Yağmur balığını ilk kez bundan on yıl önce gördüm. Daha doğrusu görür gibi oldum. Gökkuşağı renklerindeydi. Balon ya da kalkan balığı gibi yuvarlak hatlara sahipti; ne büyük ne de küçüktü. Yüzünde mutlu, huzur dolu, bilgece bir gülümseme… Bakıyor ama muhtemelen bir şey görmüyordu. Konumu sabitti. Aradığı yeri uzun zaman önce bulmuş, oraya sevinçle, bir daha sonsuza dek kıpırdamamak üzere küçük, zarif bir tabloymuşçasına asılmış gibiydi. Yağan sağanak yağmurdan hiç mi hiç etkilenmiyordu, farkında bile değildi sanki. Onun, yağmurun içinde yaşayan mucizevi bir balık olduğunu görür görmez anladım. Bir düş ya da sanrı değildi. Büyük olasılıkla onu benden başka gören yoktu. Sokak boştu. Yağmur uzun süredir hiç yavaşlamadan yağıyordu. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Rüzgâr esmiyorsa da hayli soğuktu. Balığı on saniye boyunca görür gibi oldum. Işıktan çizgileri can çekişircesine yanan, zor seçilen bir hologram gibiydi. Ama onu gerçekten de gördüğümden emindim, oradaydı, yağmur dinince gidecekti, susuz bir ortamda uzun süre canlı kalamazdı, kim bilir hangi yağmurla geri dönerdi. Bana görünmeye bir daha tenezzül eder miydi, yağmur dindiğinde iki yağış arasında neredeydi, ne yapıyordu; ülkenin ya da dünyanın o anda yağmur yağan başka uzak bir yöresinde mi beliriyordu, başkalarına da ara sıra olsun görünüyor muydu, hiç arkadaşı, diğer pek çok balık türü gibi ait olduğu bir sürüsü, familyası var mıydı?
Yağmur balığı, onu ikinci kez, bundan tam beş yıl önce gördüğümde hayli düşünceliydi. Sanki kendi adına değil de bizler için endişeleniyordu. Sağanak yağışın içinde asılı kalmış, yapayalnız, tuhaf bir balık olarak elinden bir şey de gelmiyordu. Yağmurda kaçışan, şemsiyeleri savrulan, ters dönen talihsiz insanları yan gözle izliyor, onlar için acı çekiyor, belki de varlığından aldığı haklı zevk, bu uğursuz empati yeteneği yüzünden sürekli eksiliyor, neredeyse sıfırlanıyordu. Harika renkleri artık iyice sönükleşmiş, silinmeye yüz tutmuştu… Yağmur bu kez çok kısa sürdü, balık birdenbire gözden kayboldu; sanki az önce durduğu yere hiç uğramamış gibiydi. Yağmur balığı yüzmeyen, belki de yüzmeyi bilmeyen gizemli, meleksi bir su yaratığıydı. Yağmurdan parmaklıkların arasında bin yıllardır hapis hayatı yaşıyordu. Yine de kendi adına değil de, her nedense bizler için, kendisiyle hiçbir ortak yanı bulunmayan bu budala, haris mahlûklar adına onca acıyı gönüllü olarak çekiyordu. Biz olmasak, onun zarif kafasını karıştırmasak, yağmur yağsın ya da yağmasın etrafta böyle deliler gibi koşuşturup durmasak, dünyanın, hatta evrenin en mutlu, havai canlısı o olacaktı mutlaka. Bunu anlamak zor değildi. Dünyaya bir jest, bir armağan olarak sunulmuştu; belki de evrenin başlangıcından bu yana yeryüzündeydi de insanlara görünmekten hoşlanmıyordu. Onlardan korkuyor da olabilirdi tabii. Naif bir yaratıktı sonuçta. Elmas parıltılarından halk edilmiş gibiydi.
Yağmur balığını bir kez de düşümde gördüm. Bundan iki yıl önceydi. Her zamankinden daha belirgindi. Üstelik ilk kez bana çok yakındı. Düş gördüğümün tamamen ayırdındaydım ama umurumda bile değildi. Düşlerin, en azından kimilerinin gerçek dediğimiz şeyden tamamen farksız olduğuna eskiden beri tutkuyla inanırdım. Yağmur balığına seslenmeye, onunla iletişim kurmaya, en azından şansımı bir kez olsun denemeye karar verdim. Ama ona nasıl hitap edecektim, ‘’Hey Yağmur Balığı!’’ diye mi? Buna cesaret etsem bile, o beni anlayabilecek miydi bakalım, lütfedip bana doğru dönecek miydi, onu ilk kez cepheden görebilecek miydim, şimdiye dek vücudunun sol yarısını görmüştüm hep. Sonunda birdenbire, ‘’Bakar mısın?’’ diye alçak sesle sormaya cesaret ettim nasıl olduysa. Balık bana hiçbir tepki vermedi, beni işitmemiş gibiydi. Hemen ardından bu kez daha yüksek sesle şansımı bir kez daha denedim ama yine bir yanıt alamadım. Beni umursamıyordu, belki de duymuyordu bile. Tabii duyuyor fakat yanıt vermiyor, veremiyor da olabilirdi. Çok fazla olasılık söz konusuydu.
Yağmur balığını son defa bir yıl önce gördüm. Bunun bir veda ziyareti ya da vizyonu olduğunu derhal, mideme saplanan keskin bir acı eşliğinde kavradım. Artık derisi kahve, daha doğrusu koyu bal rengindeydi. Yaşlanmış, gerginliğini, umudunu, yağmura olan zorunlu tutkusunu tümüyle yitirmiş gibiydi. Emin değilim ama sanki çok kısa bir an için o jilet gibi incecik yüzünü bana doğru döndü, şöyle bir bakmaya çalıştı. Belki bunca yıllık hukukumuza istinaden bana bir şey söyleyecekmiş, bir merhaba, hoşça kal ya da elveda diyecekmiş de, bir türlü emin olamıyormuş, ilgili sözcüğü ne yapsa anımsayamıyormuş gibiydi. Donup kalmıştım. O güzelim capcanlı renkleri nereye kaybolmuştu? Bu bambaşka, zaten ezelden beri mutsuzluk çeken bir yağmur balığı olmalı desem, iddiamın doğruluğuna kendim bile inanmazdım. Nedenini tam olarak bilmesem de, bunun aynı balık olduğundan adım gibi emindim. Yağmurun kesilmesiyle birlikte balık da yok oldu. Hemen o anda, ondan tıpkı o güne dek yaptığım gibi hiç kimseye asla söz etmemeye, onu bir sır olarak kalbimle belleğimin derinliklerinde ölene dek saklamaya karar verdim. Zaten anlatsam da inanmazlardı. Aklımı kaçırdığımı ya da yalancının biri olduğumu düşünürlerdi. Hayat, yağmur balığı olmadan biraz daha sıkıcı, biraz daha iç karartıcıydı şimdi.