 -131)

Kötülüğün Şairi’nin de geleceği gün gelmesi beklenen Beyza Hanım size tanıdık geldi mi? Gelmediyse bir kopya vereyim: ismindeki “a” harfinin yerini değiştirerek bugünkü tabir ile pudra şekeri olduğunu anlayabilirsiniz.

Fikret Adil’in Beyaz Yollar Mavi Deniz isimli Balıkçı, Bedri Rahmi Eyuboğlu ve kim olduğunu netleştiremediğim Dr. Mahmut Çetiner ile katıldığı İstanbul – İzmir ve İzmir – Bodrum arası iki kara yolculuğunu anlattığı kısa bir kitabı da vardır.

Yunus Emre’nin kimlerin elinde ne hale geldiğine değindikten sonra tekrar Mavi Anadolucuların tasavvuf incelemelerine dönelim ve Mevlâna ile devam edelim. Hem Sabahattin Eyuboğlu hem de İsmet Zeki Eyuboğlu Mevlâna’yı da incelemiştir fakat Mevlâna hakkındaki düşünceleri Yunus Emre hakkındaki düşünceleri kadar olumlu değildir. Her şeyden önce Mevlâna’yı Yunus Emre gibi halk dili olan Türkçe yazmak yerine elit dili Farsça yazdığı için eleştirirler. Mevlâna’nın kırsal kesimden uzak kalıp Mevlevi Tekkesi’nin sadece birkaç büyük şehirde açılmasının nedenini de Mevleviliğin elit bir kesime yönelik olmasında ararlar. Yunus Emre’nin aruzu eğip bükmesinin aksine Mevlâna’nın aruza tamamen bağlı kalmasının eserlerinde estetiği azalttığını düşünürler. İran’da Mevlâna’dan üç yüzyıl öncesinden beri devam etmekte olan şiir temalarının ve Kelile Dimme isimli Hint yapıtının Mevlâna’yı etkilediğini belirtirler. Mevlâna’nın aşk anlayışının İslamiyet’e aykırı olduğu gibi cesur görüşleri de Mavi Anadolucuların kitaplarında bulabilirsiniz. Bir noktada ise Mevlâna’nın hakkını verirler. Aşağıdaki dizelerden görüleceği üzere Mevlâna’nın hiç de yobazlıkla bağdaşacak bir tarafının olmadığı da kabul ederler:

Yıkılmadıkça bu medreseler bu minareler
Kalenderlik gelişemez hiçbir zaman
İman küfür olmadıkça küfür de iman
Olamaz bir tanrı kulu gerçek müslüman

Biraz da Mavi Anadolucuların halk edebiyatı incelemeleriyle devam edelim. Baykuşun muskasında Antik Anadolu medeniyetlerinin ve tasavvufun yanı sıra halk edebiyatına dair de birçok şey yazar. Halk edebiyatının büyük ustası Yaşar Kemal Mavi Anadolucular ile oldukça yakındır. Sabahattin Eyuboğlu ile birlikte Gökyüzü Mavi Kaldı isimli Yunus Emre’den Aşık Veysel’e birçok halk şairinin şiirini, çeşitli masalları, bilmeceleri, atasözlerini, ağıtları derlediği bir halk edebiyatı kitabı yazmıştır. Yaşar Kemal’in Yılanı Öldürseler romanında Mavi Anadoluculuk ile ilişkilendirilebilecek temalara değindiğini de şu programdan öğrendim: Yaşar KEMAL vs Orhan PAMUK – Böyle Buyurdu Kültür – Prof. Nevzat Kaya – B18 – YouTube

Yaşar Kemal’in köyü Gökçedam da (eski adıyla Hemite) Mavi Anadolucuların seyahat noktalarından biridir. Yaşar Kemal bu köyün Türkçe’nin en güzel konuşulduğu yer olduğunu ve Abidin Dino’dan Sabahattin Eyuboğlu’na bu köyü ziyaret eden birçok Mavi Anadolucunun da kendisine bu konuda hak verdiğin iddia eder. Hatta yazar olmasını Türkçe’nin bu kadar güzel konuşulduğu bir köyde Dünya’ya gelmesine bağlar.

Yolunuz Gökçedam Köyü’ne düşerse Hemite Kalesi’ne mutlaka çıkın. Gökçedam Köyün’de bulunan Yaşar Kemal Kültür Merkezi ne yazık ki faal değildir ama yanındaki kebapçının gözü sizi tutarsa anahtarını verir. Köy kahvesinin karşısındaki cami illa ki gözünüze çarpar. Bu cami Yaşar Kemal’in babasının öldürüldüğü camidir. Köy kahvesinin arkasında ise Yaşar Kemal’in doğduğu ev hala daha ayaktadır. Köy kahvesinin karşısındaki bakkalın anlattıklarından Yaşar Kemal’in İnce Memed’ de anlattığının aksine zamanının Gökçedamlılarının eşkıyayı kötü bildiklerini öğrendiğimde şaşırdım doğrusu. Ayrıca Yaşar Kemal de komünist olarak bilindiği için köyünde uzun süre sevilmemiş. Son olarak da köy kahvesinde kendisine “Nasılsın?” diye soru soran çocuğa “İyiyim daşşağanı yidiğüm” diye cevap veren amcaya içtenlikle teşekkürlerimi sunarım beni yabancı görmeyip dilini sakınmadığı için.

