in

Yamyamlığın Kısa Tarihi

İnsanlığın yazılı olmayan dönemlerinden günümüze kadar süregelmiş ve modern toplumlar tarafından tabulaştırılmış konulardan biri ‘kanibalizm’ yani yamyamlıktır. Dünya üzerindeki çeşitli hayvan türleri arasında sıkça rastlanan kanibalizm, hayvanlar için evrimsel bir avantaj sağlayarak aşırı üreme, yeterli yaşam alanı ve gıdanın korunmasının yanı sıra hayvan topluluklarında ihtiyaç duyulmayan bireylerin ortadan kaldırılmasını da sağlamaktadır. Kanibalizm, insanlık tarihinde 780 bin yıl öncesine kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Modern insan için hem ürkütücü hem de sebepleri merak uyandırıcı olan bu olgu 16. yüzyıla kadar ‘antropofaji’ kavramıyla bilimsel literatürde yer almıştır. Antropafaji, Yunanca ‘anthropos’ (insan) ve ‘phagein’ (yemek) kelimelerinden oluşmakta ve ‘insan yiyicilik’ olarak dilimize çevrilmektedir. ‘Cannibale’ kelimesiyse Amerika kıtasının keşfinin ardından kıta yerlilerinin bazen ‘gözüpek’ bazen de ‘vahşet’ ya da ‘barbarlık’ anlamında kullandıkları ‘Caniba’ kelimesinden türeyerek Avrupa dillerine geçmiştir.

Günümüzde yapılan kazılar sonucunda yamyamlığın insanlık tarihi kadar eski olduğu ortaya çıkmıştır. Belçika’nın Goyet Mağaraları’nda 40 bin yıl öncesi Neandertallere ait dört yetişkin ve bir yeni doğan bebeğin kemiklerinde yer alan kesik ve kırma izleri, kanibalizmin en eski kanıtları olarak kabul edilmektedir. İngiltere’nin Gough Mağarası’ndaysa 14 bin 700 yıl öncesine ait insan kemiklerinin kırıldıktan sonra yumuşak dokuların itinalı biçimde sıyrıldığı, ilik ve yağının boşaltılarak kemirildiği ortaya çıkarılmıştır. Mağarada tarihin bilinen en eski kafatası kapları da bulunmuştur. İnsan kemiklerine işlenmiş zikzaklı kesikler, mağarada yaşamış olan insan grubunun açlık yerine ritüel amaçlı yamyamlığa başvurdukları düşünülmektedir.

 

Cannibalism: A Perfectly Natural History’ adlı kitabın yazarı ve biyoloji profesörü olan Bill Schutt, insan parçaları yemenin her zaman şiddet ve katliam içermediğini belirtmektedir. Bunun en belirgin örneği olarak yeni doğum yapmış bir annenin, hamilelik ve doğum sürecinde kaybettiği besinleri geri alabilmesi için doğum ardından kendi plasentasını (pişirerek ya da kuru ekstrakt halinde) tüketmesini örnek göstermektedir. Doğada memeli canlıların bu davranışı sıklıkla aynı sebepten içgüdüsel olarak gerçekleştirdikleri bilinmektedir.

 

İnsan yemenin bir beslenme şekli mi yoksa bir çeşit güç gösterisi mi olduğu her dönem merak konusu olmuştur. Antropologlar, insan yeme pratiğinin sebeplerini üçe ayırmışlardır. Bunlardan birincisi, yaşamı tehdit eden açlık karşısında insan eti yemedir. İkincisi, hakkında fazla kanıt olmasa da insan etinin özel ve kıymetli bir besin olduğudur. Üçüncüsüyse, insan yemenin animistik ritüeller esnasında ölünün güçlerine (ölen bir akraba ya da öldürülen bir düşman) sahip olma amacıyla yapıldığıdır. Uzmanlara göre, eski dönemlerde ölümün bedeni fiziki ve ruhsal açıdan temizlediğine ve ölü bedenin sadece iyi nitelikleri içinde taşıdığına inanılmıştır. Bir dostu yeme eylemi (endo- kanibalizm), onu kutsama, yiyen yakının bedenine ölen kişiyi alarak öleni yaşatma arzusu taşımaktadır. Düşmanı yeme eylemiyse (ekzo-kanibalizm), ölen kişinin fiziki ve ruhsal gücüne sahip olmak, düşmana korku salmak ve intikam almak için uygulanmıştır.

