in

Van Gogh’un Kulağını Kestiği Gece Aslında Ne Oldu?

Van Gogh delilikle dahilik arasında tutkulu renkler, keskin fırça darbeleridir. Kısa yaşamında iki binden fazla eser yaratan Van Gogh , batı sanat tarihinin en etkileyici figürlerinden biridir. Buna rağmen hayatı boyunca yoksullukla mücadele etti. Deli ve başarısız muamelesi gördü. Ancak yanlış anlaşılmış bir deha olarak yaşamına son verdikten sonra hak ettiği ünü kazanmaya başladı.

Zihinsel rahatsızlıklar ile yaratıcılık arasındaki ilişkinin bir noktada birleştiği fikrinin gelişmesi, bipolar rahatsızlık tanımı gibi yeni çağ kazanımları sayesinde bu oldukça sessiz ve her zaman düşünceli adamı artık daha iyi anlıyoruz.

Hollandalı üstadın tablolarındaki renkleri ve fırça darbelerini kendi gözlerinizle görüp bu yaratıcı yetenekten etkilenmemek mümkün değil. Amsterdam’da bulunan Van Gogh Müzesinde sanatçının eserleriyle dolu salonlarda gezinirken Patates Yiyenler  tablosunda kasvetli bir odada kendi ürettikleri patatesleri yiyen işçileri görüyorsunuz. Tepeden sarkan tek lamba iç karartan atmosferi, işçilerin yüzleri ise melankolik yoksulluğu iliklerinize geçiriyor. Diğer taraftan, Çiçek Açan Badem Ağacı tablosu ise uyanışı ve umudu yansıtıyor. Her bahar yeniden çiçeklenen yaşama olan inancı…

Merak edenler için  Van Gogh Müzesi  bini aşkın eseri dijital ortama aktarmış, hatta yüksek çözünürlükle indirmek de mümkün.

Özgür ruhuyla renkleri gökyüzünden hayatımıza taşımış Van Gogh’un yaralarla dolu hayatındaki dönüm noktalarından biri olan kulağını kestiği akşam aslında ne olduğunu yakın arkadaşı Gauguin’in ilk elden yazdığı günlüklerden öğreniyoruz. Orijinal metne buradan ulaşabilirsiniz. Çevirisi müesseseden.

Kusursuz bir volkan sayılabilecek o ile henüz kaynamakta olan ben arasında bir çeşit çatışmanın ayak sesleri geliyordu.

Bazı ilişki biçimleri duygu yoğunluklarıyla doludur. Öyle güçlüdür ki tek taraflı arkadaşlık, aşk ya da entellektüel ve yaratıcı biçimde birine çarpılma gibi duyguların arasına diktiğimiz duvarları yıkar geçer. Bu üst düzey arkadaşlıkların en dramatiklerinden biri, Paul Gauguin (Haziran 7, 1848–Mayıs 8, 1903) ve Vincent van Gogh (Mart 30, 1853–Temmuz 29, 1890) arasında ortaya çıktı. Onların ilişkilerini canlı tutan şey aralarındaki duygusal keskinlikti ve bu öyle incitici bir hal aldı ki hepimizin bildiği ve yüz kızartıcı biçimde efsaneleştirilen Van Gogh’un kulağını kesme hadisesine kadar vardı. Bu olay, iki yüz yıl kadar önce Sir Thomas Browne’nin üzerine kafa yorduğu İki Bedende Tek Ruh’un Derin Istırabı isimli çalışmasında söz ettiği müfrit sondan izler taşımaktadır.

Van Gogh hayattaki  amacını bulduktan on yıl sonra, 1888’in şubat ayında, güney Fransa’da bulunan bir komün şehir olan Arles’e taşındı. Orada oldukça yaratıcı bir üretgenlik dönemine girdi ve iki yüzden fazla tablo , yüz civarında sulu boya ve eskizin yanı sıra ünlü Günebakan serisini tamamladı. Aynı zamanda müthiş bir yoksulluk içinde yaşadı ve bitmeyen iç çatışmalara katlanmak durumunda kaldı. İç çatışmalarının çoğu da zihnini meşgul eden Gauguin ile ilgiliydi. Onun hayran olduğu ama aynı şevki karşısındakinden göremediği biriydi Gauguin (”Sanatsal fikirlerimi seninkilere kıyasla oldukça bayağı buluyorum.” diye yazmıştı Van Gogh.) ve Gauguin, o sıralarda Brittany’de çalışıyordu ama yine de Vincent’ın yanına gelecek ve onunla birlikte resim yapacaktı. Van Gogh’un umduğu bu birlikte yaşama arzusu, Post-Empresyonistler için sığınılabilecek daha geniş bir topluluğa da dönüşebilirdi ki bu gerekliydi; çünkü sanatçılar tamamen yeni bir sanat anlayışına öncülük etmiş ve bu nedenle son derece ateşli sayılabilecek türden bir eleştiri bombardımanıyla karşılaşmışlardı.1888 Ekim ayının başlarında Van Gogh Gauguin’e şöyle yazdı:

Uzun soluklu olacak bir şeyi kurmada ziyadesiyle başarılı olacağımız fikrinde senin de büyük oranda payının olacağını görmeyi çok isterim.

Tüm yoksulluğuna rağmen, Van Gogh neyi varsa arkadaşı ve kendisi için iki yatağa harcadı ve onları küçük odasına yerleştirdi. Bu gösterişsiz yatak odasını mümkün olduğunca hoş ve artistik hale getirmek için odanın beyaz duvarlarına devasa sarı günebakanlar boyadı. Gauguin’e yalvaran mektuplar yazdı ve Fransız ressam, ona tuvallerini değiş tokuş etmelerinin bir parçası olarak kendi portresini yolladığında, Van Gogh resmi sevgili arkadaşının onu ziyarete geleceğinin bir nişanesi olarak tüm kasabaya gösterdi.

Gauguin sonunda teklifi kabul etti ve ekim ayının ortalarına doğru, yaklaşık iki ay kalacağı ve dramatik kulak olayıyla doruğa çıkacak olan şehre, Arles’e geldi. Paul Gauguin Mahrem Günlük isimli kitabında, Van Gogh’un kendini sakat bırakmasına yol açan tuhaf ve oldukça gerçeküstü durumları ilk elden anlatıyor. Bu olay ve durumlar daha önce, pek çok biyografi yazarı tarafından yanlış aktarılmış ve zaman, mekan ve mahremiyetten azade edilerek popüler kültürün şehir efsanelerine dönüştürülmüştü.

Van Gogh'un Paul Gauguin ( Kırmızı Bereli Adam )tablosu, 1888 ( Van Gogh Müzesi )

Gauguin, Van Gogh’un ısrarlı davetine bir süre karşı koyduğunu anımsıyor. ”Müphem bir içgüdü, anormal birşeylerin olacağına dair beni uyarmıştı.” diye yazıyor.  Fakat ” Van Gogh’un samimi ve arkadaş canlısı coşkusu” ağır basmıştı. Gece geç saatte şehre vardı ve Van Gogh’u uyandırmak istemediği için sabahın ilk ışıklarına kadar bir kafede bekledi. Kafenin sahibi onu, Van Gogh ondan daha önce gururla beklediği arkadaşı olarak bahsettiği için derhal tanıdı.

Gauguin yerleştikten sonra Van Gogh şehrin güzelliklerini ona göstermeye koyuldu. Diğer taraftan Gauguin ”şehrin kadınlarından pek etkilenmediğini” ifade etti. Ertesi gün çalışmaya başladılar. Gauguin, Van Gogh’un hayat amacındaki netliğe şaşırıp kalmıştı. ”Tablolarına hayran değilim, adama hayranım.” diye yazdı. ”O öyle güvenli, öyle sakin; bense alabildiğine kararsız, alabildiğine huzursuz.” Gauguin yaklaşmakta olan fırtınayı haber veriyor:

Kusursuz bir volkan sayılabilecek o ile henüz kaynamakta olan ben arasında bir çeşit çatışmanın ayak sesleri geliyordu. İlk olarak her yerde ve her şeyde bir düzensizlik vardı. Boya kutusu nadiren tıkış tıkış olurdu ve asla kapalı olmazdı. Tüm bu düzensizliğe rağmen, tuvallerinde ve konuşmalarında bir şeyler parlıyordu. Müthiş bir hassasiyet veya daha ziyade maddi manevi kişisel çıkar gözetmeksizin yararlı olmaya çalışma itiyadı taşıyordu.