Gökçedam Köyü’ne uğrarsanız yakınında yer alan Kastabala antik kentine de mutlaka uğrayın ama Gökçedam ile aynı ilçede -yani Kadirli’de- çok daha önemli bir açık hava müzesi daha vardır: Kadirli Milli Parkı’nın hemen yanında bulunan Karatepe-Aslantaş Açıkhava Müzesi. Bölgeye baraj yapılana kadar Karatepe-Aslantaş’ın eteklerinden Ceyhan Nehri de akarmış ama artık ne yazık ki artık baraj gölü ile idare etmekten daha fazlası mümkün değil. Bu açık hava müzesi de Mavi Anadolucuların seyahat noktalarından biridir.

Aslantepe’nin arkeolojik kazılarını Necip Fazıl Kısakürek henüz Allah’ını bulamamışken yapmakta olduğu bir erkeklik gösterisinden bıkan Mina Urgan’ın ricası üzerine “Üstad”ı yere seren milli jiu jitsu sporcusu Halet Çambel ile Helmut Bossert ve Bahadır Alkım yapmıştır. Bu arkeolojik kazılara Halet Çambel bir kere Mina Urgan’ı da çağırmıştır ama Halet Çambel’in öğrencilerini geç saatlere kadar içirip, arkeoloji ile ilgisi olmayan konular hakkında konuşturup, sabah geç kalkmalarına neden olduğu için bir daha çağırmamıştır. Mina Urgan mavi yolculuklar sırasında da tarih ve arkeoloji ile ilgilenmezmiş. Dolayısıyla bu tip konulara siz de ilgi duymuyorsanız bu durum Mavi Anadolucu olmanızın önünde bir engel değildir.

Mavi Anadolucuların Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Hatayi ve Baki gibi daha birçok Anadolu düşünürü ve edebiyatçısı üzerine de incelemeleri bulunmaktadır ama bunları da okumaya zamanım yetmedi.

Vedat Günyol ve Yeni Ufuklar Dergisi:

Vedat Günyol Mavi Anadolucuların omurgasını oluşturan edebiyatçılardan biridir ve yapıtlarını eleştiri, deneme ve anı türlerinde yazmıştır. İki mavi yolculuğa katılmıştır fakat diğer Mavi Anadolucular ile birlikte vakit geçirdiği esas mekân Sabahattin Eyuboğlu’nun Maçka’daki evidir. Bu evde pazartesi günleri öğlen Sabahattin Eyuboğlu ile buluşup birçok çeviri yapmıştır. Pazartesi akşamları çeviriler bittikten sonra ise aynı ev Mavi Anadolucuların yanı sıra Aşık Veysel’den Yaşar Kemal’e birçok aydının buluşutuğu içkili türkülü akşam sefasına dönüşür. 12 Mart döneminde bu toplantılar örgüt toplantısı olduğu gerekçesiyle Vedat Günyol dahil bu toplantılara katılan birçok Mavi Anadolucu TKP davasından yargılanacaktır. Vedat Günyol’un amcası ise Yaşar Kemal’i komünistlikten yargılayıp beraat ettiren bir mahkemenin başkanıdır ve beraat ettirdikten sonra da Yaşar Kemal’e yazar olmasını öğütlemiştir.

Vedat Günyol

Vedat Günyol kaymakam Ali Fikri Bey ve Diyarbakır’ın tanınmış ailelerinden Mihrinnisa Hanım’ın oğludur. Babasının Diyarbakır, Lice’deki kaymakamlık görevi nedeniyle ilkokulu Ermeni Tehcirinin de yaşandığı dönemde Cahit Sıtkı Tarancı ile tanıştığı Diyarbakır’da okur. Anılarında Diyarbakır’da geçirdiği yılları anlatırken kadınların toplumsal yaşama katılmadığı bir toplumda erkeklerin “güreş” gibi maço görünümlerde nasıl “Dorianlaştıklarına” şahit olduğunu da yazar. Çerkez Ethem’in Güner Kuban isimli lezbiyen bir torunu olduğunu ve Hollanda’da Homolulu isimli bir gey bar açtığını da Vedat Günyol’un anılarından öğrendim. Çok merak ediyorum daha nerelere götürecek beni bu Mavi Anadolucular.

