Bölüm 8
NÖBET
Burhan bilincinin açıklığına göre 23 ile 46 yaş arasında, ama çokça 20’lerinde 1997-2001 yıllarında yaşayabilen biri. 93 Model Honda’sını Atatürk Sanayi’de tamire getirdi. Ancak bir sorun vardı.
Geçmişte bir zaman, belki 2001 yılındaki ağır depresyonundan hemen sonra olabilir; 1997’ye dönüp o yılları yeniden yaşamak zorunda kalan Burhan yanlış bir kelime kullanarak birden kendini 2005’te buldu. Hafızasına aniden yüklenen binlerce kötü anıyla sinir krizi geçirerek, aklında fırtınalar koparan bu kötü anılar için sinirlenip bir dönem de olsa kendisini seven insanlardan kopmadan önce onlara oldukça kötü davranmıştı. Burhan bu dostlara ağ’za alınmayacak hakaretler etmiş, tehdit dolu mesajlar yollamış ve hayatının yıkıldığı o andan kurtulabilmek için Kolektif Evren Bilinci’ne şu an hatırlamadığı bazı kelimeler tekrarlayıp yalvararak kendisini birden 1997’ye ışınlayabilmiş biri.
Anıları çoğunlukla aldatılmış hissetmek, aşağılanmış olmak ve dostluğunun değersizleşmesi ile ilgili olmalı. Kimbilir daha neler. Yoksa neden bu kadar sinirlensin? Hoş artık kim umursardı hislerini? Bunu anlayabilmek için kişisel olgunluğu henüz yeterli evrimi kazanmamıştı.
Oto tamircisi Adnan Usta, Burhan’a ve getirdiği araca bakarken tamir edilmiş bir başka araç arkasında olmak üzere:
“-Peeh!” diyordu gözleri dolarak.
Adnan Usta’nın zamanla ilgili bazı sorunları vardı. Örneğin bir parka gitse daha bir saat geçmeden “Nasıl güzel bir parktı değil mi ya aah ulan ah” diyerek sanki yıllar önce yaşanmış gibi bir his doluyordu içine. İşte şimdi de o anlardan biriydi. Adnan Usta biraz önce balatasını tamir ettiği arkasında duran aracı özlüyor, onu şu an göremediği için üzülüyordu.
Burhan geçmişine geri döndüğünden bu yana hangi kelimelerle geleceğe sıçradığını unutmuştu ve bunun kendisini ya da bir başkasını kızdırabilecek bir şey olabilme ve yanlış bir kelimede yeniden 2005’e dönme ihtimalinden korktuğu için, tamire getirdiği otomobilin hasarını anlatmak üzere dikkatli bir dil kullanmaya çalışarak:
– Adnan Usta, biliyorum burada olmam seni belki de endişelendiriyordur, tabi elinde de iş varmış… Diyorsundur ki tam dinlenecektim bu adam da nereden çıktı, lütfen sakinleş ama ben de insanım bazı hatalarımız oluyor ve arabalarımızı yıpratabiliyoruz. Bu yüzden eğer iyi hissediyorsan sana şunu diyecektim… Yani bunu söylemekten çekinmeyeceğim ama dinle bak beni sakın yanlış anlama arka sol kapı, yani eğer sana garip gelmeyecekse…
– Poğaça istenni AdNAN…
– Oooo! Canım Poğaçacı. Nerlerdesin yauw! Özledim yemin ederim aah ulan ne günlerdi… Ver iki tane.
– Sen de istenni yienim?!.
– ???
– Müsaade varsa bir şey sorabilir miyim Adnan Usta? Şu ses… Nerden geliyor?
– Hah! Bizim Poğaçacı yauw! Ama her yerden görünmez, bak şimdi sokağa dik bak! Bakışlarını çevirme! 30 derece solda bizim poğaçacıyı göreceksin. İyi adamdır. Tam 46 senedir, karısı öldüğünden beri böyle. (Eliyle işaret ederek) Şu açıyla bakmazsan göremezsin. “-Otur çay söyleyim poğaçacı”.
Burhan denileni yaptı, gerçekten sokağa 90 dereceyle bakarken solda saat 10 yönlerinde bir adam ve poğaça arabası görülüyordu. Ancak şaşkınlıkla kafasını o yöne çevirince adam kayboldu. Dik bak! Orada! Ona doğru bak! Adam yine yok oldu.
– Gördünnü beni yienim! İstiyon mu poğaça? He mi?
