Yazmak biraz karşı olma halidir. Önce bütündeki büyük yazıdan ayırmak, büyük kaya kütlesinden ayırmak, ortaya çıkarmak… Bu yüzden yazmak istiyorsanız hemen bir kedi sahiplenin. O çeker, siz elinden almaya çalışırsınız… Neye ilgi gösterseniz değerli olan odur kedi için… Hemen üstüne atlar, tırmalar çekiştirir, almak ister. Elinizden almak için sonsuz bir çabaya girişir… Aldığındaysa oynanacak bir şeyse biraz oynar, sonra bir kenara atıp bırakır… En önce biçimsel olarak bu şekilde yazmanıza karşı olacak birinin ya da birilerinin varlığına gereksinim duyarsınız; ne olduğunu bilmediğiniz özü değerli canlı kılar, tiyatrodaki çatışma benzeri bir ortam yaratarak… Böylece o bütünden ayırma, aralama, elle kavrama gözle görülür hale gelir. Bir kediden daha iyisi yoktur bu konuda. Klavyede giden elinizi ya da kâğıtta yürüyen kaleminizi takip eder. Yakalayıp durdurmaya çalışır. Tam da bu kaçma kovalama yazıyı değerli hale getirir. Bu oyun hali tıpkı bir heykeltıraşın heykelinin fazlalıklarını yontması gibi sağlam özün oluşmasına sağlam bir katkı sunar. Kedi karışmıştır yazıya… Kedinin o hayat dolu bakışları… Kaçması kovalamacası bir oyunun lezzeti… Kedi bir yanda siz bir yanda, sonunda yazı bittiğinde ortada kendi başına soluyan, canlı, tüm bu yorgunluğa değen bir şey vardır. Yazı canlısı elmas gibi kedigözleriyle ışıl ışıl ışıldar… Bir mücadele sonucu geriye kalandır yazdığınız. Arı özdür. Gereksiz her şey gitmiş, yoğun zaman içinde hayata acilen yetiştirmeniz gereken şey kalmıştır. Bu yüzden bir kedi şart.
Bir kedi öğretmen gibi başınızda bekler, sınıf ortamı sağlar… Canlıdır ve ilgiyle sizi izler. Yazdıklarınızı yüksek sesle okuduğunuzda dinlediğinde ilk okuyucunuzdur… Ara ara klavyenin üstüne yatar, ara ara kaleminizi düşürüp elinizi tırmıklar… Bu inat, bu heyecan, bu dinamizm, bu devinim… Yaşamı hissettirdiği bu canlı öz… İşte yazının biçimsel anlamdaki tam kıvamı. Aynı zamanda bir oyun işi çünkü yazmak ve oyunun ortaya çıkardığı Jung’un sözünü ettiği anima’yı, o çocuksu koşturmaca ile sağlar; kâğıdın üstüne yazılırlarken ölmek üzere düşen düşünceleri dürter, tırmalar, canlandırır, üstlerine hayat suyu serper. Başınızda bir öğretmen gibi durur kedi. Işık gibi. Mum gibi… Kandil gibi… Giderek sevdiğinizin yazı mı olduğunu yoksa kedi mi olduğunu karıştırdığınız bir noktada yazdığınız şeyin canlanmış olduğunun farkına bile varmazsınız. İşte o zaman iyi bir yazı yazmış olduğunuzu anlarsınız. Bir kedi kadar gerçektir. Kedi gibi dürüsttür, samimidir. Siz de ona benzer siniz. Söyleyeceklerinizden sakınmazsınız. Cesurca yazarsınız.
Yazmak yalnızlık ister. Bir kediden daha yalnızı yoktur ve bir kediden daha yalnız olmayanı yoktur. Çünkü kedi yalnız olduğunun farkında değildir. Bu his bir yazarın aradığı şeydir. Yalnız olmak ama yalnız olduğunun farkında olmamak… Bozulmamış doğadır bu ve üstün bir yazı sağlar…
Yazı sobanın kenarına kıvrılmış bir kedi gibi düzen ister. Eğer yaşarken okuyucuları olmasını istiyorsak yazı kedinizin, bakımını üstlenmeliyiz. Yazarken düşünce akışını kesmemek için pek de önemli olmayan dilbilgisi sayfa düzeni vs. edebiyatın polisi olan bu şeyler, bir başkasının bizi anlayabilmesi için neredeyse kendinden çeviri yapmaya tekabül eder. Çünkü yazarken çok da önemli olmayan imla, sonrasında neredeyse yabancı bir dil konuşarak anlaşmaya çalışan iki kişinin düzlemini sağladığı için gereklidir. Kısacası imla yazı kedisinin bakımını sağlar, yazı ağacını budar… Kedi temizlik sever. İmla yazı evinin temizliğidir. Yazının asıl özüne, canlı organizmaya zarar vermeden yapabilmektir hüner. İmla ve düzen, türün sıkıcı krallarının peşine düşüp özün coşkusunun boğmamalıdır. Kedi başınızda bekler imla kurallarını denetler. Kedi huzur sever. Yumak sever. Bir örüm ve söküm işi olan yazıyı, klavyede ya da kâğıdın üstünde giden ellerin hoplayıp zıplattığı görünmez bir yumakmışçasına ilgiyle izler. Dikiş makinesinde dikilen bir elbiseymişçesine yazı, heyecanla bitmesini bekler kedi. Kedi oyun sever, oyun umuttur, umutsuzluğun keçeleşmiş döşeğinin yünlerini tifter, havalandırır…
Julio Cortazar, “yazarken hiçbir şeyi aceleye getiremezsiniz. Unutkanlıklar, dalgınlıklar, rastlantılar, geleceğin halısını gizlice dokurlar,” diyor, Mırıldandığım Öyküler’de. Kedinin uykuya dalmadan önceki gır gır sesi belki de bu halı dokuma tezgâhında kirkit işlevi görüyordur. Her şeyi yerli yerine yerleştiriyor, sağlamlaştırıyordur.