Konuyu fazla dağıtmadan Vedat Günyol’a dönelim. Mütareke yıllarında Ali Fikri Bey kendi isteğiyle kaymakamlığı bırakıp İstanbul’a yerleşmeye karar verir ve Vedat Günyol dört kardeşi, annesi, babası ve anneannesi ile birlikte Diyarbakır’dan İstanbul’a doğru oldukça uzun bir tren yolculuğuna çıkar. Vedat Günyol’un da içinde bulunduğu tren Fransız işgali altındaki Adana’da tehcirin intikamı peşindeki Ermeni gruplarca denetlenir. Ali Fikri Bey’in eski bir kaymakam olduğunu tespit ederler ve sarıklı cübbeli bir adam ile birlikte Vedat Günyol’un ailesini de trenden çıkartılıp bir binanın bodrum katında dizanteri salgınının ortasında alıkoyarlar. Ali Fikri Bey Müslüman bir Hint askerinin yardımıyla Fransız Valiliğine ulaşır. Neyse ki atipik bir kaymakamdır ve tehcir sırasında birçok Ermeni’yi koruyup kollamıştır. Adana Valiliğinde kendisini tanıyan bir Ermeni sayesinde salıverilmeleri yönünde resmi bir evrak alır ve Vedat Günyol ailesi ile birlikte bu sayede hayatta kalır, biz de yazdıklarını okuyabiliriz. Sarıklı cübbeli adam ise Vedat Günyol kadar şanslı değildir ve Vedat Günyol bodrum katından çıkıyorken başında dua okuduğu kurbanlık koyunların kesileceklerini anladıkları andan sonraki halleri gibi tir tir titremektedir.

Vedat Günyol İstanbul’da oldukça iyi bir eğitim almıştır. Galatasaray Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi’nin hukuk fakültesini bitirip Paris’te hukuk doktorası yapar. Paris’te yaşadığı yıllarda Halet Çambel de Paris’te yaşamaktadır ve evi Vedat Günyol dahil birçok Türk aydının uğrak yeridir. Vedat Günyol Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde asistanlık, Haydarpaşa Lisesi ve Ankara Gazi Lisesinde öğretmenlik yaptıktan sonra Hasanoğlan Köy Enstitüsünde öğretmenlik yapar. Anılarında Hasanoğlan Köy Enstitüsündeki deneyimini şöyle anlatacaktır:

Her zaman koltuklarım kabara kabara söyledim, söyliyorum da: Otuz yılı aşkın öğretmenlik yaşamımda, sadece üç yıl gerçekten öğretmenlik onuruna kavuştum. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde. (Vedat Günyol, Yaza Yaza Yaşarken, 158).

Oldukça önemli çevirileri ve Türk edebiyatının önemli eserlerini yayınlayan Anadolu aydınlanmasının kalelerinden Çan Yayınlarının da kurucusudur. Fakat Vedat Günyol bence en önemli katkılarını kitap yayıncılığı veya edebiyat yazarlığı ile değil dergi yayıncılığı ile yapmıştır. Nazım Hikmet gibi büyük edebiyatçıların yapıtlarının yayınlandığı Yücel dergisinin ardından Orhan Burian ile ilk sayısı Şubat 1953’te çıkan Ufuklar dergisini çıkartmıştır. Sabahattin Eyuboğlu, Mazhar Şevket İşbiroğlu, Melih Cevdet Anday ve Orhan Duru gibi Mavi Anadolucuların yanı sıra Fakir Baykurt, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Bülent Ecevit, Ferit Edgü, Oğuz Arıkanlı, Atilla İlhan ve Sait Faik gibi birçok Mavi Anadolucu olmayan yazar da Ufuklar dergisinde yazmıştır.

Soldan sağa Sabahattin Eyuboğlu, Orhan Veli Kanık, Sait Faik Abasıyanık.

Resimden şiire birçok sanat dalında yapıtları olan ve aynı zamanda da sanat tarihçisi olan fakat tıpkı Necip Fazıl Kısakürek gibi Allah’ını geç bulup Cerrahi tarikatının Amerika şeyhi olduktan sonra elindeki bütün resimlerini yakan Tosun Bayraktaroğlu’nun bir aşk şiirini Ufuklar’ın ilk sayısında görünce şaşırdım doğrusu. Cerrahi tarikatı tandık gelmediyse şu “hamile kadınlar sokağa çıkmasın” diyen şeyhin mensubu olduğu tarikat dersem belki hatırlarsınız. Çocuk psikiyatristi Atalay Yörükoğlu’nun Ufuklar dergisinde çıkan yazılarını görüp kendisinin aynı zamanda da edebiyatçı olduğunu öğrenmem de Ufuklar dergisinin beni şaşırtan bir başka tarafı oldu.

Orhan Burian’ın 5 Mayıs 1953 tarihindeki ölümünün ardından Ufuklar dergisi Mayıs 1954’te Orhan Burian’ın anısına son sayısını çıkartır ve yayın hayatına Yeni Ufuklar adıyla devam eder. Yeni Ufuklara geçmeden önce biraz Orhan Burian’ dan bahsedeyim. Birçok Mavi Anadolucu gibi Orhan Burian da Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde öğretim görevlisidir. Princeton ve Cambridge gibi Dünya’nın en iyi üniversitelerinde İngiliz Filolojisi üzerine eğitim almıştır. Birçok Shakespeare çevirisi bulunmaktadır. Dönemindeki yaygın kanının aksine Lord Byron’un Türk düşmanı olmadığına dair çeşitli çalışmaları da olmuştur.

Ufuklar’ın son sayısında Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Orhan Burian’a ağıt isimli bir şiiri bulunmaktadır. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yanı sıra Vedat Günyol, Orhan Duru, Bülent Ecevit ve Nurullah Ataç daha birçok edebiyatçı da Ufuklar’ın son sayısında Orhan Burian’ın anısına yazı yazmıştır.