– Merhaba poğaçacı. Bana iki tane poğaça ver.
Bu sırada bir başka ses duyuldu. Az önce tamir edilen aracın sahibinin sesi olduğu her halinden belli bir sesti; çünkü sesi hem kendinden hem de biraz ileride duran bu adamın otomobilinin derinlerinden ekolu geliyordu.
Şöyle seslendi:
– Adnan Usta..Usta..sta..ta..a. 25..5 senedir…edir..dir..ir.. otomobil sende..ende..de..e… HEH heh heh..eh..
Adam da sanayideki herkes gibi Adnan Usta’nın bu zamanla olan problemini iyi biliyor, onu hafiften alaya alıyordu belli ki.
– Bitirebildin mi..mi..i Bari..ri..i!?
– Haay Kemal! Heh eh! Bitti bitti gel. Heey gidinin Kemal’i, taa sabah geldin, gittin özlettin be kendini. Gel otur!
– Sen de yen mi yiğenim!
– KimVarOrda..orda..rda..da..a!?.
Kemal korkup tökezleyince ayaklarından birinin diğerinden daha küçük olduğu açıkça göründü. Henüz küçük bir çocukken tek ilgi duyduğu şey kertenkelelerdi. Babasının kendisine getirdiği küçük kertenkeleden sonra sürüngenler, özellikle kertenkeleler onun tek dünyası olmuştu. Onları gözlemleyerek büyüdü.
Yıllar sonra geçirdiği bir kaza sonucu ayağı alt bacaktan itibaren koptuktan hemen bir yıl sonra nasılsa yerine yeniden kendiliğinden küçük bir bacak çıkmıştı. Kemal 35 yaşındaydı ve bu tek bacağı 7 yıl önce geçirdiği kazadan sonra bir de ayak çıkarmıştı. Bu ayak 26 numaraya kadar ulaşmış, erişkin bir ayak olmasına daha 10, 15 yıl kadar vardı. Şimdilik sakattı Kemal. Tek bacağı yeniden çıktığı için ona uygun küçük bir terlik giyiyor, büyümesini ayakkabı giyerek durdurmak istemiyordu.
– Poğaçacı yauw Kemal! o kadar gelip gidiyon, tanımıyon ha!
Kemal korkusunun yersiz olduğunu anlamış kendini poğaçacıyı göreceği pozisyona göre ayarlayıp onunla sohbet ederken Burhan yeniden otomobili ile ilgili derdini Adnan Usta’ya anlatmaya girişti:
– Şimdi Usta… Eee. Adnan Usta, biliyorum sen de meşgulsün, hatta arkadaşlar da geldi eğlenceli bir ortam oluştu, yani bölmek istemiyorum bir açıdan, aslında kapı dediysem öyle matah bir şey değil. Yani bende de kabahat o kadar kullanmamışım ki o kapı şimdi nasıl desem…
– Heey Burhan bee, vallaha özledim seni. EEeh işte böyle, zaman akıp gidiyor. Kapıda mı sorun! Bakalım. Bakalım vay vay…
Bir uğultu dükkâna doğru yaklaşıyordu. Bu Trafo Adam.
Adam belli belirsiz bir şeyler konuşuyor ancak yine kendisinden gelen elektrik uğultusu o kadar yüksekti ki duyulmuyordu. Trafo Adam yaklaştıkça renkler soluklaşıyor, etraftaki insanlar sanki evrimde tersine dönüp… Sanki goriller gibi bir çeşit… Kahkaha atmaya başlamışlardı.
Trafo adam sokak aralarında çantasının içindeki Stingray IMSI Catcher (ucuza bulabileceğiniz taşınabilir sahte baz istasyonu sistemi) ile dolanıyor, tabi normal olarak seyir halinde hızlı bir şekilde en yakın baz istasyonundan diğerine telefonunuzla ilerlerken her defasında kullanıcı adı ve şifre bağlantısı yapılamayacağı için mecburen bu şekilde bir teknolojiyle tasarlanan her telefonun yaptığı gibi, etraftaki cihazlar önce Trafo Adamın Stingray’ine bağlanıyor; önündeki ekranda bir listeye düşüyor, Trafo Adam da o günlerin yeni icadı bu dünya harikası aletlerin IMEI ve no’su göründüğü arabirimdeki listeden seçerek konuşmaları dinliyordu. Beğendiklerini veya özel dinleme kayıtlarını da güzel fiyata ilgililerine satıyordu.
