Bilimsel bir açıklaması olmasa bile, herkesin bildiği gibi kötü şeylerin, aşırı sinirlenmiş ağır siklet bir boksörün arzulu yumrukları gibi peş peşe gelmek gibi bir huyu vardır. Havlu atmayı düşünmenize zaman bile tanınmaz, önce bir aparkat, sonra bir kroşe; şanslıysanız yere düşersiniz, değilseniz belki bir aparkat daha…
Eğer aptal bir ihtiyatsızlıkla motorsiklet sürmenin de bisiklet sürmek kadar kolay olduğunu düşünmeseydim, son iki aydır başıma gelen felaketler zincirinin diğer halkaları gerçekleşmeyebilir miydi bilmiyorum, zamanın doğası gereği öğrenmem de imkansız.
Oysa her şey, günlüğüme “her şey çok iyi gidiyor, sanırım kötü bir şeyler olacak” yazdıracak kadar iyi gidiyordu. Uzun bir aradan sonra düzenli bir iş bulmuş bir aydır çalışıyordum, artık kiramı ödeyebilecektim, alkolü bırakmış, brokoli falan yemeye başlamıştım ve belki inanmazsınız ama sabahları işe gitmeden yoga bile yapıyordum. İnsan karmik borçlarının hepsini bir kalemde ödemeye çalışmamalı belki de…
Saatte 50 kilometre hızla giden külüstür bir Kawasaki’nin üzerinden uçup Suadiye Caddesi’nin hırpani asfaltına gömüldüğümde, Sincan Vergi Dairesi’nde bazı memurların öğrenim kredisi borcum yüzünden banka kartımı içindeki eser miktardaki paramla beraber bloke etmekte olduklarını nereden bilebilirdim ki?
Açık konuşmak gerekirse, hiçbir zaman param, sağlık sigortam, düzenli bir işim, menkullerim, gayri menkullerim, hisse senetlerim, bonolarım veya hazine tahvillim olmadı. Sadece bir kez dolar biriktirmeye karar verip hepi topu 30 dolar biriktirebilmiştim, dahası yok. Hayat politikam günü kurtarmak üzere kuruludur. İşte tam da bu yüzden, vergi kırbacı en son benim zavallı, benim kemikleri sayılan sırtımda şaklar diye düşünüyordum, hem de pandemi dönemindeydik, başka bir baharda bekliyordum böylesi bir acımasızlığı…
Hem başka devletler bırakın bu dönemde vergi borcu yüzünden banka kartlarına haciz getirmeyi, yurttaşlarına yardım ediyor, borçları öteliyor falandı değil mi? Kendimi bu kadar güvende hissederek yanlış mı düşünmüşüm sizce? Nereden bilebilirdim içinde son 427 lira kalmış olan kartımı aç timsahlar gibi haczedeceklerini. Hem de Mehmet Cengiz’in bilmem kaç yüz milyon liralık vergi borcunu affettikleri haberini yeni okumuştum, o da kendine yeni bir jet almış filan… Tedirgin olmama gerek yok sanmıştım. Yanılmışım.
Kaza anını tam olarak hatırlamıyorum ancak olanca absürtlüğü içinde biraz da komiklik içeriyor olmalı ki; motorun tekerlekleri yerde boşa dönerken ve motor duman solumaya devam ederken, başımda toplaşmaya başlayanların endişeli gözleriyle tezatlık barındıran müstehzi gülümsemelerini seçebiliyordum. Kazanın gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğunu anladığımda en hasarsız düşüşü ayarlayabilmek için beynim ışık hızıyla işlemler yaparken boynumu ya da omuriliğimi kırmamak için seçtiğim düşüş tarzı için bir miktar akrobatlık yapmış olabilirim. Muhtemelen o utangaç gülümsemelerin de sebebi buydu. Lafı uzatmayım, kaza sonrası Dışkapı Acil’e götürülürken, bir yerlerimde kırık olmaması için dua ediyordum.
Daha önce de söylemiştim, felaketler gelmeye karar verdilerse geleceklerdir. Çekilen röntgenlerin sonucunda sol ayağımda birkaç kırık olduğu olduğu ortaya çıktığında, gözlerimin önünde beliren film şeridinde brokoli salataları, aldığım haftalıkların cebimde yarattığı sıcaklık, üzerime pek de yakışmayan bir paralı özgüveniyle 32’lik tuvalet kağıdı alışım, bitki çayları ve mal bulmuş mağribi gibi ilk haftalıklarımla verdiğim kitap siparişleri geliyordu. Ve hatta ev sahibine artık iş bulduğumu söylediğimde yüzüne yerleşen samimi mutluluk ifadesi, en çok da o görüntü geliyordu aklıma. Serum yerken, ördeğe işerken, yeni bir röntgene götürülürken, alçı yapılırken ve binbir türlü kaza sonucu acile doluşmuş insanları izlerken hep aklımda ev sahibimin o tatlı ve yumuşak gülümsemesi… Ancak belirsizlik ve gerginlik ikimizi de tekrar kuşatacaktı.