Orhan Burian da tıpkı Vedat Günyol ve Mina Urgan gibi hayatının son yıllarında anılarını yazmıştır ve bu anılar Günlük isimli bir kitap halinde yayınlanmıştır. Orhan Burian diğer Mavi Anadolucuların aksine denizden değil karadan gezmiş. Günlük’ te Dalmaçya ve Karadağ gibi Balkan diyarlarından, Söke, Isparta, Çatalhöyük ve Side gibi Mavi Anadolucuların Türkiye’deki uğrak yerlerine dair birçok gezi notu bulunmaktadır.

Yeni Ufuklar dergisine de ekip Orhan Burian hariç tam kadro devam eder. Hatta Demir Özlü ve Talip Apaydın gibi edebiyatçılar ile Cavit Orhan Tütengil ve Niyazi Berkes gibi sosyologların edebiyat dışı yazılarının yanı sıra Nazım Hikmet’i koğuş arkadaşı İbrahim Balaban ve Yılmaz Güney gibi mahpuslar da Yeni Ufuklar da yazmıştır. Mayıs 1954 ve Kasım 1976 arası çıkan Yeni Ufuklar Mavi Anadoluculuğun ve diğer akımların yer aldığı Anadolu aydınlanmasının kalelerinden biri haline gelir.

Yeni Ufuklar ın son sayısı oldukça hüzünlüdür. Orhan Duru, Selim İleri ve Demir Özlü gibi edebiyatçıların ilk yazılarını yayınladıkları Yeni Ufuklar, kapağında kırımızı bir zemin üzerinde siyah ile SON SAYI yazan bir baskı ile veda eder. Son sayıda Vedat Günyol Ufuklar ve Yeni Ufuklar dergilerini Beyoğlu’ndaki Aynalı Pasajı, Karaköy’deki Velialemdar Hanı ve Çemberlitaş’taki Nuribey Hanı’nda birkaç kişinin sığabileceği küçücük odalar nasıl bin türlü zorlukla çıkardıklarını yazar.

Fazıl Hüsnü Dağlarca ise tıpkı Orhan Burian’ın ölümünün ardından yazdığı ağıt gibi bir ağıt da Yeni Ufuklar ın son sayısı için yazar:

Hayır çok üzülmüyorum ben
Yayınını durdurunca gerçek bir dergi.
Parlamış olsa da azıcık
Sustu m birdenbire
Sanki boşluğunda bir çiçek açar
Onu söyler hep.

Taşarken nice toplum
Dev ülkülere
Eski çağlardan dışarı
Amacına varırken ulaşımlar
Duyulur ölümsüz yürüyüşü
İlk adımların.

İşte görmüyor musunuz
Gecegündüz süren
Karanlıklara karşı akan gecegündüz
Gecegündüz değen yüzümüze
Bir aydınlık var
Artık Çıkmayan dergilerin yayınlandığı.

Yeni Ufuklar’ın kapanmasının nedeni abone sayısının 210’a kadar düşmesidir ve Aziz Nesin son sayısında şöyle yazar:

Yeni Ufuklar, basın ve edebiyat tarihimizde mezarları olan ötekiler gibi, cinayete kurban gitmiştir: Aydınların, okurların ilgisizliği!

Cavit Orhan Tütengil de Yeni Ufukların son sayısında:


öğrencilerin ve genç işçilerin kanları kurumadan sokaklarımızı, yüksek öğretim kurumlarımızı ve fabrikalarımızı kana bulayan faili meçhul cinayetler ortamında Yeni Ufuklar’ın aşılamak istediği insan sıcaklığı romantik bir özlem olarak kalıyordu.

diye yazdıktan üç yıl sonra yazdığı şekilde öldürülecektir.

Yılmaz Güney ise Yeni Ufuklar’ı Adana’da kimseye satamadığı için köylerde, kitapçılarda, işçi mahallelerinde dağıttığını fakat kimsenin ilgilenmediğini yazar. Vedat Günyol Yılmaz Güney’in yıllardır Adana’da dağıttığı dergileri sanki satılmış gibi kendi cebinden ödediğini öğrenmiştir ve bunu söylemekten çekinmez. Görünüşe bakılırsa Yeni Ufuklar kapandığında yazarları dışında okuru yokmuş. Baykuşun muskasında yazanların taşıyıcılarından biri de böyle kapanmış.

Mavi Anadoluculuğa Davet:

Mavi Anadoluculuk üzerine araştırma yapmaktan çok keyif aldım. Bu topraklarda oturup da Antik Anadolu medeniyetlerine ilgi duymamak büyük bir kayıp olacaktır. Ayrıca Türk-İslam sentezinden farklı tarih yazımları için de yol göstericidir ve bu konu tarihçilerin ilgisini çekebilir.