Adam uzaklaşırken insanlık yeniden normale dönüyor, gittiği yöndeyse uğultular arasında kadınını diğerleriyle çiftleşmesin diye korumaya çalışan bir adam yumruklarını göğsüne vura vura ciyaklıyordu.
Burhan’ın bakışları donuklaştı. Kusacak gibi: -…ııaaAAA! KİMMmsinnSENN! DefolGitLANnn!.. İşte o talihsiz kelimeler: “Kimsin Sen”. Sahi kimdi o?
Burhan, geleceğe doğru bu sıçrayışta da aklına geçireceği yıllarda yaşanmış olanaksız gibi görünen anılar doluşurken, bazı tarihleri kafasında birer birer olaylarıyla birlikte hissederek kendisini tekrar anlamsız bir yerde buldu. 2005’teki bu olaylar, öncesi, sonrası kâbus gibi bir gelecekle baş başaydı artık. Nasıl buraya geldiğini bilmiyor, hangi kelimeyle hangi tarihe atladığını tam olarak kestiremiyordu. Belki 2017.
Kafasını karıştıran bazı şeyler hatırlıyordu. Aslında birçok şeyi. Bir defasında otobüsteydi. Gözleri açıkken “Hanzel Und Gretyl – Sternkrieg”, kapalıyken “Kitaro – Caravansaray” duyuyordu. Dışarıda gördüğü tabelalara bakıp tekrar etmemeye çalıştı. Bu tabelalarda okuduklarını içinden mi okuyordu? Yoksa bağıra bağıra tekrar mı ediyordu? Koltuğun sağında mı, yoksa ters yöndekinde mi oturuyordu… Bu sanki gerçek gibi. Evde mi? Otobüste miydi… Eğer ikincisiyse kötü bir durumdu bu. O an otobüste tam 10 senarist aynı yöne baktı.
Birden 2013 yılında Gezi Parkı’nda ünlü biri yanına gelip kendisine bir pislik gibi baktı:
– Ne arıyo bu burda? Dedi. Ona zulmetmek üzere biraz ilerisine bir masa getirdi. Birden çoğaldı insanlar, ona burada yeri olmadığını hatırlatmak için.
Bu kadar çok insanı delirtecek, kendisinden nefret ettirecek ne yaptığını düşünürken çokça şey daha hatırladı. Üzücü. Meğer “Burhan Altıntop, Türk Malı, Yiğit Özgür’ün deli karikatürleri, BKM skeçleri” … Daha birçok yapımda hepsi aslında Burhan’ı anlatmıştı. Örneğin bir tanesi kime oy vereceğini sorduğu sahne, iş arkadaşıyla konuşurkenki diyalogları, bir kafeye oturduğunda, sevgilisiyle ilişkisi, kısacası yaşantısındaki her şey çalınmıştı. Burhan ve hayatı üzerinden senaryolardan hayat kurmuşlardı kendilerine.
Onun karakteri, donanımsızlığı, pis borçları, kendilerine uydurulması başarısızlıkla sonuçlanmış taklit iğrenç giyimi, şu yalan hayatı, bok dolu bağırsakları…
Baktığınızda nasıl ve neden olduğu önemli değil; tüm bu yapımları kurgularken, içlerinden kendisini nefretle takip eden birinin bile bu nefreti sorgulamaması ağırdı. Artık onların gözünde bir insan değildi belli ki. Daha da dibe batmak için aklınıza bile gelmeyecek yollar denedi, elinden geleni yaptı yok olmak için. Öldüm vurmayın demedi de, şimdi hatırlarken zor geliyordu işte…
Sokakta bir uğultu yükselmeye başladı. Bu Trafo Adam. Yaklaşıyordu. Bunca yılda teknolojisi daha da gelişmiş; şimdi bir de Wireless yayın paketlerine Bettercap ile saldırarak ortalama bir sürede hashcat ile şifrelerini çözüp lokal ağlara giriyor, ARP ataklarıyla onların modem Router’larının yerine kendi cihazının IP’sini göstererek çevredeki bilgisayarların internete çıkışını kendisinin üzerinden sağlıyordu. Böylece tarayıcı vb. bağlantılar içerisinden her türlü şifre ve varsa sohbet konuşmalarını rahatça alabiliyordu.
