Böyle günleri çok severim. Sanki caddenin içinde yeni caddeler açılmış, sokakların içinde yepyeni sokaklar belirmiştir. Göğün mavi narı kırılıp da yağmur tane tane dökülünce bereket başlar… Renkler capcanlı ortaya çıkar. Dinen yağmurla canlı cansız sanki her şey dinlenir. Ağlayan çocuk sakinleşmiş de iç çekiyormuş gibi son pıtırtılarla her yeri taze bir sessizlik kaplar.
Böyle düşüncelere dalmış, pencereden yağmuru seyrederken, yağmurun dinmesini fırsat bilip çıktım dışarı. Bir iki işimi halleder, sonra denize bakan bir çay ocağına oturur, bir çay içerim diye düşündüm caddede yürümeye başladım. Epey ilerledikten sonra, yerde, yağmurun oluşturduğu su birikintisinin içine düşmüş yapraklara baktım… Çınar ağacını eskiden beri çok severim. Bilmediğim bir güven verir bana. Onun bir ağaç oluşu, benim bir insan oluşum gibi… Böylesi keskin… Dirilir, canlanır, özgüven kazanırım ona bakınca. Hem merhamettir benim için çınar, hem bilgelik, hem sevgi… Belki de yaprağında beş parmak olmasından… İnsan elini hatırlatıyor… İnsancıl bir şeyler var çınarda… Görkemiyle de geçmişi hatırlatıyor… Gövdesindeki kabuklarla, yaralarla da belki bir fili, her şeye rağmen ümitli olmayı… Su birikintisine bakmaya devam ediyordum. Seyretmeyi sevmek, doğa ile iç içe geçmiş bir çocukluk alışkanlığı… Üç mevsimi buluşturmuş gibiydi çınar yaprakları suda… Sonbaharın sarısı, baharın yazın yeşili, kışın kuru kahvesi… Bir müddet baktım baktım. Neydi bu yapraklı su birikintisinde beni bu kadar etkileyen? Ağacın su ile doğrudan buluşmuş olması mı hiç buluşmayacak olan kısımlarıyla… Yapraklarının suya düşmüş olması bana bir kavuşma gibi gelmişti. Bir şekilde insanın kendi içinde çeşitli dönemlerinin birleşmesiyle insanın kendi kendine kavuşması gibi…
“İyi yağdı, değil mi?” dedi arkamdan bir ses,
Başımı çevirdim, kırmızı yüzlü, mavi gözlü bir adam gülümsüyor… Sanki daha önce gördüğüm birine benziyor da kim olduğunu çıkaramıyordum… Bu semtte on yıl önce oturmuş, sonra kendimi yeniden burada bulmuştum… Bazı dükkânlar, bazı insanlar aynıydı… Hiç tanışmasam da on yıl önceki anılarıma sanki bir fon olarak girmişlerdi… Bu yüzden olsa gerek bir yakınlık hissediyordum burada yaşayanlara… Gülümsedim…
“Sanki sizi bir yerden,”
“Pek sanmam çünkü ben pek buralarda görünmem, bi tek Buca’ya hale giderim. O da karanlıkta. Ama belli mi olur, belki de…”
“Sizin bir balık lokantanız yok muydu,” dedim…
Güldü… “Nerde… Ben balıkçıyım, sabah gider akşam dönerim… Biriyle karıştırmış olabilirsin… Gel bir çay iç, yağmur bastıracak,” dedi. Oturdum masasına. Başladı anlatmaya…
“Deniz iyi hoştur da… Balık balık balık… Balık yükle balık kaldır, içim dışım balık oldu. Her gün sabah beş buçukta kalkıyorum. Altıda evden çıkıyorum. Sabah altıdan akşam altıya kadar bi yemek molası, aralıksız çalışıyorum. Yaşım altmış. Her günkü düzenim bu. Emeklilik yok, yoruldun geç dinlen diyen yok. Mübarek ne bitmek tükenmez açlıkmış şu yaşamak açlığı doyur doyur bitmiyor. Kocadım. Elim yüzüm balık puluna döndü bi dönüp bakan yok. En son yeni giysileri on yıl önce gördüm. Ha Rıza ha dayan Rıza. Uzanıp mezarımın yanı başına… O bile nasip olmaz ki bizim gibilere… Bi hortum aldı mıydı gitti kayığı. Hoop içine… Bazı günler toprağa hasret kalıyoruz… Hep deniz hep deniz… Ben bu dünyadan bir şey anlamadım. Hiç bir şey anlamadım. Ama gene de insanları hayatı önemsemeliyim. Biliyor musun ne çıkıyorsa bu hayatı önemsemeyenler arasından çıkıyor. Katiller… Hırsızlar… Düşünsene ne olsa fark etmez onlar için… Eee o zaman iyi kötü… İşte böyle… Böyle düşününce hadi Rıza diyorum. En yorulduğum yerde bile. Ha gayret… Benim için fark eden bir şeyler var. Hak yememek. Hırsızlık yapmamak… Devam denizle boğuşmaya… Bi bakıyorum güneş açmış. Bi bakıyorum balık avuç avuç… Sanki kalbimi okumuş gibi… Ölmeye ne meraklı keratalar… Biliyor musun denizin de bir bereketi var… İşte bu balıklar da denizin sebzesi, meyvesi çiçeği… Martılar bi yandan biz kayıkta bi yandan başlıyor neredeyse bir oyun diyeceğim… Ağlardan bir koku, bir buhar… Muharrem çayları getir. Unuttum gitti, hayatın yükünü…”
Çayımdan bir yudum aldım. Hep balık, hep balık… Denizin üstünde bir pulluk… Denizin harman vakti… Çınar yapraklarıyla kaplanmış üstü. Çaycı Muharrem, ben, balıkçı Rıza… Üç hayat birbirine karışmış gibi…
BRAVO
Çok güzel olmuş okurken içinde hissediyor insan kendini. Süper