Mavi Anadolucuların Sokrates, Plato ve Aristo eleştirileri de beni çok etkiledi. Özellikle Sokrates’in yaygın kanının aksine Spartalılar ile işbirliği yaptığı için idam edilmesi çok enteresan bir bilgidir. Bir arkadaşım bu konuyu Yunan tarihçisi ve aynı zamanda da Yunan milliyetçisi bir profesöre sordu ve Sokrates’in gerçekten de halk tarafında hiç de sevilmediğini, Spartalılar ile iş birliği yapan 30 tiranlardan birinin kızının da metresi olduğu cevabını aldı. Belki de Sokrates Platon’nun kitaplarında okuduğumuzdan çok farklıdır. Üniversitede siyasal düşünceler tarihi dersini veren hocam Sokrtes öncesi filozoflar etik, siyaset ve estetik gibi konular ile ilgilenmedikleri için siyasal düşünceler tarihinin Sokrates ile başladığını öğretmişti. Fakat Mavi Anadolucuların kitaplarını okuduktan sonra bu bilgiyi sorguladım doğrusu. Artisto fiziğinin orta çağ karanlığının tartışılamaz kurallarını oluşturması gibi bazı konular hali hazırda felsefe alanında yeterince tartışılmaktadır ama felsefe ile ilgilenenler Mavi Anadolucuların bahsettikleri konular üzerine araştırma yaparak modern düşüncenin temellerini sorgulayabilir. Edebiyat, resim ve heykel gibi sanat alanları ile ilgilenenler için de Mavi Anadoluculuk konusu dikkat çekici olabilir.

Mavi Anadoluculuk ile ilgili yazılarına rastladığım ve hala hayatta olan üç yazar bulunmaktadır. Bunlar Adnan Binyazar, Özgen Acar ve Öner Yağcı’dır. Adnan Binyazar Mavi Anadoluculuk ile ilgilenmiş ve aynı zamanda da Orta Asya Türkleri üzerine çalışan belki de tek yazardır. Dede Korkut hikayeleri üzerine bir kitabı bulunmaktadır. Özgen Acar Bodrum üzerine yazdığı köşe yazılarında Mavi Anadoluculuğa sık sık değinmiştir. Öner Yağcı da Anadolu’nun Umudu Aydınlık isimli kitabında bu konuya değinmiştir ve bu kitap Kartal Belediyesi’nin düzenlemekte olduğu “Vedat Günyol Deneme Yarışması”nda ödül almıştır. Üçü de Cumhuriyet yazarıdır ve en genci 71 yaşındadır. Görünüşe bakılırsa Mavi Anadoluculuk pek gençlerin ilgisini çekmemekte ama gençler bu konuyu tanımaya başlarsa bence gençler de yeni bir dil ile bu konuya ilgi duyabilir.

Bazı kaynaklarda Mavi Anadoluculuk Türk Hümanizmi diye geçer. Bu terim Suat Sinanoğlu’nun Türk Hümanizmi isimli kitabına dayanır. Suat Sinanoğlu bu kitapta Mavi Anadoluculuğu Türk hümanizminin bir parçası olarak inceler fakat Mavi Anadolucular Türk sözcüğünü kullanmaktan özenle kaçınır ve Anadolu der.

Mavi Anadoluculuğu eleştirenler de vardır. Ekrem Akurgal gibi Antik Anadolu medeniyetlerini inceleyen, hatta modern Türkiye ile arasındaki süreklilik olduğunu da kabul eden birçok arkeolog Mavi Anadolucuların görüşlerini bilimsel bulmaz. Mavi Anadolucuları eleştirenler bazı konularda haklı da olabilirler. Örneğin Balıkçı kıblenin etimolojik kökeninin Kabe’nin olduğu yerde vakti zamanında Kibeleye tapılmasında dolayı Kibele olduğunu yazar ama günümüzde bu bilginin bilimsel geçerliliği kalmamıştır. Bilmiyorum o yıllarda da var mıydı. Bu yazıda okuduğunuz günümüzde kullanılan diğer sözcüklerin Antik Anadolu’daki etimolojik kökenlerine dair bilgilerin de bilimsel geçerliliği olmayabilir. Fatih Sultan Mehmet’ in Papa’ya “Hektor’un intikamını aldım” diye bir mektup yazdığı yönündeki iddiaları da Mavi Anadolucuların kitaplarında bulabilirsiniz fakat bu tip iddialar da doğru değildir. Bilimsel geçerliliği olmayan Herdot’un kitaplarını da kaynak olarak kullanırlar. Ayrıca Balıkçı’nın kitaplarında verdiği bilgiler referanssızdır. Belki bu yazıda okuduğunuz diğer bilgilerin de bilimsel geçerliliği yoktur ben bilmiyorum. Antik Anadolu Medeniyetleri ile Modern Türkiye arasında kültürel bir devamlılık olduğuna katılıyorum fakat bu devamlılık Mavi Anadolucuların iddia ettiği şekilde midir yoksa başka türlü müdür inanın bilmiyorum.

Murat Belge Mavi Anadoluculuğu yöntemsel açıdan bilimsel bulmaz fakat bu bilimdışılıktan kastettiği Mavi Anadolucuların tarihsel materyalizm yöntemini kullanmamalarıdır. Mavi Anadolucuların Antik Anadolu medeniyetleri ile çağdaş Anadolu arasında süreklilik aramalarını da zorlama bulur. Dahası, Mavi Anadoluculuğun güneş dil teorisinden yola çıktığını iddia eder ama ben Mavi Anadolucuların kitaplarında güneş dil teorisi ile ilgili tek sözcüğe rastlamadım. Murat Belge’nin yazılarında rastlamadım ama yeri gelmişken belirteyim, Hititlerin Türk oldukları gibi gülünç iddialar da Mavi Anadolucuların argümanları arasında yer almaz. Mavi Anadoluculuğun Türk-İslam sentezine alternatif oluşturmasını ise Murat Belge’ye göre yerindedir.