OS’lerin en zavallısı Windows’un en büyük bug’ı olan işletim sistemi şifresi ile Outlook live Login şifresini varsayılan olarak aynı yapma fikri hangi dahi yazılımcınınsa, Trafo Adam, kendi Wireshark’ında kurbanın giden TCP paketleri arasında girmiş olduğu bu aynı zamanda işletim sisteminin kullanıcı ismi ve şifresi olan veriyi öğrenerek bilgisayarlara rahatça girip dosyalarına bakabildiği için Microsoft’a teşekkür etmeliydi.
Trafo Adam gerçek bir meslek erbabıydı. O geçerken uğultular arasında hızla dört ayak üzerinde birkaç goril uhuwahaWUHAHA diye bağırarak sağa sola koşturdu. Trafo Adam kendi gelişimiyle ters orantılı olarak yaklaşık 25 metre çevresindeki insaniyetin tamamını emiyordu.
Tüm bu talihsizlik içinde bir şey oldu. Geri dönüş yolunu hatırladı. Bir kez daha dostların tam da iyi olduğu bir zamana dönüş yolu. Her şeyi kendisi ve onlar için mahvetmeden önceki hal. Evet. Düzeltebilirdi. Tüm bu yıkıma rağmen onları yeniden sevebiliyordu ve özlüyordu. Sevgiden başka bir çözüm de yoktur bu dünyada.
Yarım saat kadar konsantre olmaya çalıştı. Başının üst kısmında çıkan beyaz bir duman ona yaklaştı, Kolektif Bilinçle böyle iletişim kuruluyordu işte. Internet’e bağlanır gibi. Bilinçaltına seslendi.
– Özür dilerim, Beni affet, Teşekkür ederim…
Duman onu kapladığında eski evindeydi. Gelecekle ilgili her şey silindi. İşte odada lacivert bir buzdolabı ve Philips Incredible Surround modeli bir mini müzik seti, o eski yatakta oturuyordu be resmen hahah!.. Yeniden 1997’deydi. Her şeyi düzeltmek için bir fırsat daha. Ancak bir sorun vardı. Neydi o kelime? Ya yanlış kelimeler aklına geliverir de… O kelime neydi… Neydi o kelime?.. Yine unutmuştu.
Bölüm 9
Bir İntihar Notu
Ama önce biraz yıllar süren yaşamın bir gecede nasıl anlamsızlaştığını, Dünya üzerindeki kadim ırkı, Fermi Paradox’unu ve kısaca Dünyanın ve dolayısı ile tabi benim de bu kendi kanındakileri katledenlerin bile haklı olabileceği günlere nasıl geldiğimizi karşınızdaki notta anlatmaya çalışacağım.
On yıl önce ateist bir hacker grubu Vatikan’ın ve diğer dini liderlerinin, hatta İŞİD’in açıklamasını istedikleri ve Tanrı bilir, ki eğer bir tanrı varsa ve hala benim de Tanrımsa… Orada mısın? Ben gerçek değil miyim? Artık bununla baş edemiyorum.
Anonymous ile ağız birliğine varmış bu grup, DeepWeb’deki bir belgeden bahsediyor; yaratılmışlar, isim listeleri ve benimle birlikte Dünya halkının o zamanlar aklımızın tam da ermediği bir takım zırvadan öteye gitmeyecek şeyler söylüyordu. Grubun özellikle İslami baskının hâkim olduğu İran topraklarından sesleniyor oluşu daha çok spekülatif bir yakarış gibi gözükmesine neden oluyordu. Ancak ciddiyetlerini birkaç gün sonra anlayabilmiştik.
Aslında buna hiç birimizin hazır olmadığını söyleyebilirim. Olaydan birkaç saat önce ortadan kaybolan bazı liderler dışında kimsenin bu olacakların vahametinden haberi yoktu. Kısa sürede Çin, Rusya, İran, Kuzey Kore, Hindistan gibi ülkelerden Mısır piramitlerine yönelmiş yüzlerce nükleer başlık birbirlerinin peşi sıra ateşlendi. O gece zavallı Mısır Dünya’nın cehennemine dönüştü.
Endüstri 4.0’ın makineleşme ve adı üzerinde yapay bir zekânın insanlardan işini daha iyi yapmasıyla muhasebeci, doktor, avukat, pazarlamacı, asistan, şoför demeden tüm meslekleri üstlenerek ışık gerektirmeyen fabrikalarda gece gündüz çalışmasıyla biz milyarlarca insan evrensel temel gelir denilen aylık karşılıksız düşük bir gelir ve sınırlı suni yiyecekler karşılığında kelimenin tam anlamıyla kümeslerde yaşıyorken böyle bir şey tam da görmemiz gerekendi diye düşünüyorum. Zaten bize olabilecek ne varsa olmuştu.
