in

Ellerini Uzat

Saat 05.30. Aynada yansıyan yüzünü incelerken; gözü, stetoskopunun altındaki cebine takıldı. İsmi yazıyordu. Uzman Doktor Pınar TAMER. “Uzman Doktor Pınar TAMER, Uzman Doktor Pınar TAMER” ismini birkaç kez tekrarladı. Bir şeyleri vurgulamak ya da ısrarla daha değerli kılmak ister gibi. Sesinden kendi ismini duymak biraz tuhaf hissettirse de, buna ihtiyacı vardı. Biliyordu…

Başını öne eğdi. Terliğinin üzerine geçirilmiş galoşlara takıldı. Sonra da lavaboya dayanmış uzun parmaklarına…

“Uzat ellerini uzat.” sesiyle irkildi. Daha yedi yaşındaydı. Ses o kadar şiddetliydi ki… Tahtanın önünde, öğretmen masasının yanında, kırmızı yün külotlu çorapları lastik ayakkabılarının içinde titriyordu. “Uzat ellerini uzat, bu önlüğün, bu yakalığın kiri ne böyle? Annene not yazacağım. Ellerinin üzerine yazarsam belki ilgilenir seninle.”

Çaresizce uzattı ellerini Pınar. Öğretmen öyle hızla çekti ki onu kendine, minik bedeni sarsıldı. Çaresizdi. Yerine geçerken, yirmi çift dikkatli göz onu izliyordu. Kalbinden yükselen kırılma sesini duymasınlar diye, elini sol mendil cebinin üzerine koymuştu. Yine aynı eline baktı bir süre ayna karşısında. Bakışlarında utanmış, suçlanmış ve dışlanmış minik bir Pınar vardı. Hemen ellerini yıkadı. Yıllar önceki yazıyı silmek istercesine bir defa daha yıkadı. O his bir türlü geçmiyordu. Çıkaramıyordu içinden 7 yaşındaki Pınar’ı. Bazı anlar bu hissi yok saysa da, ne zaman kendini strese soksa yine hortluyordu. Ellerini sıkı toplamış siyah saçlarına götürdü sonra. Düzeltti. Haftalardır taktığı maskenin izleri günden güne derinleşmişti. Beyaz teninde bu kızarıklıkların üzerinde donuk donuk bakan bir çift ela göz vardı.

“Doktor olacak benim kızım.” demişti Birgül Hanım. İlkokul 3. Sınıfta gelmişti okullarına. Bir gün derste güneş sistemini anlatırken, öğrencileri tahtaya kaldırdı tek tek. En son Pınar’ı kaldırmıştı. “Sen Güneş ol, biz senin etrafında dönelim güzel kızım.” Bu davet Pınar’ın kendine olan inancına doğru bir ışıktı, bir yoldu. Okudu, doktor oldu ve bir güneş gibi ısıttı çevresini, şifalandırdı.

Döndü, köşedeki koltuğa oturdu. Camın önündeki tekerlekli sehpada, plastik bardaklarda içilmiş kahveleri elinin tersiyle kenara itip kitabına uzandı. Rastgele bir sayfa çevirdi.

“Bir gün eğer, benden uzak

Karanlık yağmur gibi,

Canını sıkarsa yaşamak

Aslolan hayattır.”

Okurken gözleri doldu. Cebinden çıkardığı mendile sildi. Kapı çaldı. Başhemşire “Pınar Hocam! Bir hastamıza dün konservatif sıvı tedavisi uygulamıştık. Hastanın seyrini gözlemlediğimiz kadarıyla daha yüksek oksijen fonksiyonuna ihtiyaç var. Ne yapalım hocam?

“Hemen rezervuarlı maskeleri kullanalım ve hasta takibi daha sık aralıklarla yapılsın. Her saat başı beni bilgilendirin lütfen.” dedi. Koltuğunda uyuyakaldı. Neredeyse 48 saati aşkın süredir durmasızın çalışmaya bu kadar dayanmıştı bedeni.

Saat 06.30. “Doktor hanım! Doktor hanım!” sesiyle uyandı. “1 saatlik uykuya da şükür bu dönemde, haydi bakalım Doktor Pınar! İş başına” diye mırıldandı kendi kendine.

Kalktıktan sonra direkt Covid servisine gitti. “Evet! Son durum ne?” diye sordu. Nöbetçi hemşire “10 hastamızda ateş düştü, solunum normal, vital bulgular stabil. 7 hastamız ağırlaşıp entübeye alındılar. 4 hastamız ex oldu.” diye rapor verdi.

“Peki yeni yatış hasta sayısı kaç bugün?”, “11 hasta doktor hanım. Bu serviste yer olmadığından onların yatışları alt kat servisine yapıldı.”, “Teşekkürler. Haydi gidelim ve durumlarına bakalım.”

Servisin kapısını açtılar. Pandemi dönemi öncesine göre yatak sayısı öyle artmıştı ki hastaların aralarında dolaşmak güçtü. Yatışı yeni yapılan hastalar kendilerini hemen belli ediyorlardı. Bilinçleri yerindeydi fakat her birinin semptomları farklıydı. 70 yaş üstü bir amca ve teyze durmadan öksürüyor ve zor nefes alıyorlardı. 38.7 ateşi dışında şikayeti olmayan genç bir kız serum takılmış etrafına çaresizce bakınıyordu. Diğer hastalarsa baygın şekilde uyuyorlardı.