Atilla İlhan birçok şeyi sevmediği gibi Mavi Anadoluculuğu da sevmez. Mavi Anadoluculuğu komprador bir üst yapı parçası olarak görür ama bu eleştiri bana biraz zorlama geldi. 1950 li yıllarda Atilla İlhan da Mavi isimli bir dergi çıkartmaktadır. Tam olarak anlayamadım ama galiba mavi o yıllarda karanlığa karşı olmak ve Demokrat Parti’yi eleştirmek anlamında kullanılmakta.

Bütün bu eleştirilere tek bir cevabım olacaktır. Mavi Anadoluculuk ne bir yöntemdir ne de bilimsel bir teori. Mavi Anadoluculuk Sabahattin Eyüboğlu’nun deyimiyle karanın üzerine maviyi koymaktır:


Maviyle sanat, karayla para demek istiyorum. (…) Her rengin bir başka tadı, yerine göre bir başka derinliği olabilir. Ama her yaşayanın iliklerine işleyen, ölüm karasına, yüz karasına, kasvet karasına birebir gelen renk mavidir. Karanlığı asıl yenen mavidir, güneş değil! Güneş çekilip gittikten sonra bile mavi sabahlara kadar cenkleşir karanlıkla. (…) sanatı paranın, maviyi karanın çıkaranlar var ya? İşte onlar sanatçı. (Sabahattin Eyuboğlu, Mavi ve Kara, 115).

Balıkçı’nın Aganta Burina Burinata ismli romanının sonunda zengin toprak sahibinin kızı Ayşe ile evlendikten sonra “karaya” dayanamayıp deniz şu şekilde dönen Mahmut’un yaptığı tam da “karanın üzerine maviyi koymaktır”:

Artık ondan sonra ne Ayşe’nin kolları, öpücükleri ve gözyaşları, ne bağlar bahçeler, ne tövbeler ve yeminler beni karaya bağlayamadılar. Varımı yoğumu Ayşe’ye bırakarak bir daha geriye dönmemek üzere denize açıldım. İlk limanda kayığın birisine gemici yazıldım.
Aganta!… (Halikarnas Balıkçısı, Aganta Burina Burinata, 186).

Erich Fromm Sahip Olmak ya da Olmak isimli kitabında iki farklı varoluş şekli olduğunu yazar. Bunlar sahip olmak ve olmaktır. Erich Fromm’a göre ya bir şeylere sahip olursunuz ya da olursunuz. Sahip olmaktan kastettiği sadece mala mülke sahip olmak değildir. Davranışlara, düşüncelere ve hatta bilgiye bile sahip olabilir insan. Olmak ise insanın kendisini bunların hiçbiri ile tanımlamayarak ve bunları kaybetme korkusundan kurtularak bir nevi zamanı aşmasıdır. “Karanın üzerine maviyi koymak” ya da Mahmut’un zengin toprak sahibinin kızı Ayşe’yi bırakıp geriye dönmemek üzere denize açılması tam da olmaktır. Mavi Anadoluculuk hayatın akışına kapılmaktır.

Mavi Anadolucular köy enstitülerinde okutulan ve günümüzde de hala daha basılmakta olan Hasan Ali Yücel serisindeki birçok dünya klasiğini Türkçeye çevirmiştir. Karanlık maviyi yenip köy enstitüleri kapatıldıktan sonra ise başlattıkları aydınlanmayı toplumsal düzeyde sürdürme imkanları elbette kalmamıştır fakat mavi yolculuklarla naif naif kendi aralarında sürdürmüşlerdir. Bırakınız görüşleri bilimsel olmasın. Karaya karşı maviyi savunanların başlattıkları aydınlanmayı köy enstitüleri ile sürdüremedikten sonra mavi yolculuğu icat etmeleri ve aydınlanmayı o zamanlar kimselerin bilmediği koyları keşfederek, türküler söyleyerek, içkiler içerek mavi yolculuklarla sürdürerek bir Rönesans denemesi yapmaları takdir edilesi değil midir? İşte Mavi Anadoluculuk budur. Mavi Anadoluculuk dışındaki birçok yeni akımı da benzer şekilde yaşayan insanlar yaratmıştır.

