in

Osmanlı Devleti’nde Cadı ve Vampirler

recto

Çoğu zaman uçan süpürgesi, sivri kocaman şapkası ve çirkin burnuyla resmedilen cadılar Osmanlı Devleti zamanında yerli bir görünüme de sahip olmuştur. Anadolu’da kara koncoloslar, çarşamba karıları ve albastılar varken Rumeli’deki Osmanlı topraklarında batı kültürü ile etkileşimden kaynaklanan cadı motifleri ortaya çıkmıştır. Cadı kelimesi Osmanlı döneminde vampir ve yaşayan ölü (hortlak) ile aynı anlama gelecek şekilde kullanılmıştır.

Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si, Osmanlı dönemindeki cadılar hakkında en iyi kaynaklardan biridir. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinin Çerkezler’e dair olan kısımda ayrı bir başlık halinde uzun uzadıya “obur” denen bir yaratıktan bahseder. Bu yaratık  öldükten sonra mezarından kalkan, canlıların kanını emen bir yaratıktır. “Obur tanıtıcı” denen ihtiyarlar bunların mezarlarını tespit edebilmekte, mezarı bulunan “obur”lar göbeklerine kazık saplanarak ve daha sonra yakılarak ortadan kaldırılabilmektedir. Evliya Çelebi, Türklerde de aşağı yukarı “obur”ların yerini tutan “kara koncoloz”un varlığına işaret eder. Bu “kara koncoloz” ise, yine Evliya Çelebi’nin bir başka yerde belirttiği üzere, cadının ta kendisidir.

Tarihçi Mehmed  Zeki Pakalın kara koncolozun cadı yerine kullanılan bir kelime olduğunu  ifade etmektedir. Pertev Naili Boratav’a  göre ise kara koncoloz, cadıdan farklıdır. Soğuk kış aylarında ortaya çıkan kara koncoloz evlerdeki yiyeceklere tükürerek ya da işeyerek türlü hastalıklara yol açar bazen de insanları uykuda iken alıp dışarı götürerek donmalarına sebep olur. Buna karşılık cadı, hortlayan ölüdür. Mezarlardaki taze cesetleri yiyerek beslenir ve bu haliyle, batı inanışındaki vampire denk düşer.

Sırbistan’ın Ibar Valley bölgesinde, Sırplar arasında hala anlatılan bir cadı hikayesinde baş rolü Ali Ağa isimli bir Türk kahraman oynar. 19. yüzyıla ait bu hikâyede, bölgenin subaşısı Ali Ağa, kendisine başvuran bir adama, karısını cadılıktan kurtarmakta yardımcı olmuştur. Hikayedeki  Ali Ağa’nın olaya hakimiyetinden, Türklerin cadılara gayet alışkın olduğu gibi bir sonuç çıkarılabilir. Kana susamış vampirlerin ve dolunay gecelerinde uluyan kurtların yaşadığı gizemli topraklar olarak bilinen Transilvanya uzun yıllar Osmanlı hakimiyetinde olmuştur. Dolayısıyla Osmanlıların vampir hikayelerine de aşina olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Resmi kayıtlarda da yer alan cadı vakaları vardır. Örneğin; Takvim-i Vekayi’nin ( Resmi Gazete) 6 Ekim 1833 tarihli nüshasında Bulgaristan’ın Tırnova kazasında yaşanan bir cadı avı haber konusu edilmiştir. Tırnova Naibi Ahmet Şükrü Efendi tarafından merkeze iletilen haberde, bazı görünmez yaratıkların evleri basarak ortalığı karıştırdığından, insanların üzerine saldırdığından bahsedilmektedir. Olup bitenlerden dolayı korkuya kapılan Tırnovalılar’dan iki mahalle dolusu insan evlerini başka yerlere taşımak zorunda kalmışlardır. Nihayet bu görünmez yaratıkların “cadı” ya da “hortlak” olduğuna karar verilmiş ve hortlakların yattığı yeri bulmakla meşhur Nikola denen bir gayr-i müslimin yardımına başvurulmuştur. Tırnova mezarlığında cadı avına çıkan Cadıcı Nikola’nın tespit ettiği mezarlar iki eski yeniçeriye aittir. Mezarlar açıldığında karşılaşılan manzara ise yeniçerilerin çürümemiş cesetleridir. Bedenleri büyümüş, saçları ve tırnakları uzamış, gözleri ise kan dolmuş vaziyettedir. Bütün bu alametler her iki yeniçerinin cesedinde kötü ruh barındığını ispatlamaktadır. Kötü ruhlardan kurtulmak için Nikola’nın salık verdiği ilk yöntem cesetlerin karınlarına kazık saplanıp yüreklerine kaynar su dökülmesidir. Ancak yöntem işe yaramamıştır. Bunun üzerine Cadıcı Nikola, cesetlerin ateşe verilmesi gerektiğini bildirmiştir. Şer‘an uygun olduğunun onaylanmasından sonra cesetler yakılmış ve böylelikle Tırnova halkı cadı belasından kurtulmuştur.