Lafı çok uzatmak istemiyorum. Artık bu gerçeğe dayanacak gücüm kalmadı. Beni affedin lütfen.
Aslında Dünya Devletleri Mısır cehennemini engellemek için birçok donanıma sahipti. Ya da biz öyle sanıyorduk. Nitekim art arda ateşlenen nükleer başlıklardan çoğunun kilitlenip kalması sağlanmıştı. Aslında bazılarının atmosferde patlatılması belki uygundu ancak bu daha büyük bir nükleer serpintiye neden olacağından olacakları göze alarak tercih etmemişlerdi. Tabi “Yaratılanlar” dedikleri kendi ırkları için… Bizim hayatta kalmamız değildi konu.
Tek bir nükleer patlama oldu. Mykrenios’un tam tepesinde. Öyle bir ışıma meydana geldi ki, başta bunu daha önce hiç görmediğimiz nükleer bir füzenin kilometrelerce öteden görünen parlaması olduğunu düşündük. Ancak işte saatlerdir oradaydı. Gökyüzüne dik bir çizgi şeklinde uzanan tek bir ışık. Tanrı’yla bağımız gibi. Ama aslında her şeyi temelden lanetleyen, Lucifer Morningstar’ın o göz kamaştırıcı şeytani ışığıydı bu. Bir ucu gökyüzünde kaybolan enerjisi bitmek tükenmek bilmeyen beyaz bir alevdi herhalde. Stratosfere dağılıyor, atmosferden dışarıya, Dünya çevresindeki tüm uyduları tek tek yakıyordu.
Bildiğimiz tüm iletişim durdu. Televizyon, telefon, internet, sanki cihazlardan oluşan bir çöp yığınında yaşıyorduk. Depremler meydana geliyordu. Dünya derinden sarsılıyor, bazı yerlerden volkanik patlamaların olduğu bilgisi geliyordu. İnsanlar tapınaklarda dua üzerine dualar ediyor, bu arada dini liderler, başkanlar, bazı önemsiz kişiler bildiğiniz yok olmuşlardı. Onları kaçırmışlar mıydı? Dünya çapında bir suikast mi yaşanıyordu henüz bilemiyorduk.
Sonra bazılarının hasta olduğunu düşünmemize yol açan bir şey oldu. Belli ki vücutları radyasyondan etkilenenlerimiz bedenlerinin üzerinde bir ışıma meydana gelmiş şekilde derileri pul-pul dökülüyor ve altında ne olduğunu anlayamadığımız koyu bir kırmızı sert bir deri gözüküyordu. Kısa süre içinde neredeyse her köşeden vakalar görülmeye başladı. Tek bildiğimiz bunun bulaşıcı olmadığıydı. Kiminin sevgilisi, kiminin çocuğu, bazı hayvanlar, hatta birçok ağaç sanki deri değiştirir gibi cansız kabuklarının içerisinden bir çeşit ışıldamayla birlikte koyu kırmızı ve artık gözle ayırt edilebilir yeni vücutlarıyla hayatımızdalardı.
Kısa sürede vaka dediğimiz ve hastaneleri dolup taşıran bu parlak ışık saçan insanların tüm derileri dökülmüştü. Ancak bunun öncesinde onlara yapılan tanık olduğum ilk linç olayı bir Cami’de gerçekleşti. İçinde Şeytanı gördüklerini iddia eden cemaatten bir grup aralarından birini öldürdüler. Bu vahşi saldırı gerçekleştikten sonraysa asıl şok geldi. Adamın gerçekten de kadim kitaplarda tasvir edilen Şeytan figüründen aşağı kalır yanı yoktu. Bedenin yüz ve kolları tümüyle soyulmuş, altından koyu kırmızı alnın ön kısmında yeni tomurcuklanmış iki boynuza benzer çıkıntı ve bir koyuna benzeyen surat yapısı, sakalımsı tüyler ve ellerde parmaklar birleşmeye başlamış belli ki yerlerini daha az sayıda bir organa bırakacaklardı.