Mavi Anadolucular ile ilgili bir başka nokta ise hiç de edebiyat derslerinde bize yeterince kitap okumadığımız için fırça atan hayattan bezmiş öğretmenler gibi insanlar olmamalarıdır. Balıkçı baba katilidir, Orhan Duru Hayalet Oğuz ile arkadaştır, Mina Urgan kırık kaburgalarıyla yazdığı anılarında arkeolojik kazıları nasıl sabote ettiğinden gururla bahseder, Fikret Adil Beyza Hanımı yazar … Öyle uzaktırlar ki öğrencileri kitaplardan soğutan o öğretmenlerden…

Nörobilimci Sinan Canan İnsanın Fabrika Ayarları isimli üç ciltlik kitabında insanın çeşitli, az, aralıklı beslenmek, şeker ve karbonhidrattan uzak durmaya, hareket etmeye, yapıcı sosyal ilişkiler içinde olmaya, stresten uzak durmaya ve konfor alanını bozarak sınırlarını aşmaya programlandığını yazar. Mavi Anadolucuların nasıl beslendiklerini bilmiyorum ama insanın geri kalan bütün fabrika ayarlarına uygun yaşamışlardır. Bir grup aydın bugünkü şartlardan çok daha konforsuz şartlar altında seyahat edip durmuştur. Sadece fiziksel konforlarını değil zihinsel konforlarını da bozarak yeni bir akım bırakmışlardır bizlere. Mavi Yolculuk, olmak yolunda konfor alanını bozmak ve sınırları aşmaktır.

Eğer siz de tatillerinizde beş yıldızlı otel rezilliğini çekmek yerine eylül ayında Çıralı’da, Kabak Koyu’nda, Palamut Bükü’nde, Kaz Dağları’nda vakit geçiriyorsanız bilin ki zaten Mavi Anadolucusunuz ve gittiğiniz yerlerde diğer Mavi Anadolucuları arıyorsunuz, konfor alanınızı bozuyorsunuz ve sınırlarınızı aşmanın peşindesiniz. Hayat tarzınızın ve zihninizin kökeninde işte böyle bir akım bulunmaktadır. Gelin baykuşun muskasında yazanları birlikte yaşatalım. Mavi Anadolucuların birkaç kitabını okuyuverin fazla vaktinizi almaz. Kelebekler Vadisi’nde gününüzü rezil eden günü birlikçi mavi yolculuk gemileri geldiğinde “Kibele belanızı versin” deyin. Beş yıldızlı otellere, “mavi yolculuklara”, yapılaşmaya, gürültüye, siyanürle altın aranmasına karşı mücadele ederken hatırlayıverin Balıkçı’nın gece tanımını:

Şehirleri dolduran insanlar arasında doğdu doğalı geceyi görmemiş olanlar çoktur. Onların gecesi, gece değil, gündüzün, lambayla, elektrikle yapılan bir taklididir. Geceyi tanımak için yaradılışın tenha yerlerinde bulunmalı. (Halikarnas Balıkçısı, Merhaba Akdeniz, 30).


Balıkçı’nın “Benim gibi yazmaya çalışıyor ama yazamıyor” diye tanımladığı ve birçok Mavi Anadolucunun yakın dostu olan Sait Faik Abasıyanık ömrünün sonlarına doğru 1952 yılında yayınladığı Son Kuşlar isimli öyküsünü şöyle bitirir:

Kuşları boğdur, çimenleri söktüler, yollar çamur için kaldı.

Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gök yüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olarak. Benden hikayesi. (Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar, 7)


Sait Faik’in dediği günler geldi. Kara maviyi yendi ve bize orman yangınları, küresel ısınma, gürültü, patırtı, otel animasyonları ve barbar istilasına dönüşmüş mavi yolculuklar içinde belki de Dünya’nın sonuna yaklaşırken karanın üzerine maviyi koymaya çalışmak veya başka bir deyişle baykuşun muskasını sonraki kuşaklara aktarmak kaldı.

Balıkçı’nın manevi oğlu Şadan Gökovalı Turgut Bey’in İzmir’e Yaptıkları isimli kitabında Turgut Özal’ın başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı zamanında İzmir’in nasıl tahrip olduğunu anlatırken verdiği enteresan bir bilgi vardır. Turgut Özal başbakan olana kadar alkollü içki bile sayılmayan bira alkollü içki statüsüne geçtikten sonra rakı satışlarının nasıl arttığını, bira satışlarının ise düştüğü yazar. Mavi Anadolucuların mekanlarını tahrip edenlerin aynı zamanda da içkiyi yasaklayanlar olduğunu da öğrendim böylece. Günümüzde iyice artan içki yasakları da nasıl eroin ve bonzai kullanımı arttırmışsa, içkiyi Turgut Özal’dan daha fazla yasaklayanlar da Mavi Anadolucuların mekanlarını daha çok tahrip ediyor. (Şadan Gökovalı da Masonmuş bu arada. Hür Masonlar’ın İzmir Locası için yazdığı Kardeşlik kitabına göre Masonluk iyi ahlak okuluymuş ve kitabın girişinde de Nur Üstadının önerisi, Büyük Üstadın buyruğu ve tüm kardeşlerin katkılarıyla bu kitabı yazdığı belirtir. Güldüm doğrusu. Bir tane fire vermis Mavi Anadolucular. Eh o kadar da olsun artık).

Ve son olarak… Yazının başında okuduğunuz üzere Mavi Anadoluculuk maceram ölmüş bir ressamın paslı raflarından bulduğum iki kitap ile başladı. Meğerse ressam da hayatının son döneminde yaşadığı Antalya’ya katkıda bulunmak için Antalya Müzesi’ne defalarca gidip, arkeologlar ile konuşup Likya sikkeleri ve arkeolojik vazolar gibi konular üzerine yaptığı resimleri için bu kitapları okumuş ve sanatının bir döneminin ardında baykuşun muskası varmış. İsmi Murat Sinkil’dir, yakında hayatını ve sanatını anlatan bir kitap çıkacaktır. Bu yazı ilginizi çektiyse bir göz atın derim. Nev-i şahsına münhasır insandır, karanın üzerine maviyi koymuştur ve bir nevi Hayalet Oğuz’dur doğrusu.