İsmi belirsiz bir Osmanlı tarihçisi, Edirne’de yaşanan iki ayrı cadı vakasından bahsetmiştir. İlkinde cadı olduğu iddia edilen kişi müslüman bir erkektir. Halk cadının varlığından dolayı korku içindedir. Edirne kadısı Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin bu konu ile ilgili bir fetvası bulunduğundan, fetvada cadı olduğu kesinleşen bir kişinin karnına kazık saplanmasına, bu işe yaramazsa başının kesilip ayakların dibine yerleştirilmesine, nihayet bu da işe yaramazsa yakılıp yok edilmesine izin verildiğinden haberdardır. Fakat kadı, kitaplarda bu fetvanın bir suretine rastlayamamıştır ve merkeze ne yapması gerektiğini sormaktadır. Kadıya verilen cevap, bir bilirkişi nezdinde mezarın açılması ve cenazede cadılığa ait bir alamet görülürse bunun bildirilmesi yönündedir. Cadılığa alamet hal ise kısaca, cesedin renginin kırmızıya dönüşmüş olması şeklinde açıklanmaktadır. İkinci vakada cadı olduğu iddia edilen kişi üç ay önce ölmüş bir kadındır. Dolayısıyla merkezden tayin edilen ve erkek olduğunda hiç şüphe bulunmayan bilirkişinin cenazeye bakması mümkün değildir. Dört kadın getirilir ve bu kadınların şahitliği ile cesedin çürümemiş, renginin kırmızıya dönüşmüş olduğu merkeze bildirilir. Merkezden gelen cevapta, halkı korkudan kurtarmak için yapılması gereken her şeye izin verilmektedir.Yine 1749 yılının Ağustos ayında Terkos’un Yeniköy mezarlığındaki bir cadının yakılarak yok edildiği kayıtlara geçmiştir.

Michael Ursinus’un Makedonya masarif defterlerine ve Bulgar folklorist Marko Cepenkov’un on ciltlik eserine dayanan çalışmasının verdiği bilgilere göre 1800’lü yılların başlarında Makedonya’da vampirler çok sık karşılaşılaşılan yaratıklardır ve  bunlar arasında Türk vampirler de bulunur. Anlatılan hikâyelerde vampire dönüşen Türkler bulunduğu gibi, kendilerine has yöntemlerle halkı vampirlerden kurtaran Türkler de mevcuttur. Fakat Ursinus’un çalışmasının asıl dikkat çekici yanını, Makedonya Arşivi’ndeki 1836-1839 yılları arasındaki süreye ait üç ayrı masarif defterinde isimleri geçen “cadıcılar” ya da “cadı üstadları” oluşturur. Osmanlı Devleti  vampir-cadıları yok etmek için ücretli adamlar görevlendirmiştir. 1904 yılına ait bir arşiv belgesine göre Selanik’e bağlı Doyran kazasında cadı, ya da o bölgede kullanılagelen tabirle ‘’vampir’’ oldukları iddia edilen iki müslümanın mezarları hiçbir hükümet görevlisine başvurmaya gerek duyulmaksızın açılmış, cenazeleri yakılarak yok edilmiştir. Çok uzun olmayan bir geçmişte mezarların açılıp cenazelerin yok edilmesini onaylayan, hatta bu işi yapanlara para dahi ödeyen devlet, bu defa mezar açanları “şerefsiz” ilan etmiş ve adliyeye yönlendirmiştir.

Bu cadı vakaları, o yıllarda ölüyle diriyi birbirinden ayırt etmekte kullanılan tıbbi kıstaslardaki yetersizlikten kaynaklanabilir. Tarihte öldükten, hatta gömüldükten sonra canlanan insanlara ait pek çok hikâye bulunur. Konu hakkında hazırlanmış bilimsel bir çalışmada, er-Razi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi İslam alimlerinin, damar tıkanması ve inme neticesinde ölen kimselerin üç günden önce gömülmemesini önerdiklerinden, onların bu önerisinin geçen yüzyıla kadar Avrupalı doktorlar tarafından da uygulandığından bahsedilmektedir. Özellikle bu iki sebepten dolayı gerçekleşmiş bazı ölüm vakalarında insanlar, saatler sonra tekrar hayata dönebilmektedir. Yine aynı çalışmada, gömüldükten sonra mezarlarından yükselen çığlıklardan aslında ölmedikleri anlaşılan bazı tarihi şahsiyetler örnek gösterilmekte, hayatta iken iyi biri olarak tanınan şahsiyetin mezarından yükselen sesleri hayra yoran insanların, kan dökücü zalim bir kimse olarak bilinen şahsiyetin mezarından yükselen sesler karşısında kapıldıkları korku üzerinde durulmaktadır.

Bu yazı, Zeynep Aycibin’e  ait ‘’Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme’’ çalışmasından derlenmiştir.

Yazan fionamimi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Keyif Dostlarına Pratik Bilgiler: Hangi İçki Hangi Sıcaklıkta İçilmeli?

Feminist Porno Nedir?