Adam kendisine yapılan saldırıya sonunda dayanamayıp can verdiği anda bedeni bir kukla gibi yere düşmüş ancak kendisine benzer ışıldayan Eterik kısmı halen ayakta ve daha da heybetli sanki bir anda büyümüş gibi yukarıdan kendilerine bakıyordu. Bir üç saniye kadar olayın şaşkınlığı ile zaman durdu. Şimdi herkes ışıldayan bu varlığa korkuyla bakıyordu. Bu hayvansı şeyin kırmızı büyük bir keçiden tek farkı ruhsal bir varlık olmasıydı. Yalnız ondaki tek değişiklik bu değildi. Bakışları insanları hipnotize ediyor, sanki ölümüyle idraki genişlemiş ve asıl varlığı yeniden doğmuş bir Tanrıya dönüşmüş gibiydi. İşte tam da o anda kollarını birleştirip ışıltısını giderek artırarak neredeyse yirmi metre çağında etrafındakileri içine alacak şekilde bir enerji parlamasıyla içinde kalan tüm insanların bayılmasına neden olan o tuhaf fenomen yaşandı. Ve neredeyse ışık hızıyla giden korkunç bir karaltı gibi kapıya yöneldi ve Cami avlusuna ulaştığında, tamamen kendi kararı olduğu belli bir hareketle yukarı çekildi.
Ne yazık ki bununla bitmiyordu. Ölüsü dirisinden daha tehlikeli bu yaratık geride kalan bayılmış insanlara idrakinin bir kısmını tabir yerindeyse yüklemişti. Hepsi artık bizim bilmediğimiz bir gerçeğin farkına varmışlar, bir tapınakta olduklarına aldırış etmeden kimi yere tükürüp gömleğini çıkarıyor, kimi katıla katıla ağlıyor, sanki tarifi imkânsız bir sıkıntı ve hüzünle mücadele ediyormuş gibilerdi.
Tanık oldukları gerçek öyle bir şey olmalıydı ki çevrelerindekilerine anlatmaya bile yeltenmemişlerdi. Herhalde bilmiyor olmak daha iyiydi.
Kısa sürede her bölgede Yaratılanlar linç edildi. Aramızdaki bu sayıca daha az Şeytanlarla ilgili herkes akıl birliğine varmış gibi nerede görülürlerse linç ediliyorlardı. Ancak daha önce söylediğim gibi bunun bir bedeli vardı. Her ölen varlık geriye kendini öldürenler için bir idrak bırakıp öyle yukarı çekiliyordu. Geriye kalanlarsa bu gerçeklikle birkaç gün kadar yaşayıp sonra çıldırmış gibi kendilerini, eşlerini, bebeklerini öldürüyor, etrafa saldırıyordu. Hemen hepsinin ortak özelliği ise bir anda ateist olmalarıydı.
Gerçeği önce kız arkadaşım öğrendi. Yaratılanların enerji alanında bir şok yaşamış ve inanılmaz bir depresyonla eve gelmişti. Sadece ne yaparsam yapayım onu intihardan vaz geçiremeyeceğimi söylemek için geldi. Ayağa kalktı. Ruhumuz bile yok Tolga dedi. Biz onların canlı psikolojisini çözdükleri simülasyonda düşünebilen etten kemikten robotlarız. Bana nasıl imal edildiğimizi gösterdi. Bana annemin babamın senin aslında tüm düşüncelerimizin nasıl programcıklardan ibaret olduğunu hatırlattılar.
Ben yaşayamayacağım Tolga.
Kendi boğazını kesti… Karşımda. Miniğim. Hayatımın en kırılgan yanı. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Karşısındaki koltukta o kendini yok ederken fetüs pozisyonunda elimi ona doğru uzatarak gitme dermiş gibi kalakaldım gözümde yaşlarla izledim o kanların incecik boğazından fışkırarak ölüşünü.
Kendim bile gerçek değildim ki. Biz ruhsuzlar… Çaresizlerdik. Zaten var olmamıştık. Saatlerce bedenini seyrettim. Bu güzellik sonsuzlukta yaşamayacaksa neden var edilmişti? Ben neden vardım? Bu anlamsız simülasyonun küçük anlamsız bir parçası. Oyundaki bir NPC.
Düşüncelerim var oluşumun tükendiği saatler içinde kendi duyduklarımın doğruluğunu onayladım. Tüm dinlerdeki o bizi hipnotize edip vesvese veren Şeytanlar gerçek ve aramızdaydı. Dahası yaşarken kendileri bile bilmiyorlardı. Bazıları ölümden sonra kalıp beyinlerimize giriyor, sırf eğitiminin bir kısmı bitmediğinden bize belki bir cinayet işlettiriyor, kim bilir nasıl tuhaf davranışlar sergilememizi sağlıyorlardı.
