“Olaylar nasıl bu hale geldi?” Son zamanlarda duyduğum en derin, en etkileyici cümle bu. Yeşim Ustaoğlu’nun “Tereddüt” filminde psikolojik aksiyonun en çok tırmandığı, psikiyatrın sorgu sahnesinde Elmas’a sorduğu bu soru, toplum olarak, birey olarak son zamanlarda en çok ihtiyaç duyduğumuz, bizi hep birden bir anda ele geçiren bir cümle.
“Olaylar nasıl bu hale geldi?” Kadının içsel dünyasını, su kadar kıymetli özgürlüğü elinden alındıktan sonraki kayboluş hikayesinde kendini bulma mücadelesini bu kadar dolaysız bir yalınlıkta, bu kadar samimi ve güzel anlatan başka bir film ile karşılaşmadım. Özellikle dalgalara karşı ruhsal geri dönüş, kendine geliş muhteşem. İnsan ve doğanın baş başlığında insanın kendini buluş anı, doğal ve bu doğallıktan dolayı ustaca. Ustaoğluca.
Elmas lise birden alınarak küçük yaşta evlendirilmiş olmasının hoyratlığı içinde aynı zamanda çocuk işçi. Babası kandırmış onu; yaşını büyüttüğünü kimseye söylememesi için yemin ettirmiş, kocası kandırıyor. Kayınvalidesi kandırıyor. tüm bu kandırılmışlıklar içindeki saflık yine fırtınalı bir gecede pencereyi açıp kapatan fırtına ve pencereye asılı bir çocuk süsü ile simgelenerek patlıyor. Başkasının ellerindeki edilgen yaşam içindeki elmas, penceredeki o süs ve daha fazla sömürülmesine, eziyet görmesine neredeyse doğa üzülüyor. Kocasının ölümün yöntemindeki seçim de (karbonmonoksit zehirlenmesi) neredeyse bu doğallık içinde veriliyor. Kayınvalidesinin ölüm şekli keza öyle. Ustaoğlu’nun, edilgenleşmiş karakterin eylemindeki güçsüzlüğü vurgulamak için bu müphemliği özellikle seçtiğini düşünüyorum. Birinin doğası ile oynamanın cezası doğa tarafından cezalandırılmak kadar doğalmış gibi; çünkü elmas daha çocuk. Oyun seviyor. Eğlenmek istiyor. Henüz tanışmadığı tüm renkleriyle birlikte eve kapatılmak için değil onun doğası.
Su ile dolan yatak odası ve pencerelerden patlayan su da yine Şehnaz’ın baskı altındaki yaşantısının doğasal bir tepkimesi.
Filmde dikkatimi çeken bir başka unsur da, Elmas’ın filmin başındaki hali ile hastanedeki hali arasındaki neredeyse bir maske çıkarmış yahut bir kostüm değişmiş gibi keskin değişimi. bu değişimin savaştan dönen bir asker zırhlı giysilerini çıkarmışçasına bir baskıdan, ağırlıktan kurtulmanın sonucu gelişen bir ruhsal değişim olduğunu seyirci olarak hepimiz biliyoruz. Bu keskinlik Elmas’ı yaşayan bir karakter haline getiriyor ve izleyicinin tüm olup bitenlere inandırıcılığını artırıyor.
Serkan Keskin tek bir bakışıyla bir her şeyi anlatan oyunculuğu ile her zamanki gibi harika. Ecem Uzun, müthiş bir oyuncu seçimi, keza Psikiyatrist rolünde izlediğimiz Funda Eryiğit de öyle. İnsanları anlamak için doğmuş bakışlara, yüze, dinleyen bir ruha sahip. Terapi seanslarında birçok psikiyatrın ilham alacağı ruhsal bir kulağı neredeyse somutlaşmış bir halde görüyoruz. Güven duyan hasta, hareket alanı buluyor; benimsiyor; canlandırma yoluyla canlanıyor, kendiyle buluşuyor. İkisi arasında anne-çocuk ilişkisine benzer bir bütünleşme, sevgi, güven ilişkisine tanık oluyoruz. Buna tanık olmanın, seyirci için de iyileştirici bir gücü var. Ruh canlıdır. Çok kasmak yüzünden, avucunun içinde çok sıkmak yüzünden hücreler boğulur, travma geçirir. Yaşama geri döndüğünde ise artık tepki verecek mecali kalmamıştır. Otokontrol eksikliği bu aslında. İçerde yıkılıp gitmiş, aşırı konsantrasyonun (filmdeki adıyla baskının) yıldırım gücüne maruz kalmak yüzünden yanmış, harap olmuş ruhun, tıpkı soğuk sudan birdenbire sıcak suya geçen beden gibi afallaması. Çay kaşığının bardağın içinde kırıkmış gibi görünmesine neden olan bir yanılsama yaşatması. Kendini çok kastığı için kendini çok bırakıyor. Terapi sırasında olan bu. Bu sayede bir düzlüğe çıkıyor; iyileşiyor.
İyi seyirler. Filmin künyesi için tıklayınız.