Ressam Murat Sinkil’in ölümünün ardından raflarından bulduğum iki kitap ile başlayan yolculuğun beni nerelere getirdiğine hayret ettim ve bu yolculuktan çok keyif aldım. Vaktinizi bu yazıyı buraya kadar okumaya ayırıp bu yolculukta bana eşlik ettiğiniz için sizlere de çok teşekkür ederim. Umarım siz de tıpkı benim gibi keyif almışsınızdır bu mavi yolculuktan.

Mavi Anadoluculuk ile ilgili kitap okumak isteyenlere şu kitaplar ile başlamalarını tavsiye ederim:

Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt
Halikarnas Balıkçısı, Aganta Burina Burinata
Sabahattin Eyüboğlu, Mavi ile Kara
Azra Erhat, Mavi Anadolu veya Mavi Yolculuk

Yok efendim ben bu yolda kafayı kırdım bana daha çok lazım diyenler için de, bu yazıda kullanılan bütün kaynaklar:

Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre – Hayatı ve Bütün Şiirleri
Adnan Binyazar, Dede Korkut
A.Kadir, Mutlu Olmak Varken
A.Kadir, Bugünün Diliyle Mevlana
Azra Erhat, İşte İnsan
Azra Erhat, Mavi Anadolu
Azra Erhat, Mavi Yolculuk
Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü
Azra Erhat, Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Dol Karabakır Dol
Cengiz Bektaş, Bedri Rahmi Nakışlı Bir Deneme
Dante, İlahi Komedya
Erich Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak
Fikret Adil, Asmalımescit 74
Fikret Adil, Beyaz Yollar Mavi Deniz
Gergedan, Eylül 1987
Halikarnas Balıkçısı, Aganta Burina Burinata
Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri
Halikarnas Balıkçısı, Anadolu’nun Sesi
Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Tanrıları
Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt
Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün
Halikarnas Balıkçısı, Merhaba Akdeniz
Halikarnas Balıkçısı, Merhaba Anadolu
Halikarnas Balıkçısı, Turgut Reis
Homeros, İlyada
Homeros, Odysseia
İ. Hatice Orman, ‘Merhaba’ Halikarnas Balıkçısı
İsmet Kabaağaçlı Noolan, Anılar Akın Akın
İsmet Zeki Eyüboğlu, Anadolu Büyüleri
İsmet Zeki Eyüboğlu, Anadolu İnançları
İsmet Zeki Eyüboğlu, Anadolu Uygarlığı
İsmet Zeki Eyüboğlu, İslam’ın Çöküşü
İsmet Zeki Eyüboğlu, Mevlâna Celaleddin
İsmet Zeki Eyüboğlu, Şeytan Ayetleri
İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü
İsmet Zeki Eyüboğlu, Yunur Emre – Bir Ozanın İçevreninde Gezintiler
Melih Cevdet Anday, Sözcükler
Mehmet Eyüboğlu, Mavi Yolculuk Defterleri
Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları
Mina Urgan, Bir Dinozorun Gezileri
Necati Cumalı, Susuz Yaz
Necati Cumalı, Viran Dağlar
Orhan Burian, Günlükler
Orhan Burian, Shakespeare
Orhan Duru, Denge Uzmanı
Orhan Duru, Mavi Gezi
Orhan Duru, O Pera’daki Hayalet
Orhan Veli, Bütün Şiirleri
Sabahattin Eyüboğlu, Mavi ve Kara
Sabahattin Eyüboğlu, Yunus Emre
Sinan Canan, İnsanın Fabrika Ayarları, Cilt:1
Sinan Canan, İnsanın Fabrika Ayarları, Cilt: 2
Sinan Canan, İnsanın Fabrika Ayarları, Cilt: 3
Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi
Şadan Gökovalı, Turgut Bey’in İzmir’e Yaptıkları
Şadan Gökovalı, Kardeşlik
Tiyatro 76, sayı: 35
Yaşar Kemal ve Sabahattin Eyüboğlu, Gökyüzü Mavi Kaldı
Ufuklar, Bütün Sayıları
Vedat Günyol, Uzak Yakın Hatıraları
Vedat Günyol, Yaza Yaza Yaşarken
Yeni Ufuklar, 10 – 15 tane sayısı üşendim hepsini tek tek yazmaya yazının sonuna gelince

9 Yorum

Cevap Yazın
  1. Oldukça detaylı ve süreci bütünsellik içinde ele alan iyi bir araştırma olmuş. Yazının devamı da gelecek mi?

  2. Fark ettiğin üzere bu yazıyı yazmak için uzun süren bir araştırma yaptım ve zamanıma deydiğini duymak çok güzel.

One Ping

  1. Pingback:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazar Olmak İçin 20 Kural

Pis Okurun Notları (208 – 214)