İyi bir yazarın hikâyesi (Julio Cortazar) iyi bir yönetmeninin elinde iyi bir filme dönüşür. “Cinayeti Gördüm” bunlardan biri.
Salgınla yaşadığımız kapanma ile birlikte sinema bir anda hayatımızdaki en etkin sanat dallarından biri oldu… Büyük yönetmenlerin külliyatlarını yeniden yeniden izleme fırsatımız oldu…
Antonioni filmlerine baktığımızda insanın küçüklüğünü görürüz… Tıpkı şu günlerde yaşadığımız gibi insanın etki etmediği bir hayat vardır… Karakterlerinin ruhsal dünyasına da aynı oranda özen gösteriyor oluşu bu küçültüşü pekiştirir… Antonioni filmlerinde dikkatimi çeken büyük mekânlar içindeki küçük insanlar oldu… Büyük evler, parti alanları, deniz kenarları, sarp kayalıklar…
Cinayeti Gördüm filminde farkında olmadan bir cinayete tanık olan birinin deliller tamamen ortadan kaldırılıncaya kadar kimseyi inandıramamış olması, daha doğrusu söz ettiği kimselerin de cinayeti pek de umursamadıklarını görürüz… Peki, gerçekte onun işlenmiş bir cinayete karşı tepkisi nedir? Yaptığı işin heyecanı içinde kaybolmuş, insanlar aradan çekilmiş birini düşündüğümüzde, aslında onun da hala elindeki kanıtların heyecanı içinde olduğunu, cinayetin pek de umurunda olmadığını söyleyebiliriz. Farkında olmadan bir cinayete şahit olmuş olmak kısmı onu ilgilendiriyor. Ölen adam, niçin öldürüldüğü pek değil. bu haliyle etkisizliği, gelişigüzel, omurgasız tepkisi ile tam da Camus’nun “Yabancı” kitabındaki karaktere benzer. Tenis kortu sahnesi bu yüzden çok etkileyici. Kanıtların büyüsü içinde bir adam, bir anda bütün kanıtlar elinden alınmışken topsuz bir tenis maçı izler. Seyirci olmaya devam ettiği için o da oyuna dahil olmuştur. Ve ondan dışarı kaçtıklarını düşündükleri topu isterler. Yok saydığımız bir hayat delirtir. Aslında olmayan bir topu görmek halüsinasyondur. Yok saydığımız hayatlar yüzünden topluca halüsinasyon görürüz. Gördüğümüz her şeyden sorumluyuz. Parktaki cinayetten sorumluyuz. Hepimizin yaşam biçimleri, adına toplum dediğimiz ve mecbur kalmadıkça bulaşmamayı tercih ettiğimiz şeyi oluşturur. Kötü bizim dışımızda değil, el birliği ile devam ettirdiğimiz bir şey. Artık etki etmediğimiz bir hayattan kendi bohem, öylesine, bireysel heyecanlarımızla köşemize çekildiğimiz hayatlarımız yüzünden sorumluyuz.