 

Kanibalizmin tarih öncesi toplumlar ve ilkel kabilelerin dışında çeşitli dönemlerde ve toplumlarda yaşandığını gözlemlemek mümkündür. Örneğin, İslam tarihinde yer alan Bedir Savaşı’nda babasını, amcasını ve kardeşini kaybeden ‘ciğer yiyen kadın’ olarak anılan Hind’in Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza’yı kölesine öldürtüp ciğerini yediği bilinmektedir. Amerika’nın keşfi ardından bölgede yaşayan yamyamlar sadece Amerikan yerlileri olmamıştır. İlk yerleşim yerlerinden biri olan Jamestown’da İngiliz koloniciler, açlıktan birbirlerini yemişlerdir. Osmanlı topraklarında 16. yüzyılda, Celali İsyanları’yla mücadele ve toprak reformunun gerçekleştirilememesi halkın kıtlıkla karşı karşıya kalmasına neden olmuş, Sivas civarında bölgeyi terk etmeyenler birbirlerini yeme noktasına gelmişlerdir. Şemseddin Sivasi’nin Necmü’l hüdâ menâkib iş-şeyh şems-id-dîn eb-is-senâ’ adlı eserinde, çocukların boğazlanıp yemeye başlandığı anlatılmaktadır. 1920’li ve 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği’nde yaşanan kıtlık milyonlarca insanın hayatta kalabilmek için diğer insanları yemek zorunda kaldığı bir dönem olmuştur.

1990’lardan günümüze Kuzey Kore’de açlık sınırının altında yaşamak zorunda kalan onlarca yoksul insanın kıtlıktan dolayı insan eti yediklerini yaşayan tanıklardan duymak mümkündür. Dünya üzerinde birçok yerde insan eti yenmiş, bedenin parçaları ve kanı ilaç yahut büyü amaçlı kullanılmıştır. Günümüzde de bu durum devam etmektedir. Hindistan’da Hindularca kutsal sayılan Aghori Keşişleri, iyi ve kötü olanın aslında aynı güçten geldiğine dolayısıyla normlaşan ahlak kurallarının birer yanılsama olduğuna inanmaktadırlar. Dünyanın fani gerçekliğini reddeden keşişler, Ganj Nehri’nin kenarına yakılmak için getirilen ölülerin beden parçalarını bu inançlarını güçlendirmek için yemektedirler.

 

Kongo Cumhuriyeti’nde yaşayan militarist güçlerse, düşmanlarına korku salmak ve intikam için onları yemektedirler. Çin kültüründe, ilk doğacak çocuğa ait fetüsün yaşam enerjisinin yüksek olduğuna inanılmış ve bu bedenler insanlarca tüketilmiştir. Günümüzde yasa dışı yollarla bu geleneğin bir biçimde devam ettiğini şaşkınlık verici haberlerden öğrenmekteyiz. Afrika’nın birçok bölgesinde albino insanların büyülüğü olduğuna inanılmak ve saldırıya uğrayan albinoların beden parçaları karaborsada satılmaktadır.

Kamboçya’da 1970’lerde askerlerin kıtlıktan birbirlerini ve düşman askeri yemek zorunda kaldıkları da bilinmektedir. 1972 yılında And Dağları’nda yaşanmış bir uçak kazası sonucunda mahsur kalan Brezilyalı ragbi takımının açlıkla mücadele etmek için ölmüş diğer uçak yolcularını yediklerini ‘Alive: The Story of the Andes Survivors (1974)’ adlı kitaptan okuyanlarınız vardır belki.