Kısa zaman sonra, ikisi paralarını birleştirdi. Ev işlerini paylaştılar ve Gauguin’in sonradan sonsuz olarak hatırlayacağı şekilde birlikte yaşamaya başladılar. (Aslında dokuz haftaydı) Aradan geçen onca yıldan sonra, günlüğünde bu deneyimden şöyle bahseder:

Felaketin yaklaşma hızı ve beni saran çalışma ateşine rağmen, zaman bana yüz yıl gibi geldi. Diğer taraftan, insanlar olacaklardan hiç şüphelenmiyordu ve iki arkadaş, her ikisine de faydalı olacak çok büyük bir iş üzerine çalışıyorlardı. Hatta belki de diğerlerine de. Yakında meyvesini verecek bir şeyler vardı bu işte.

Gauguin'in Günebakanların Ressamı ( Vincent van Gogh'un Portresi) tablosu, 1888 ( Van Gogh Müzesi )

Van Gogh’un tablolarına çılgınca bir heyecan ve çalışma etiğiyle yaklaşmasına rağmen, Gauguin onları ”eksik ve tek düze ahenklerin en zarif örneğinden başka birşey değil.” diye nitelendiriyordu. Bu yüzden Van Gogh’un onu yapması için davet ettiği şeyi – rehberlik ve ustalık yapmaya koyuldu. (Van Gogh’un  ”üstat” olarak hitap ettiği tek kişi Gauguin olmuştur.) Genç sanatçıyı cesaret verici şekilde eleştiriye açık ve eleştirildiği noktayı algılayan bir kavrayış sahibi olarak buldu.

Kişilik sahibi tüm özgün mizaçlı insanlar gibi, Vincent’ın da diğer insanlardan korkusu yoktu ve hiç inatçı biri değildi.

O günden itibaren Gauguin, Van Gogh’un -”Benim Van Gogh’umun”-  muazzam bir ilerleme kaydettiğini, günümüzde hatırlanmasına yol açan eşsiz renk ve ışık algısını geliştirerek  sanatçı olarak kendi sesini ve stilini bulduğunu ifade ediyor. Fakat tam da o zamanlar bir şeyler değişmişti. Melaikelerini bulan Van Gogh’un şeytanları da saklandıkları yerden çıkmıştı. Van Gogh’u tahmin edilemeyecek şekilde ezip geçen bu çalkantılı duygusal atmosferi, yüz yıl sonra bipolar bozukluk olarak literatüre geçecek olan zihinsel rahatsızlığa düşüşünün başlangıcı olarak anlatıyor.

Sonraki günlerde Vincent oldukça kaba ve gürültülüyken sonra aniden sessizleşen birine dönüşmüştü. Bazı geceler uyanarak onu şaşırtırdım. Tam o anda uyanmamı neye atfetmeliyim?

Tüm o geceler, bir kelime etmeden yatağa gidip ağır bir uyku çekmesi için ona şunu söylemem yeterliydi. ”Senin neyin var, Vincent?”

Vincent ”çıldırmış” hali olduğunu düşündüğü kendi portresini hemen tamamladı. O akşam iki arkadaş bir kafeye girdiler. Gauguin hemen ardından gerçekleşen akıllara ziyan sahneyi, eşit derecede teatral ve tirajik bulduğunu ifade ediyor.

Vincent hafif bir apsent aldı. Aniden bardağı içindekiyle birlikte olduğu gibi kafama fırlattı. Kafamı darbeden sakınarak onu kollarımın arasına aldım, kafeden çıktık. Çok geçmeden de  Vincent hemencecik uykuya daldığı ve sabaha kadar uyanmadığı yatağında buldu kendini.

Uyandığında son derece sakin bir ses tonuyla ”Benim sevgili Gauguin’im, dün gece seni üzmüş olduğuma dair hayal meyal bir şeyler hatırlıyorum.” dedi.

Cevaben ”Tüm kalbimle seni affediyorum fakat dünkü sahne tekrarlanabilir ve eğer bana yine vurursan seni boğabilirim. Lütfen kardeşine mektup yazmama ve ona geri döneceğimi söylememe müsaade et.” dedim.

Fakat önceki gün olanlar, 1888 Noelinden iki gece önce gerçekleşecek depremin sadece bir öncü sarsıntısıydı. Akşam yemeğinden sonra tek başına kafasını toplamak için yürüyüşe çıkmaya karar verip olanları hatırladığında ”Aman Tanrım, ne gündü!” diyerek figan ediyor:

Arkamda o bildik, kısa, hızlı ve düzensiz adımı duyduğumda Victor Hugo bulvarından henüz karşıya geçmiştim. Hemen arkamı döndüm. Vincent elinde keskin bir bıçakla üzerime atılacaktı ki güçlü bir bakış fırlatmış olmalıyım, durdu, kafasını eğdi ve eve doğru koştu.