Antonioni’nin en güzel yönlerinden biri klişeleri kırmak konusundaki ustalığı. L’avventure’de bir kadın, “Bugün hava ne ılık değil mi?” gibi bir laf eder. Adam cevaplar: “Lütfen bayan, havanın ne kadar ılık olduğunu kendim de anlayabilirim…”
Filmin en güzel sahnelerinden biri, yönetmenin belki de Cortazar’ın tarzını olduğu gibi seyirciye göstermek istediği rock bar sahnesi. Cortazar karakterlerinin böyle insanı şaşırtan güldüren, yaşayan özellikleri vardır. Onu sevmemizin en önemli nedeni de budur. Sıra dışı bir bakış. Bizi bir olayın içinde kaybettirirken, kişiye özgü basit bir davranışla güldürmesi… Köklerini mizahtan alan iyi yazarların özelliklerinden. Bir gülümsemeye sahip olan bir gülümseme verebilir. Cortazar bu içten gülüşe sahip yazarlardan biri. Cinayetle ilgili konuşacağı iş arkadaşını ararken, bir rock bara girer fotoğrafçı. Konserde gitaristlerden biri ses sistemindeki cızırtı yüzünden sinirlenir, gitarı parçalar, sonra da seyirciye fırlatır gitarın sapını. Bu sap için herkes birbiri peşinde koşar ve fotoğrafçı sapı kapmış olarak bardan çıkar. Sonra da onu yere atar. Onca mücadele verdiği şeyin değerli olduğunu düşünen bizi yanıltır. Hem de bir cinayetin izini sürerken daldığı olay açısından… Cıva gibi ne yöne gideceği belirsiz bir haldedir. Bir yanı ile çok keskin ve ciddi iken… Kızların geldiği sahnede olduğu gibi, her an her yere çekilebilecek bir kafa yapısı var… Peşinden koştuğu şeyden iki dakika sonra vaz geçiyor… Günlük yaşamın olaylara etkisi, “Cinayeti Gördüm” filminde tıpkı yaşam gerçekliği içindeki gibi doğal kullanılmış. Eskiciden bir pervane aldıysanız o büyük hikaye akarken pervaneniz bir anda gelir. İki küçük kız peşinize takıldıysa fotoğraflarını çekmeniz için, onların yeniden gelişleri doğaldır…
Genel olarak bakılacak olursa karakterin işi bir cinayettir zaten. Fotoğraf ve ölüm ilişkisi birçok sanatçının dikkatini çekmiştir. (S.Sontag, Fotoğraf Üzerine*) fotoğrafını çektiğiniz şeyi ana mühürlersiniz. Yaşamdan aldığınız o kesit aslında hem kendi yaşamınızı o anda durdurarak hem de fotoğrafını çektiğini (poz vermesini istediğiniz) canlıyı durdurduğunuz için öldürmek bir bakıma. Gizli bir tahakküm içerir fotoğraf çekmek. Özellikle de bu filmdeki gibi bir kendi görme biçimi için karşısındaki modellere acımasızca davranan biri için; öyle ki artık yorgunluktan gülemez hale gelmişlerdir. Sanki bir cinayet gördüğünde bunun hayata etki etmiyor oluşu zaten hep cinayetin içinde oluşu ile ilgili gibidir. Fotoğraf makinesi ile işlediği cinayetlerle… Gittiği antikacıdan bir pervane alır. Aslında bu kendi varoluşunu simgelemektedir. Hayatla ilişkisini… Nesnelere, görmelere, bakışa olan bu müptelalığı onu da nesneleştirmiştir.
Tenis sahnesi, iki tiyatro oyuncusunun olmayan bir topla tenis oynadıkları ve diğer oyuncuların da onları seyrettikleri sahne şüphesiz tüm filmin kısa bir örneği gibi. Topluca bir şeye inanmışlar ve topluca oluşlarından aldıkları güçle, yani şahitler arttıkça gerçek oluyor inançları… Bir yandan ortada olan bir cinayete kanıtlara rağmen inanılmaması bir yandan olmayan ama şahitlerle var edilen bir nesneye inanılması filmin güçlü düşünsel temeli…
Film kendisini de bir inandırma nesnesi olarak ortaya koyuyor bu sonla. Sonunda duyduğumuz o tenis topu sesi, bunu kanıtlıyor. Evet, vardı, bir film izledik.
*”Her şeyin fotoğrafını çekme ihtiyacının son sebebi de tüketim mantığının kendi içinde bulunabilir. Tüketmek demek yakıp yok etmek, hepsini bitirmek -ve bu yüzden, tazelenmeye gerek duymak- demektir. Biz görüntüler üretip onları tükettikçe daha da fazla görüntüye ihtiyaç duyarız -sonra da daha fazlasına.”