İnanç ve kıtlık durumlarının dışında bir konuma sahip modern zaman yamyamlarıysa insan ruhunun karanlık yönlerini ortaya koymuşlardır. Sigmund Freud’un öncüsü olduğu psikoseksüel kişilik kuramına göre ‘insan eti’ yeme ölüyü yiyen kişinin ölen kişiyle psikolojik bir özdeşleşme arzusudur. Freud’a göre, İnsan eti yeme esnasında bir kişinin bedeninden parçalar ve uzuvlar yenirken, yenilen kişinin sahip olduğu özelliklere de sahip olunacağı düşünülür”. Freudyen bakış açısından kanibalizm, bilinçaltının en derin ve ilkel dürtülerinden biridir ve fakat insanların genellikle insan yememeyi sağlayan dürtülerinin daha baskın olduğu görülmektedir. İnsanın kendini türü için bir gıda olarak düşünmesi rahatsız edicidir dolayısıyla da tabu olması şaşırtıcı değildir. Tersi bir tutumda, eylemi hayal eden ya da gerçekleştiren bireyin hastalıklı bir psikolojisinin olduğu belirtilmektedir. En tanınmış vakalar arasında nekrofili seri katil ve kanibal Amerikalı Jeffrey Dahmer, Amerikalı pedofili ve kanibal olan seri katil Albert Fish, işlediği 53 cinayetin ardından kurbanlarını yiyen Rus seri katil Andrei Chikatilo, yakın zamanlara ait kriminal vakalar arasındaysa Alman kanibal Armin Meiwes ve Japon kanibal Issei Sagawa’yı örnek vermek mümkündür. Uzmanlara göre, anti-sosyal kişilik bozukluğuna sahip bu katillerin çoğu çocukluk dönemlerinden itibaren yoğun bir yalnızlık duygusuyla büyümüşlerdir. Toplumdan ve sosyal bir arkadaş çevresinden izole yetişen, içe dönük bu bireyler zamanla içlerindeki boşluğu doldurmak için öldürdükleri kurbanları yiyerek bir anlamda bu duygunun üstesinden gelmeye çalışmaktadırlar. Kimsenin cesaret edemeyeceği bu eylem biçimi katillerin kendilerini aynı zamanda güçlü hissetmelerini de sağlamaktadır. Eylemleri esnasında beyinlerinde zevk merkezlerini harekete geçiren öforik bir ruh hali yaşamaktadırlar. Yaşadıkları heyecan, içsel anlamda yaşadıkları derin boşluk duygusunu kısa sürelide olsa etkisiz bırakmaktadır.

Sosyolog Eli Sagan’a göre, emzirme döneminde anneden ayrılmak zorunda bırakılan yeni doğan, yüksek bir anksiyeteyi ve anneyi adeta yutmaya yönelik dürtüsel bir zorlanmayı aynı anda yaşarlar. Yetişkinlik döneminde bu bireyler çeşitli travmaların da etkisiyle erken döneme ait bahsi geçen durumların bilinçdışı uyanışıyla insan tüketme/yeme eylemini gerçekleştiriyor olabilirler. Bu saplantılara sahip bir erkek için bilinçsizce diğer tüm kadınlar ‘anne’ modelinin bir tezahürü olarak görülmeye başlanıp bilinçaltının bastırdığı ‘öfke ve hayal kırıklığına psikolojik bir yanıt olarak’ cinayet ve yamyamlığın aşırı durumlarda ortaya çıkması mümkün olabilir.

