Uykuyla uyanıklık arasında duyumsuyordum, evin içinde dolanan gerilimli sessizlik bir hayli sinir bozucuydu.
Üstelik küçük su dökmem gerekiyordu fakat sabah uykusunun en karşı konulmaz yerindeydim.
Kendimi zorlarken tekrar dalmışım, ansızın fren yapmış bir traktörün metalik gürültüsüyle uyandığımda yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu acıyla sezinledim.
Palas pandıras yataktan atladım.
“Bu ne kepazelik, hâlâ kalkmadınız mı?” diyerek şöyle bir esip gürleyecektim.
Oğlum ile eşimin bazı geceler birlikte yattıkları yatak, katlanıp düzeltilmişti.
Oyuncaklar itinayla yerlerine dizilseler de mahzun ve küskünlerdi.
Benim çocukluğumdan oğluma miras kalan plastik, küçük köpek ise ortalıkta yoktu.
Mutfağa geçtim, doğalgaz ocağının üstüne çay konulmamıştı.
Çöp atmaya gittiklerini, gelirken de fırından sıcak simit alacaklarını düşündüm.
Ne kadar kötücül, gördüğüm karışık düşlerin etkisinde kalmaya meyyal olduğuma karar verip rahatladım.
Saçlarımı kaşıyarak, sabahları insanın ne kadar suratsız olduğunu ve hayatın içindeki yansımasına hiç benzemediğini milyonlarca kez düşünerek evin içinde dolaştım.
Giyilmekten çok gelip geçenin üstüne basmayı sevdiği için yassılaşmış ev içi terliklerine tekme atmanın göreceli mutluluğuna eriştim.
Ses olsun diye televizyonu açtım, stor perdeleri iyice indirdim, stres içinde bekledim, gelmediler.
Eşimin cep telefonunu aramayı akıl ettim, bol atışmalı bir konuşma başlatmak için boğazımı temizledim, numaraya ulaşılamadı.
Birden her sabah olay çıkaracak, hırsla sövecek bir sebep bulan erkek durumundan çok başka, yaşananın ciddiyetini kavramış bir alana geçtim.
Oğlumun elbise dolabına koştum. Belli olmaması için özen gösterilmişti ama ben anlamıştım, bazı kıyafetler itinayla aralardan çekilmişti.
Can havliyle eşimin yeşil montuna ve özel günlerde dışarıya çıkarken kullandığı çantasına baktım, yerinde yoklardı.
Demek, sabahları, yatak odasında uyuyan kocasını rahatsız etmeme düşüncesiyle, eşimin, aylardır akşamdan salona dizdiği kıyafetler, durgun hâller, göz kaçırmalar bugün içindi.
Sakin olmaya çalışarak, uzakta yaşayan annemi babamı aradım.
“S. ile D. evde yok,” dedim.
Babam, “Nasıl yok?” diye sordu. Annem, her zamanki gibi ahmak şakalarımdan birisini yaptığımı zannetti. Benim gayet ciddi olduğumu anlayınca ikisi de müşterek, “Evinin, yuvanın kıymetini bilmedin, gül gibi karına gün yüzü göstermedin!” deyip beni suçladılar.
Telefonu kapatırken, “Engücü gelirler, yaban yerde nereye gidecekler?” diyerek kafamı daha da karıştırmayı ihmal etmediler.
Eşimin annesini, babasını da durumdan haberdar ettim. Onlar da sabahtan beri görüntülü aradıklarını, kızlarına ulaşamadıklarını korkuyla dile getirdiler.
Yüreğim ağzımda polise koştum, telsiz sesleri ve “Olay mahalline derhâl intikal ediliyor,” gibi cümleler eşliğinde durumu yetkililere anlattım.
Tutanak tutup sisteme giriş yaptılar, gereğinin yapılacağını söylediler. Babacan ve hâlime acıyan bir tavırla, “Siz, şimdilik gidebilirsiniz,” dediler.
Dilimin ucunda madeni bir tat, Emniyet Müdürlüğü’nün önünde durup ayaz yedim. Şehirlerarası kara yolundan geçen arabaların diferansiyel sesini, ayağını debriyajdan geç çeken şoförlerin ara gazını dinledim.
Bir çözüm yolu olarak aklıma gelse de utanç duygusuyla ve çalıştığım kurumda kopacak gürültüyü varsayarak sosyal medyayı karıştırmadım işin içine.
“Ş.’nin eşi ile oğlu evi terk etmiş. Kim bilir kadına ne yaptı mendebur deyyus.”
Ben yokken dönmüş olabileceklerini hayal ederek, ne zamandır, uygulamalarını ve düzenini sorguladığım Allah’a yana yakıla dua ederek sokaklarda yürüdüm.
