“Oğlum öldü. Ben yaşıyorum. Demek ki köpek benim…”
On yıl önce bir öykü yazmıştım. Öykünün adı “Yaralım” idi. Geçen gün “Tarihsiz İmzasız” filmini izleyince ilk on dakika bir heyecana kapıldım. Öyküm senaryolaşmış işte seyrediyordum. Sonra yollarımız ayrıldı çünkü ben öykümde komediyi seçmiştim filmin trajik bir senaryosu vardı.
Yine de bu ilk on dakika için dünyanın bilmediğin bir köşesinde birileriyle (Ali Zarnegar, Vahid Jalilvand) benzer başlangıçlar düşünmüş olmak güzeldi.
Son zamanlarda izlediğim hikâyesi en güçlü filmlerden biri “Tarihsiz, İmzasız”, insanı vicdanı ile baş başa bırakıyor; o görünmez şeyle. Sanırım her filmin öyküsüne göre oluşuyor görüntüleri. Ya da görüntülerden öyküsü… Bazen yönetmenler bize görüntü ile dolaysız bir hikâye anlatmak istiyor, bazen de düşünsel yoğunluğun ağırlığı altında görüntüler bir araca dönüşüyor. Bu filmde de öyle…
Bir doktor nöbete giderken bir motora çarpıyor. Motorda iki çocuklu bir aile var. Motor hafif hasarlı. Sekiz yaşındaki çocuk da hafif etkilenmiş görünüyor. Çocuğun babasına para veriyor doktor ve hastaneye gitmelerini söylüyor. Polisi aramıyor. Arabasının sigortası geçmiş. Sonrasında işler hiç de öyle gelişmiyor. Çocuk ertesi gün ölü olarak çarpan doktorun çalıştığı hastaneye getiriliyor. Doktorun otopsiye girmesi gerek ama giremiyor. Otopside çocuğun yoksul babanın ucuz diye aldığı tavuktan zehirlendiği ortaya çıkıyor. Baba tavuğu satan yere gidiyor ve ona tavuk leşini satan adamı öldürüyor.
“Bu insanlar için değil. Sen bize çöp sattın. Köpeklerin yiyeceği şeyi bize sattın. Oğlum öldü. Ben yaşıyorum. Demek ki köpek benim…”
Baba cezaevine düşüyor. Doktor gidip baba ile konuşuyor. Çocuğun kazadan ölmüş olabileceğini ve yeniden otopsi yapmak istediğini söylüyor. Çocuk mezardan çıkarılıyor. Tek başına yeniden otopsi yapıyor ve mahkemeye çıkarılıyor ve otopsi sonucunda çocuğun kazadan öldüğünü belirtiyor.
Filmin sonunda gerçeğin ne olduğu bizim için müphem. Belki de doktor acılı babayı suçlunun kendisi olduğunu, çocuğun aldığı bozuk tavuktan değil, kazadan öldüğünü söyleyerek avutmak istiyor. Bir yandan da kendi vicdanını birazcık olsun rahatlatmak…
Bir gün önce konuştuğunuz biriyle ertesi gün ölmüş biri olarak karşılaşmanız çok güç bir şey. Hastane çalışanları için bu mesafe daha da kısalır kimi zaman. Beş dakika önce tanıştığı birinin artık burada olmadığına şahit olurlar.
Çarpışma, kaza, sosyal sınıflar arasındaki farklılıkları en iyi ortaya saçan çok güçlü araç olmuştur çoğu zaman sinemada. Dıştan içe, kabadan inceye, ayrıntıya iyi bir geçiş aracı. Sıradan bir kaza insan ruhunun derinliğine doğru, toplum içinde yaşayıp giderken hiç birbirine değmeyecek dediğimiz insanları bir araya getirerek buluşturarak aynı zamanda bir hesaplaşma alanı oluşturuyor.
Hastandan sorumlusun. Genel olarak hayattaki temel yanlışımız da bu değil mi? Kendi kabuğumuza çekilmek, ötekini gözümüzün görmemesi. Aslında birbirimize göz kulak olmamız gerekiyorken… Kâğıt toplamak için her gün saat sekizde çöpü karıştıran sekiz yaşındaki çocuktan hepimiz sorumluyuz. İlle bir kaza ile ona çarpmamız gerekmiyor. Yoksulluk yüzünden yediği bozuk tavuk ya da arabamızla ona çarpmamız da olsa ölüm nedeni, sonuçta ikisi de aynı şey.
“Gülünden sorumlusun”, diyor ya Küçük Prens. Hastandan sorumlusun. Sana hasta oluncaya kadar gelmeden önceki halinden de sorumlusun… Salgın nedeniyle bunu daha çok hissettiğimiz şu günlerde olduğu gibi.
Babanın oğlunun cenazesinden sonra duvar boşluğunda ağladığı sahneyi sanırım herkes gözyaşları içinde izlemiştir. Birini kaybetmiş olmanın ne demek olduğunu çok iyi anlatan bir sahne. Bergman’ın “Fanny ve Alexandır” filminde eşini kaybeden annenin de böyle bir sahnesi var. Dayanılacak gibi değil.
Filmde oyuncu seçimi ve oyunculuk çok iyi. Zor bir konu, güzel ve sürükleyici işlenmiş.