“Hamlet: Şimdi doğruca Hanımın odasına git; buraya gelme teveccühünü göstersin ama bırak, bir karış makyajını yapsın.”
Hamlet’in bu sözlerinin Elizabeth dönemindeki izleyiciler için özel bir anlamı vardı. O zamanlar “bir karış” makyaj bir sürü kusuru gizlediği için pek abartılı sayılmazdı. Dönemin kadınlarının teni, solgun ve hastalıklı bir görünüme sahipti. Makyaj, yalnızca yılların oluşturduğu izleri silmekle kalmaz, çiçek hastalığının tahribatlarını da gizlerdi. Ortaçağ’ın sonlarına doğru ayna kullanımının artması, makyajı da yaygınlaştırdı. Kilise, aynayı, şeytan işi ve bağışlanmaz bir günah olarak damgalasa da kadınların aynayla kurdukları kopmaz ilişkiyi engelleyemedi. Ama bu ilişki, hastalıklı bir ilişkiydi. Ayna zalim bir erkek gözü gibi kadınlara bakıyor, kusurlarını söyleyip mutsuzluklarına neden oluyordu.
Ayna kullanımının yaygınlaşması kadınlar arasındaki intihar oranını artırmıştı. Birçok kadın, aynanın insafsız yargısı karşısında mutsuzluğa kapılarak kendini toplumdan tecrit ediyordu. O dönemin edebiyatında ayna sık sık zalim bir yargıç olarak adlandırılırdı. Sahipsiz bir şiir -muhtemelen bir kadına ait- şöyle diyordu:
“Ah seni zalim cellat/
yüzün kadar soğuk sözlerin
ah katili gençliğimin.”
Aynanın yaygınlaşmasıyla, kozmetik sanayiinin gelişimi arasında bir paralellik vardı. İlk kozmetik ürünleri, pek de faydası olmayan tuhaf şeylerdi. Örneğin, Fransa Kraliçesi Bavyeralı Isabeau, eşek sütüyle banyo yapar ve içinde yaban domuzu beyni, timsahın salgı bezleri ve kurt kanı bulunan bir losyonla yüzünü silerdi. Bir yaşına basmamış bebek kakasının cilt için çok faydalı olduğuna inanılıyordu. Ancak kakanın, yapıldıktan hemen sonra sütle karıştırılarak yüze sürülmesi gerekiyordu. Bu nedenle, soyluların malikanelerine getirilen bebeklerin başında bir hizmetçi bekler, bebek, kakasını yapar yapmaz hanımına ulaştırırdı. Güzel kokulu çiçekler kaynatılır, elde edilen su, kokuya karşı önlem olarak sütlü karışıma damlatılırdı.
İngiltere’ de Ortaçağ’ın sonlarında görülen bir dolandırıcılık davası, güzellik arayışının aldığı çılgın boyutları gözler önüne serer: Gösta adlı bir Kuzeyli, damıtarak şişelere doldurduğunu iddia ettiği ceylan ruhunu, hizmetçiler aracılığıyla soylu kadınlara yüksek fiyatlara pazarlıyordu. X düşesi bu şişelerden defalarca almış ve tarifine uygun olarak, şişelerdeki ceylan ruhunu güneş doğmadan hemen önce içmişti. Ceylan ruhunu içmeye başladıktan sonra cildinin güzelleşip gençleştiğine inanan düşese Gösta, elinde kalan “son” şişeyi bir servet karşılığında satmıştı; çünkü artık ceylanların ruhunu süzüp şişeye doldurmak epeyce güçleşmişti. Gösta’nın şişelerinin ünü kulaktan kulağa yayılmıştı. Gösta, elinde kalan “son” şişeleri pazarlayarak küçük çaplı bir servet edindikten sonra yakayı ele vermiş ve ancak o zaman, bazı şişelerdeki garip kokunun nedeni anlaşılabilmişti; Gösta, soylu kadınlara duyduğu nefret nedeniyle, her şişeye sidiğinden birkaç damla katmıştı.