Bacağım boydan boya alçıya alınmış ve korkunç acılar içinde kıvranır halde evime götürülüp yatağıma bırakıldığımda, sadece ve sadece yatağa bağlı kalacağım bir ay boyunca ne yeyip ne içeceğimi düşünüyordum. Zira hesabımda son 427 liram kalmıştı ve patron bu korkunç kazadan sonra çalışmadığım süre içerisinde bana ödeme yapamayacağını açık ve acımasız bir dille söylemişti. Henüz son 427 lirama Sincan Vergi Dairesi’nin el koyduğundan haberim yoktu. Erik Satie’nin kalbe hançer sokan bestesi yetersiz bakiye uyarısı alınmadan önce hayatımın arka fonunda çalmaya başlamamıştı.
Hesabımdaki paraya ne olduğunu sormak için büyük bir hışımla bankayı aradım, hesabımın Sincan Vergi Dairesi tarafından bloke edildiğini söylediler. Zavallı paracıklarıma pandeminin en yoğun olduğu dönemde, halkın işsizlikten kırıldığı bir dönemde haciz koymuşlardı. Cengiz, Limak, Kolin ve Kalyon’un milyarlarca liralık vergi borçları affedilirken, sigortası ve işi bile olmayan birinin hesabındaki dört yüz yirmi yedi liraya el koymuşlardı. Öfkeyle vergi dairesini aradım, bitmek bilmeyen yasal prosedürler ve diğer zırvalıklar içeren konuşmalarından anladığım kadarıyla öğrenim kredisi borcu yüzünden bloke konulmuştu hesabıma. O zavallı hesapta hiçbir zaman dört haneli bir para olmadı dedim telefonu kapatırken.
Sonra başka felaketler izledi bunu, koltuk değneğim olmadığı için (bir arkadaşım elindeki fazla koltuk değneğini getirmeye üşenmişti) tuvalete gitmek tam bir işkenceye dönüşmüştü, üzerine bir de kanlı ishale yakalanınca durumum iyice dramatikleşti, bunu hemoroid krizleri takip etti. Eğer ayağınız kırıldıysa ve sargıdaysa ya Arka Pencere’deki karakter gibi elinize bir dürbün alıp komşularınızı röntgenlersiniz ya da televizyonda zap yaparsınız. Belki de dürbünüm olmadığı için kanallar arasında dolaşırken sürekli Tayyip Erdoğan’a rastlıyordum, normal zamanlarda pek televizyon izlemediğim için onun televizyonlarda bu kadar meşhur olduğunu bilmiyordum. Her an bir yerlerden karşıma çıkıyordu, kanal değiştirmek falan da çare olmuyordu zira tüm kanallarda aniden karşınıza çıkabiliyordu. Aniden, birdenbire, durmaksızın ve hep… Ekonomimizin çok iyi olduğundan, büyüme rakamlarından falan bahsediyordu… Sigortası ve işi olmayan birinin, hem de pandemi döneminde 427 lirasını kredi borcu yüzünden haczetmelerinden bahsedecek hali yoktu ya! Neyse ki televizyonu kapatmak henüz yasaklanmış değil.
Durumu dramatize ediyor falan değilim, ayağımdaki alçının çıkarılıp çıkarılmayacağına karar vermesi için doktorun verdiği rutin kontrole bile gidemedim taksi param olmadığı için! Neden çünkü devlet kartımdaki parayı bloke etmişti! Felaketler bitti mi peki? Hayır! Dişlerimden birinde aniden beliren apse tüm yüzümün şişmesine yol açtı, gözlerimin önünü göremiyor ve ağzımı açıp konuşamıyordum. Tam da bu yeni felaketin içinde debelenirken bu kez ev sahibim aradı ve kirayı daha fazla aksatırsam tebligat göndereceğini söyledi, boğuk bir sesle ümit vermeye çalıştımsa da telefonumu yüzüme kapadı. Antibiyotik alabilmek için bir yerlerden borç buldum, alçımı kendim çıkardım, yavaş yavaş aksayarak yürümeye başladım, yüzümdeki şişlikler iniyor, hemoroid daha az ızdırap vermeye başladı… Borçlarımı nasıl ödeyebileceğimi bilmesem de yapılandırdım, kartımdaki bloke kalktı ama içindeki paraya çökmüşler.
“İnsanın Anlam Arayışı” devam ediyor, sonsuzlukta bir yerlerde saniyede 630 km hızla hareket eden ve bir kara delik tarafından yutulmakta olan sarmal bir galakside ölümlü bir maymun olarak yeni bir iş bulana kadar son umudum, askerde onca gürültünün içerisinde Savaş ve Barış’ı bitirmeyi başarmış kendine özgü tuhaflığını garip bir bonkörlükle taçlandırmış arkadaşım. Yine de bu başka bir yazının konusu şimdilik hoşça kalın.
çok geçmiş olsun
Kıymetli Dostum Merhaba
Tam bir kabus okudum. Umarım kabusdur. Değilse belki de sistem böyle güzel bir yazı yazdırmak ve benim gibileri halinden işkayet etmemesi için bütün bunları başınıza getirmiştir. Durum nasıl? Yazarsanız sevinirim. Yani iyiye doğru gitmişse sevinirim…
kendini küçük bir kore peluşu sanıp oto yollara fırlaman kimsenin suçu değil.
Of bee. Karmik tortu demişken, ancak olanları kucaklayarak başarabildiğim kendi yaşamım geliyor aklıma. Harika çok akıcı bir anlatımdı bu. Elinize sağlık. T.Sonalp.