Menü
in

Kızılgerdanın Hüznü

Eskiden ne çok mutlu olurdum… Yüreğim bir kuşun yüreği gibi pır pır ederdi. İçimi sevinç doldururdu. Herhangi bir şey; mesela bir arkadaşımı görmek, evimize bir misafirin gelmesi, bütün sevimliliği ile sonbahar hüznünü duyuran kızılgerdan kuşunun görünmesi, güz yağmurundan önce kararmış bir havada, sararmış çimlerin üzerinde bir araya gelmiş ağaç serçelerini seyretmek beni mutlu etmeye yeterdi.

Hani Nazım, “Saman Sarısı” şiirinde sormuştu ressam Abidin Dino’ya: “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / işin kolayına kaçmadan ama / gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini / değil / ne de ak örtüde elmaların / ne de akvaryumda su kabarcıkların arasında dolanan / kırmızı balığınkini / sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / 1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin / çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat”

İşte bu mısralarda betimlenen mutluluğu, çocukluk yıllarımda bayram alışverişlerinde çarşıdan getirilen beyaz renkli, naylon yazlık ayakkabılar ile yaşardım. Onlarla yatar, onlarla kalkardım; onları yastığımın altına saklar, mutlu bir rüyaya dalardım. Bayram sabahları melek gibi saf, gülümseyen bir yüzle sevinç içinde uyanırdım. İçim içime sığmazdı. Bana hiç bitmeyecekmiş hissini veren uzun bir bayram günü başlardı…

Eski adamlar kaçak tütün içerlerdi. İşlemeli, gümüşî tütün tabakaları vardı. Onlar, cami avlusunda çiçek açmış akasya ağaçlarının altındaki ahşap oturaklarda otururken biz çocuklar da onların etrafını sarardık. Yaldızlı tütün tabakalarını yeleklerinin iç ceplerinden ağır ağır çıkarırlar, sol elle tuttukları tabakalarını sağ el başparmağıyla açarlardı. Uzun ama kalın parmaklarıyla ip gibi sigara sararlardı. Sonra sigaranın uç kısımlarını koparırlar, yeleğin kibrit cebinden çıkardıkları bazen bir kibrit ile bazen eski bir muhtar çakmağı ile sigaralarını yakarlardı. Maviden mora doğru bir duman bulutu etrafı kaplar; bitkisel bir koku ciğerlerimize bayram yaptırırdı. Sarma sigaralarından derin bir nefes çektikten sonra, “Çocuklar, o vakitler seferberlik yıllarıydı; herkes askere gitmişti, köyde erkek namına kimse kalmamıştı,” diye anlatmaya başlarlardı. Biz ise ağzımız bir karış açık, bu gizemli adamların anlattıklarından büyülenmişçesine onları dinlerdik.

Uzun ikindi sonrasının yaz akşamları dumanlar içinde süzülüp gelirken, “Zeytinyağlı yiyemem aman / Basma da fistan giyemem aman” türküsünü ıslıkla söyleyen Selâhattin amca, avluda hayvanlara mısır sapı verirdi. Akşamın derinliklerinde, “Ceviz oynamaya mı geldin odama/ Nişanlın da bu mu derler adama” güfteli bir başka türkü, Selâhattin amcanın müthiş ıslığıyla tüm köyü sarıp sarmalardı.

O eski zamanlarda, iğne oyalı beyaz namaz bezini, inci renkli saçı alnında görünür şekilde göğsüne doğru salmış; ya da Yaşar Kemal moru renginde oyalı yazma ile yaşmak yapmış; nur yüzlü, güngörmüş, Fakir Baykurt’un Irazca Anaları vardı… Bu analarımız bize sevgiyle ışıl ışıl parlayan gözlerle bakarlardı. İlkbaharda bahçede çapa yaparken yanımıza gelirler, “Haydi yavrum gelin, soluklanın biraz, bak size tereyağlı fırın mısırı ekmeği getirdim,” diyerek ekmek çıkınını önümüze sererlerdi. İlkbaharın otlarını, papatyalarını, mor menekşe ve nergislerini damağımızda duyumsayarak ekmeklerimizi yerdik.

Dışarda lapa lapa kar yağarken minik bir kızılgerdan ürkek bir sevimlilikle cama yaklaşır, o hüzünlü yalnızlığıyla içeriye bakar; önceden pencere kenarına bıraktığımız düğüleri yer, ikide bir etrafını yoklar, içimizi sevgiyle doldurur; bizi, nasıl ama nasıl mutlu ederdi!..
Şimdi, çocukluğumun o eski ürkek kızılgerdanlarını arıyorum…

Cevap Yazın