Kanibalizmin ruhsal açıdan farklı boyutlarda ele alınması mümkündür.  Saptanan vaka sayısı çok az olmasına rağmen kişinin ‘kendi kendini yeme eylemi’ olarak tanımlanan ‘autosarcophagy’  (otokanibalizm) bunlardan biridir. Akut ya da kronik seyredebilen ve kendine zarar verme biçimi olarak değerlendirilen saplantılı bu davranışın altında kendine yabancılaşma, suçluluk, reddedilme, sanrılar, cinsel saplantılar ve karmaşık duygu durum bozukluklarının yarattığı içsel gerilimden kurtulma çabası olduğu düşünülmektedir. Kişinin bir başkası tarafından yenilmeyi arzuladığı ‘vorarephilia’ adı verilen saplantıysa cinsel kanibalizm adı verilen bir başlık altında ele alınmaktadır. Kurbanlar kendilerinin canlı canlı yenilmesi hakkında hazza yönelik şiddetle örüntülü fantezilere sahiptirler.

Kanibalizm hakkında bilinmesi gereken önemli konulardan biri de sebep olduğu patolojik rahatsızlıklardır. Bu rahatsızlıkların başında enfekte olmuş bir beyni yiyerek ya da enfekte dokuya temasla bulaşabilen ‘Kuru Hastalığı’ vardır. Yürüme, çiğneme, yutma zorluklarının yanı sıra el, kol ve bacakların şiddetli titremeleriyle sürecin devam ettiği ve bu uzuvları kullanmakta kişinin giderek zorlandığı tespit edilmiştir. Birkaç yıl içerisinde sıklıkla ölümle sonuçlanmaktadır. Bunun yanı sıra kanibalizm sonucunda ‘Creutzfeldt-Jakob Hastalığı’ gibi beynin yapısını bozan aprion hastalıkları, HIV, ebola ve hepatit gibi hastalıklarında yamyam bireylere bulaşması mümkündür.

Kültür tarihinde tabulaşan bu konunun toplum tarafından farklı biçimlerde normalleştirildiğini görmek dikkatli gözlerden kaçmayacaktır. Örneğin, sözlü ve yazılı gelenekte yer alan çocuk masallarından biri olan ‘Haensel ve Gretel’de insan yemenin açık biçimde işlendiğini görürüz. Masalda önemli bir motif olan kötü cadı, küçük şirin çocukları şekerlemelerden inşa ettiği evine çeker, onları yakalar ve ardından şişmanlatarak afiyetle yer. ‘Jack ve Fasulye Sırığı’ adlı diğer bir çocuk masalında da başkahramanımız Jack, büyülü fasulyeleri ekerek gökyüzüne doğru altın aramak için devlerin şatosuna tırmandığında, ev sahibi devlerin insan yediğini ve kendisinin de tehlikede olduğunu anlar.

Patrick Süskind’in sinemaya da uyarlanmış “Koku (1985)” adlı romanında başkarakterin saplantıları, okuyuculara oldukça romantik ve heyecan verici biçimde betimlenmiştir. Kült sinema filmi ‘Cannibal Holocaust (1980)’ da izleyenlere ilkel olarak adlandırılan toplulukların mı yoksa modern toplumun mu daha korkunç olduğunu sorgulatmasıyla akıllara kazınmıştır. ‘Kuzuların Sessizliği (1988)’ adlı kurgu romanın ilginç karakteri Dr. Hannibal da günümüzde popülerliğini sürdürmektedir. İnsan yiyen ölü insanlar yani ‘zombiler’ popüler kültürde yerlerini çoktan garantilediler. Popüler kültürün pazarlanma yöntemlerinden olan şaşkınlık yaratma ve olağanı radikalleştirme pratikleri kanibalizmi de  motif olarak sıkça kullanlmaktadırlar.

Teorisyen ve antropolog Morgan Lewis Hery’e göre, kanibalizm hemen her dönem birçok toplum tarafından gerçekleştirilmiş bir eylemdir. Kısacası, sadece barbar toplumlara ya da ilkel kabilelere has bir pratik değil, toplum tarihinin de bir parçasıdır.

3 Yorum

Cevap Yazın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sünnetin Tarihçesi, Zararları ve Kökenine Dair Teoriler

10 Soruda Kendine Giden Yolu Keşfet