Cin çıkaranlar da mı onlardandı?
…
Söylediklerine göre gerçek Tanrı sürekli var eden bir enerjiymiş. Yani bize ne olduğu ile ilgisi olmayan bir prodüksiyon bu. Acaba Yaratılanların yarattıkları da bir gün ruh sahibi olamaz mı? Onlardan olmayacağım kesin. Ve bu Dünya bizim değil.
Kaostan gelen düzen… Evrende her şey dengelenmek zorundadır. Sürekli pozitif düşünce ve eylemler bile beraberinde negatif sonuçları da getirecektir. Hatta bu şekilde güzel hayaller halinde kalıp düzeleceğini düşünerek devam etmeniz, ya da tam tersi bu sefer neden işe yaramadığına sinirlenip isyan etmeniz daha büyük talihsizliklere yol açacaktır. Dolayısı ile en doğrusu “bu ya da daha iyisi olmasa da sorun değil” gibi bir hal içinde kendi yaşadıklarınızla uyumlu miktarda bir pozitiflik olmalıdır.
Aslında birine, belki de bir olaya sinirlenmeniz, ya da bir şey için üzülüp vah etmeniz veya tam tersi o durumla, şeyle ya da kişiyle alay etmeniz arasında, dengelenme hareketini yerine getiren Karma için herhangi bir fark yok. Hepsi karşıdakini anlayamadığınızı bildirdiğiniz birer çağrı ve bu eylemler sizi tam da aynı konuma getirip yaşatarak öğretecek. Onunla bağınız siz o tortuyu yeterince anlayıp nötrleştirene kadar sürecek. Vahşileşip isyan içinde oradan oraya koşturmanız, üzülmeniz ya da korku ve bunun neticesindeki kızgınlıkla insanlara sövüp saldırmanız Karma tesirini hafifletmez, aksine bu türden davranışlar ve zihnin yaratma enerjisi tesirleri güçlendirecek, üzerinize benzer tesirleri çekerek daha kötü şeyler yaşamanıza yol açacaktır.
Ne zaman ki bu “Karma Terazisinin negatif ve pozitif kefelerinden birinde olmaktan vazgeçmeye karar verip, onun tam da tepesinde durup bacaklarınızı bu terazinin iki koluna basarak bu ağırlık dengesini sağlarsınız, yani dengeniz her kaybolduğunda düşüncelerinizde bu simülasyondaki diğer aktörlerin size hangi eyleminiz sonucu bunları getirdiğini anlayıp, kendinize ve onların bunu size fark ettirdiği için minnet duyarak ağırlığınızı diğer bacağınıza verebilirseniz ve bu duygu durum salınımı her bozulduğunda daha hızlı hareket ederek her defasında daha kolay affedip bir nevi daha küçük hareketlerle terazinin üzerinde dengenizi sağlarsanız, işte o zaman sadece o konudaki nötrleşme ve denge sağlanmış olur.
Bölüm 10
Maymun Adamın Öyküsü
Maymun Adam, henüz kişisel evrimini tamamlayamamış, maddeye, güzelliğe bağlı isteklerinin peşinden koşan, orta yaşın sonlarında biri. Bitmek bilmeyen iştahı ve başına gelen her türden olaya durup düşünmeden süregelen kızgınlığı, baş edilemez hüzün ve depresyonu için ona Maymun Adam diyoruz.
Maymun Adam, büyük bir haksızlığın kıyısında ve her defasında isyan ederek yaşam örgüsündeki sayısız spiralden sadece birinde yer alan ve sonraki sarmalda katlanıp çoğalarak önüne geçilemeyecek şiddette sonuçlar getiren bu olaylar zincirini düşünüp kendi kendine hayıflandığı, birbirini bu kadar seven insanların kendine olan acımasızlığı karşısında şaşkınlık ve hüzün nöbetleri geçirdiği günlerden birine daha uyanmıştı.
Her eylem yaşamınıza dengelemeniz gereken yeni bir spiral ekler. Güzel bir davranış kendi yaşam döngünüz kaç yılda bir tekrar ediyorsa size o kadar sürede bir kez daha geri dönecektir. Başlattığınız etki, sizin beslemeniz sonucu artarak yeniden başka bir zaman mekânda farklı insanlarda vuku bulabileceği gibi, spiralin zaman içinde ilerleyen sonundaki ucu eylem unutuldukça bazen hiçbir şey olmaksızın silikleşip yok olabilir.