16. yüzyılda İtalya -özellikle Venedik- kozmetikte dünya lideriydi. Venedik sirüsü dünyanın en iyi buluşu olarak kabul ediliyordu ve bu mucizevi buluş, 19. yüzyılda da üstünlüğünü sürdürdü. Sirüsü kullanmak, modanın yanı sıra aptallığın da doruk noktasıydı. Venedik sirüsü, beyaz kurşundan yapılıyordu; bu sıvı, derideki gözenekler tarafından emilmesi halinde zehir etkisi gösteriyordu. Ancak bu, moda takipçilerini sirüsü kullanmaktan caydıramadı. Venedikli kadınlar yeni kozmetik ürünleri hakkında bilgi edinmek ve bunları denemek amacıyla bir araya geldikleri, Isabella Cortese’nin başkan, Fransalı Kraliçe Catherine de Medici’nin de onursal üye oldukları bir cemiyet bile kurmuşlardı. Kadınlar bu ürünleri, doktorların uyarılarına karşın kullanmayı sürdürdüler. Beyaz kurşunu yüz, boyun ve göğüslerine kalınca bir tabaka halinde sürüyor ve genelde eskisini temizlemeden, üzerine yeni bir kat daha ekliyorlardı. Kadınlar, bir hortlağa benzediklerini söyleyerek yakınan kocalarına rağmen, beyaz kurşunu kullanmaya devam ettiler. Erkeklerin genel görüşü ise sirüsün “kadınları çirkinleştirip, iğrenç bir hale sokan şeytani bir icat” olduğuydu. 16. yüzyılda bir rahip, kadınların “onları daha yaşlı göstermesine, dişlerini dökmesine ve yıl boyunca yüzlerinde bir maske varmış gibi dolaşmalarına neden olmasına” aldırmadan, yüzlerini sanki bir duvarı kireç ve sıvayla kapatıyormuş gibi boyadıklarından yakınmıştı. Doktorlar beyaz kurşunun ve arındırılmış cıvanın cildi güzelleştirmekten çok, tahrip ettiği konusunda kadınları uyarıyorlardı. Ayrıca bu maddelerden yayılan zehir, hamile kadınlarda bebeğin de zehirlenmesine neden oluyordu. Ancak hiçbir uyarı fayda etmedi; kadınlar yenilik ve güzellik arayışıyla kendilerini çirkinleştirip öldürmeye devam ettiler. Bir doktor, kadınların bu aptallığına öfkelenerek şunları söyledi: “Bu karışım ve çamurlarla yüzlerini o kadar kötü bir hale sokuyorlar ki, yüzleri binbir renge giriyor; kimisininki çuha çiçeği gibi sarı, kimininki koyu yeşil olurken bazılarınınki de kıpkırmızı oluyor. Sirüs, diş çürümesine ve ağız kokusuna neden olduğu gibi bu zarif yaratıkları Yunan mitolojisindeki şirret kadınlara çeviriyor.”
Elizabeth dönemi İngilteresi’nde, saray kadınlarının nasıl makyaj yapacaklarına bizzat kraliçe nezaret ediyordu. Elizabeth, yaşlandıkça yüzünü daha da fazla boyar olmuştu. O kadar çok makyaj yapıyordu ki, sonunda büyük fırtınalar ve savaşlar atlatmış bir gemiye benzemeye başlamıştı. Yüzünün derisi yaptığı makyajların etkisiyle pul pul dökülüyordu. Bir keresinde bir Fransız elçi, kraliçenin bembeyaz dişlerini övmüştü, oysaki bu dişler de beyaz makyajın bir ürünüydü. Elizabeth yanaklarını renklendirmek için aşıboyası ve cıva sülfit kullanıyordu. Bazı saray kadınlan yüzlerini beyazlatacağı inancıyla kül, kömür tozu ve mum yağını karıştırıp içiyorlardı. Ancak bu karışımı içip de hayatta kalmayı başaranların yüzleri yeşilimsi bir renk almıştı. Zehirli boyalardan korkanlar ise yüzlerini kendi idrarlarıyla yıkayarak güzelleşmeye çalışıyorlardı. Fransalı emsalsiz Diane de Poitiers’in ise hiç makyaj yapmayıp yalnızca yağmur suyuyla yıkandığı söylenirdi. Katı pişmiş yumurtayla kırk gün beslendikten sonra kesilen kuzgunun taze eti de dahil olmak üzere her çeşit acayip karışım denenmişti.