Gelmişlerse, kayıp başvurusu yapıp işin içine polisi karıştırdığım için başıma ne işler açtıklarını abartıyla malzeme yapacağımı veya yokluklarının terbiye eden korkusu yetip arttığından dut yemiş bülbüle döneceğimi göz önüne alarak anahtarı çevirdim.
Yoklardı. Ev, kaç yıldır bize yardım ve yataklık eden evimiz birden solmuştu; bazı mutlu anları, oğlumun halının üstünde uyuyup kalmalarını, sudan sebeplerle çıkan kavgaları görmüş koltuklar, perdeler, televizyon ünitesi eğri eğri bakıyorlardı yüzüme.
Neden sonra, mutfak masasının üzerinde bir not buldum.
“Kararımız kesin, biz başımızın çaresine bakacağız. Seninle evleneli tam on bir yıl oldu. Benim yaşama sevincimi öldürdün. Oğlumun hayatını karartmana, onu kendin gibi melankolik, narsist ve asabi yetiştirmene izin vermeyeceğim. Yıllar yılı, yanımda babanı çekiştirip durdun ama senin de ondan kalır yanın yok. Dışarıdan bakıldığında yeşil türbe, içine girildiğinde estağfurullah tövbesin.”
Dolu bir balya kadar ağırlaşmış bedenimi zorla kaldırdım, salona, kanepenin üzerine götürdüm.
Filmlerde gördüğüm bir sahneyi bizzat yaşıyordum. Acaba bir kamera şimdi beni çekseydi karşıdan nasıl görünürdüm?
Şu girift film bitse miydi artık? Fazla mı uzamıştı?
Sahi neredelerdi? Yabancı bir memlekette nereye, kime gitmiş olabilirlerdi? Bu kötülüğü bana nasıl yapmışlardı?
Çocukluğumda, babam, annemi insan yerine koymadığı, kimi zaman tartakladığı için, annemle birlikte evi terk ederdik.
Hayal meyal, annemin elini tutmuştum.
Çıkan dedikodulara dayanamayıp birkaç gün sonra kuzu kuzu dönmek üzere, dayımlara gidiyorduk.
Annem, adımlarını hızlı hızlı atıyor, birilerine nefretle ileniyor, kara talihine lanet okuyordu.
Gıcırtılı fren yaparak bir traktör durdu yanımızda. Büyük lastiklerin toprak yolda hoplamalarından ve kalkan tozdan ürktüm bir an.
“Bacım bana Kürt Hâkim derler, eşiniz beyefendiyi tanırım, isterseniz gideceğiniz yere bırakayım sizi.”
Traktör römorkunda çömelmiş, tutunmak için küflü bir destek arıyor, sallanarak direksiyon simidini tutan Kürt Hâkim’i arkadan görüyor, geride kalan babamın o an ne yaptığını takıntıyla merak ediyordum.
Annemin boncuk boncuk gözyaşları, römorkta kalmış ince kumlara karışıyordu.
Ben de hıçkırıyor, burnum akarken kendime söz veriyordum. Bir gün büyüyecek, ne yapıp edecek ama babama benzemeyecektim.
Aradan seneler geçti, ortaokul, lise, üniversite okudum, Kürtleri sevdim, bir sabah ansızın babamı affettim.
Bir tür zorunlulukla ve toplum baskısıyla ben de evlenip çoluk çocuğa karıştım.
Sahi, her şey ne kadar da birbirine benziyordu.
Sofradan sunturlu küfürler ederek kalkıp giden, surat asıp yemeğe gelmeyen, kapıyı çarpıp çıkan, durup dururken parlayan, sürekli diken üstünde olan, uyandırmak için odasına girildiğinde ağzına geleni söyleyen ben miydim yoksa babam mıydı?
Otuz ile kırk yaş arası, erken inen bir kış günü gibi, böyle gergin ve sabit bir yere bakmadan televizyon karşısında kanal değiştirmeyle geçti.
Geldiğim noktada, şunu çok iyi anladım, sanırım ben de babam olmuştum.
Bu nasıl böyle yavaş yavaş ve hissettirmeden yaşanmıştı, onu da anlamamıştım üstelik.
Plastik, küçük köpeği sıkı sıkı kavrayan oğlum, annesinin nemli elinden tutmuş, küçük adımlarla bir bilinmeze doğru yürüyordu.
Bir inşaata kum indirmekten gelen bir traktör durdu yanlarında?
Hıçkıran, burnu akan ve annesinin koltuğunun altına iyice sokulan oğlum kendisine söz veriyordu.
Bir gün büyüyecek, ne yapıp edecek ama babasına benzemeyecekti.