Serviste gezerken Doktor Pınar’ın gözü camın önündeki yatağa takıldı. Her nedense o yataktaki hastayı merak etti o an. “Dokuz numaralı yataktaki hastanın durumu nedir?” Hemşire “ Can Türkoğlu, 24 yaşında. Geldiğinde ateşi 38.9 idi. Ev izolasyonun 4. Günü ağırlaşıp hastaneye getirmişler. Çok yoğun kuru öksürük mevcut. Solunum zorluğu var. Oksijen veriyoruz. Hipertansiyon hastası. Günde 1 50 mg Beloc zoc ve Cardura 4mg kullanıyor. Ayrıca tıp fakültesi son sınıf öğrencisiymiş Pınar Hanım.”

“Daha çok genç” diye geçirdi içinden. Onu iyileştirmeliyiz. Yaklaştı, izledi biraz genci öylece. Annesinin ve babasının onun tıp fakültesini kazandığını öğrendikleri günkü ilk sevinçlerini hayal etti. Sonra üniversiteye ilk gittiği günü, çömez günlerini, anatomi dersinde kadavraya ürkerek bakışını. O sırada hemşire başka bir hastanın dosyasını getirdi. Pınar o dosyayı incelerken dikkati dağıldı. “Bu hastanın akciğer grafisini istiyorum. Takibine devam edilsin diyerek servisten çıktı. Çıkarken ellerine dezenfektan sürdü. Koridorda öksürdü biraz. Bu öksürük onu şüphelendirdi. Eli istemsizce yüzüne gitti. Artık bu maske ona acı veriyordu. Aklında hep o meslektaş adayı Can vardı. Ona karşı mesleki adanmışlığın ötesinde bir anaçlık da hissetmişti. Dinlenme odasına gitti. Kendine bir kahve aldı. Tam oturacaktı ki temizlik personelinden bir kadın kapıyı çaldı. “Hocam! İzninle şu yerleri bi’ siliverem. Sen hep buradasın doktor hanım. İyi bakman lazım hinci kendine. Yarın sana evde yaptığım kırma yeşil zeytinlerden getirem. Bakem beğencen mi?”

Pınar, kadının doğallına gülümsedi. Sanki küçüklüğünde Manisa Kırkağaç’ta anneannesinin bağ evindeydi. Şu an en çok buna ihtiyacı vardı. Yaslandı arkasına, bacaklarındaki varisler zonkluyordu. Neredeyse 48 saattir ayaktaydı. Uzun kanepeye geçti, bacaklarını uzattı. Masadan telefonunu aldı. Oğlunun fotoğrafına baktı. Ne çok özlediğini fark etti. Kalbi acıdı. Gözlerini kapattı. Oğluna sarıldığını hayal etti. “Canım annem” deyişi kulaklarındaydı. Boncuk gözlerinin üzerindeki kahverengi bukleleri boynunda hissetti. Kesin üstünü açmıştır yine, o iki tombik minik ayak, bebe mavisi battaniyenin üzerinde debeleniyor, sırtı sucuk gibi olmuştur terden diye aklından geçirdi. Derin bir of çekti. O sırada kapı çaldı. Başhemşire telaşla: “Pınar Hocam! 2. Servisteki Can Türkoğlu’nun nabzı düşüyor, solunum düzensiz.” Pınar’ın midesine birden taş oturdu. Yerinden fırladı. Koridorda koştu koştu. Servisin kapısına geldi. Can’ı sedye ile acil müdahale odasına taşıyorlardı. “Bekleyin geliyorum, o hasta benim vakam.” dedi Pınar. Doktor Murat ile odaya girdiler. “Nabız gitgide düşüyor, acele etmeliyiz Pınar” dedi Murat.

Hemşire bağırdı: “Kalbi durdu, nabız yok”.

Pınar: “ Tamam bana bırakın! Hemen adrenalin enjekte edin.” “Enjekte yapıldı.”, “Nabız halen yok hocam”, ”Çekilin CPR ‘a başlıyorum. Bir, iki, üç, dört,” “Var mı nabız?”, “Hayır yok hocam.”, “Bir daha deneyeceğim. Bir, iki, üç, dört.”, “Ne yazık ki hocam.” “Defibrilatörü şarj edin.”, “Şarj hazır.”, “Çekilin”, ‘Geri geldi mi? ‘, “ Hayır” “ Şarj edin”, “Hazır”, “Çekilin. ”,” Yok hocam. ”

Doktor Pınar kan ter içinde kalmıştı. Duvardaki saate bakıp: “Ölüm saati: 7.30”

Pınar çömeldi, elleriyle kulaklarını kapattı. Bükülmüş bedeni kaskatı kesilmişti. Hemşireler kollarına girdi. Pınar lavaboya gitmek istedi. Yine defalarca ellerini yıkadı. Kirli önlüklü, suçlanmış minik Pınar ağlayarak maskesini çıkarıp fırlattı. Ve haykırdı. Sesiyle hastane koridorlarını inletti. “Yine beceremedim, yine başaramadım.”

 

 

Yazan bonjour

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Pis Okurun Notları (181 – 186)

Gönül Kirası ve Aidatı