Faydalı olduğuna inanılarak yaklaşık iki yüz yıl boyunca kullanılan bir iksir de “Soliman’ın Suyu”ydu. Bu suyun, ciltteki gözenekleri açıp, siğil ve çillere iyi geldiğine inanılırdı. Esas maddesi arınmış cıva olan bu iksir, diş etlerinin çekilip dişlerin dökülmesine ve genç bir kızın birkaç yıl içinde yaşlanıvermesine neden oluyordu. 17 ve 18. yüzyıllar boyunca devam eden çiçek hastalığı illetinin bıraktığı lekelerden kurtulmak isteyen zarif kadınlar, hayatlarını tehlikeye atarak sirüs kullanmaya devam ettiler. Horace Walpole, sirüsün, yüzündeki çiçek hastalığı izlerini yok etmek isteyen Lady Mary Wortley Montague üzerindeki etkilerini 1740 yılında şöyle anlatmıştı: “Yüzünün bir tarafı çok kötü bir şekilde şişmişti; tümöre benzer bir parçanın bir bölümü plasterle, bir bölümü de beyaz boyayla kaplanmıştı. Ama boya o kadar kalitesiz, ucuz bir şeydi ki, bir bacayı boyamak için bile kullanmazdınız.” Walpole’un yaptığı korkunç tarif, cıvayla yıkanan deride meydana gelen erozyonu anlatıyor. 18. yüzyıl sonlarına doğru, makyaj yapmak o kadar yaygınlaşmıştı ki, boyaların en kesin tehlikeleri bile göz ardı edilir olmuştu…
Kadınların, daha küçük ayakkabı giymek uğruna parmaklarını dahi kesmeye razı oldukları bir zamanda, sirüs gibi tehlikeli bir maddeyi kullanmaktan vazgeçmeleri düşünülemezdi bile. Dönemin bir yazarı, beyaz kurşunun gözlerin şişmesine, iltihaplanmasına, akmasına ve ağrımasına neden olduğunu yazmıştı. Bu madde deri dokusunu değiştirip sivilceye ve romatizmaya yol açmasının yanı sıra, diş çürümesine, diş minesinin zarar görmesine de neden oluyordu. Beyaz kurşun, deriden bütün vücuda yayılarak akciğerleri tahrip ediyordu. Her şeyden önemlisi, sirüs ölüme neden oluyordu. Ünlü oyuncu Kitty Fisher 1767’de bu çeşit bir zehirlenmeden ölmüştü. Coventry Kontu’nun eşi Maria Gunning de benzer bir nedenle ölmüştü. 1750’lerde yüzünü sirüsle kaplayan kontesin ne kadar daha yaşayacağı, tartışma konusu haline gelmişti. 1760 yılında Coventry Kontesi’nin sağlığı artık iyice bozuldu ve uyanık olduğu saatleri aynaya bakıp bembeyaz tenindeki lekeleri izleyerek geçirdi. Cildi o kadar soldu ki, kontes sonunda kimse yüzünü görmesin diye odasının karartılmasını emretti. “Kozmetiğin kurbanı” olarak öldüğünde binlerce kişi cenaze törenine katıldı; ancak neredeyse hiç kimse tabutun içinde yatan güzel Maria Gunning’in artık kel, dişsiz ve berbat bir cilde sahip yaşlı bir kadın olduğunu bilmiyordu.
Lars Morris’in ‘’Şarlatanlığın Tarihi’’ kitabından alıntıdır.