Dengelemeniz gereken Karma, düşünce pilinizin artı ve eksi kutuplarını önemsemez. Böylece aslında verdiğinizi geri alırsınız. Sokakta sıska birine öfkelenip yenebileceğinizden emin şekilde ona bağırıp çağırmanızla günün birinde patronunuzun sizi aşağılaması arasında bağ kuramazsınız. Birkaç kişiyle oturup ortak tanıdığınız birini çekiştirdikten sonra sizin için önemli biriyle aranızda sorun yaşamanız arasında bir bağlantı kuramazsınız. Uğruna yanıp bittiğiniz birinin gün gelip de telefonlarına çıkmayacağınızı, her fazla sevginin tersiyle dengelenmek zorunda olduğunu da aşıklar bilemez.
Hayalini kurduğunuz son model arabayı her düşlediğinizde içinize düşen “kaza yapar mıyım” korkusu ile, bu niyeti gerçekleştirdiğinizde ve hayalinizdeki araç bir gün sizin olduğunda; zaman mekân gözetmeksizin park yerinizden her çıktığınızda sokaktan peş peşe geçen araçları beklemeniz gerekmesi sizde kızgınlık mı yaratıyor? Boşuna isyan ediyorsunuz. Bunu siz çağırdınız.
Dengelenmesi gereken birçok şeyi siz oluşturuyorsunuz… Birinden ne kadar nefret ediyorsanız o konuda bir çağrı yaparsınız, kendinizi en çok korktuğunuz bir durumla eleştirilirken bulursunuz. Birine tüh vah ediyorsanız yaşam size o varoluş şeklini getirecektir. Bu çoğunlukla sizinle uyumlu duygu durumda var olacak, arada bağlantı kuramayacaksınız. Eğer tam karşılığını alıyorsanız tebrikler. Simülasyonun size bir şeyler anlatabileceği bir frekanstasınız. Doğrusu herkes çağrısını yaptığı şekilde var olur. Ve hayır, ölüm ve doğum bunu durduramaz. Maymun Adam henüz bu yasanın farkında değil. Hüzünle geçirdiği bir gecenin sabahında saat 9:13. 50’lik şişenin yarısı içilmiş, önündeki psikotik ilaçların filmlerinde yazdığından anladığı ise normalde iki ayda bitirmesi gereken 120 Rexapin ve bir o kadar Misol, 30 kadar Insidon ve Vermidon’u bir kâseye atıyor. Bardağı sonuna kadar rakıyla doldurup ilaçları şeker gibi yavaş yavaş yutuyor. Acısı dinmiş, zihni durmuş. Artık ölünce bedeninin çürüme sahnelerini düşünmek gibi yersiz korkular yerini donuk bir sessizliğe bırakmış durumda.
Ama çok geçmeden bu sessizliği şiddetli bir kırılma sesi bozuyor. Herhalde odadaki klimanın arka odanın balkonunda bulunan dış ünitesi yerinden düşmüş olmalı. Bir anlık tereddütten sonra yangın çıkıp baygın haldeyken yanarak ölmekten korkuyor ve balkona geçiyor. Neyse ki klima yerinde. Ses dışarıdan gelmiş olmalı. Dönüp odaya gidecekken havanın karanlığı gözüne çarpıyor. Oysa az önce sabah değil miydi? Herhalde bunca ilaç bile ölümü için yeterli olmamış.
Çıt çıt çıt çıt…
O an sessizliği bozan asfaltın üstünde köpeklerin yürürken çıkardığı pençe seslerini duyuyor. Bu sese oldukça alışık. Çünkü bulunduğu sokakta alt verandaya indiğinde birçok akşam bu sesi duyunca koşup marketten aldığı mamadan dağıtır köpeklere. Onları doyurmak garip bir şekilde kendisinin de tok hissetmesini sağlıyor. Ancak şimdi canı onları doyuramayacak kadar sıkkın. Çünkü başarısız bir intihar deneyiminden daha kötüsü…
Karanlığın içinde bir şey hızla yandaki villadan çıkıp arkadaki ağaçlık arasında kayboluyor!
Aynı anda sokağın başka bir yerinde korkunç bir ses, köpek ulumasıyla insan inlemesi arasında bir konuşma gibi…
:: 2. Bölümün sonu :: (toplam 5 bölüm)