Gauguin, Van Gogh’u takip edip elindekini almadığı için duyduğu pişmanlıkla hayıflanıyor. Bunu yapmak yerine Gauguin bir otele gitti, yatağa yattı fakat o kadar ajite olmuştu ki sabahın ilk saatlerine kadar uyuyamadı. Sabah yedi buçuğa doğru uyanıp şehrin yolunu tuttu ve kaçınılmaz manzarayla karşılaştı.

Meydana vardığımda büyük bir kalabalığın toplandığını gördüm. Evimizin yakınında birkaç jandarma ve melon şapkalı bir komiser vardı.

Şöyle olmuştu :

Vincent hemen eve dönmüş ve kulağını dibinden kesmişti. Kanın akmasını durdurmaya çalışacak kadar vakit tanımış olmalı, sonraki gün alttaki iki odanın zemininde pek çok sayıda kana bulanmış havlu vardı. Alttaki iki oda ve yatak odamıza çıkan merdivende de kan lekesi vardı.

Evden çıkabilecek durumdayken kafasını bereyle sarıp doğru bildiği bir eve gitmiş. Kapıya çıkan kadından, dikkatlice yıkayıp zarfa koyduğu kulağını patronuna vermesini söylemiş.”Bu benden bir armağan.” demiş.

Bu bildik ev, elbette Van Gogh’un modellerinden bazılarını bulduğu genelevdi. Hanımefendiye kulağını teslim ettikten sonra eve koştu, perdeyi kapatıp masa lambasını açtı ve uykuya daldı. Dakikalar içinde şehirdeki insanların çoğu evin önüne üşüştü ve ortalık olanlara dair söylentilerle çalkalanmaya başladı.Gauguin şöyle yazıyor:

Kapının önünde kendimi tanıttığım ve melon şapkalı komiser bana son derece sert bir ses tonuyla ” Yoldaşınıza ne yaptınız, Monşer?” diye sorduğunda en ufak bir şüphem kalmamıştı.

”Bilmiyorum.”

”Aa tabii, elbette biliyorsunuz. o öldü.”

Kimseye böyle bir anı yaşamayı dilemem. Tüm zihnimi yeniden toparlayıp kalbimin atışını düzene sokmam epeyce bir zaman aldı.

Öfke, keder ve yanı sıra utanç kişiliğimi parçalara ayırmıştı. ”Peki Monşer, yukarı çıkmama izin verin. Orada kendimize durumu açıklayabiliriz.” diyebildim.

Sonra yavaşça komisere ”Monşer, bu adamı uyandırmamak için azami ihtimam gösterin, beni sorarsa da Paris’ten ayrıldığımı söyleyin. Beni görmesi ölümcül sonuçlara neden olabilir.

O andan itibaren komiser olanca makullüğüyle bir doktor ve bir taksi çağırdı.

Uyanınca Vincent yoldaşını, piposunu ve tütününü sormuş. İçinde paramızın olduğu kutuyu sormayı bile akıl etmiş.

Vincent, beyninin yeniden çıldırmaya başladığı bir hastaneye kaldırıldı.

Geri kalanını konuya ilgi duyan herkes biliyor. Mantığının durumunu anlayamaya yetecek kadar iyileştiği zaman aralıklarında, bildiğimiz hayranlık verici tablolarını öfke içinde boyayan tımarhaneye hapsedilmiş bir adamın büyük çilesini anlatmaya gerek yok.

Komşular ve polisin baskısı sonucu  Van Gogh acilen akıl hastanesine yatırıldı. Oradan Gauguin’e yeniden resim yapmaya dönmeye olan arzusu ile hastalığının tedavi edilemez oluşunu sezişi arasındaki gerilimden söz eden mektuplar yazdı ve sonra ekledi: ”Zaten hepimiz deli değil miyiz?”

On yedi ay sonra intihar etti. Bu kaybettiği kişiyi çok seven birinin tüm hassasiyetiyle anlattığı bir trajediydi:

Midesine bir kurşun sıktı ve bir kaç saat sonra yatağına uzanıp puro içerken, zihninin tüm hakimiyetine sahip olarak, sanat aşkıyla dolu ve kimseye öfke duymadan öldü.

Yazan Juno

juno.afm@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sanata, Tarihe ve Resime Doyacağınız 15 İnstagram Hesabı

Kitap Ödüllü Sait Faik Testi