in

Sokak Lambasındaki Sinek

Saat 07.35

Oturma odasının penceresinden, dışarıya bakıyorum. On beş dakika önce; aynı pencereden bakmış olsaydım, yatak odasının penceresinden bakıyor olacaktım. Yaklaşık yirmi beş dakika sonra; elimde kahve ile aynı pencereden baktığımda, mutfak penceresinden bakıyor olacağım.

Saat 08.00

Mutfak penceremden, dışarıya bakıyorum. Kahve ile biraz daha sahiplendim sanki günü; dışarıda insanlar, dünden alınmış veresiye adımlarla; yürümeyi düşünüp koşuyorlarken, uzunca zaman yapamadığım bir şeyi yapmak istedim. Seslerini duymak; ahşapları rutubetle kendini kemirmiş pencereyi açtım. Dışarıdaki seslerin, içeriye uzanmasıyla; bir artı sıfırın, tekil yalnızlık kokusu, kendini dışarıya attı.

Saat 08.00’den sonraki saatler

İnsanlar, yarına kalamayacak kadar önemli işlerinin telaşıyla; çaysız simide talip olacak kadar, dudaklarında tebessümün kurumasını bekletemeyecek kadar, gün sonlarına ulaşmaya gidiyorlardı. Bu zaman savurganlığı arasından sıyrılmış adımlarla, karşı kaldırımdan madam geliyordu. Bir saniyeyi bir dakika olarak yaşayan bakışlarıyla, sakin gülümsemesiyle, üzerinde şapkacı Katia yazan kapıya doğru yürüyorken; komşusu terzi Rüstem’e ‘‘Bonjour’’ dedi.

Gri tüllerin arasından, içeriye çekildim. Üzerime sarı bir elbise geçirip, masa üzerindeki son vişne reçelini, çantama atıp dışarıya çıktım. Bahçe kapısından çıktığımda, göz ucuyla sokak lambasına baktım. Düz şekilde yürüyüp; Rüstem abinin dükkanına yöneldim, elindeki sabunla eski usül kumaş çiziyordu, içeriye girdim.

Yarım ağız günaydınıma; sigara mirası kalın sesiyle karşılık verdi. Masanın üzerindeki süslenmiş paketleri, alıp çıktım. Sonrasında yan tarafa madamın yanına geçtim. Elindeki iplikleri rafa diziyordu. Beni görünce, sahiplenmiş olduğu telaşsız tavrıyla; iç odaya geçti. Elinde yasemin motifi işlenmiş şapkayla geri döndü. ‘‘Olmuş mu? Küçük hanım’’ mükemmel madam deyip, şapkayı kutuya koymasına yardımcı oldum.

Ülkenin en kalabalık şehrinin, en kalabalık sokağında; sokak şarkıcılarının tuttukları ritim dalgasıyla, sandaletimin küçük parmağımı maffetmesini, duymazdan gelip yürüdüm. Füsun’un kaldığı apartmana yaklaştıkça; kilometreye düşen insan sayısı azalmaya başlamıştı. Dairenin zilini çaldığım sırada, kapıdan uzun boylu sarışın bir kadın çıktı. Sesinin telefondaki kişiye, erkek olarak geçtiğini fark etmeyecek kadar sinirli, sonradan aldığı cinsiyetini unutacak kadar öfkeli şekilde yanımdan geçti.

Asansör daire sekizin karşısında durduğunda; derinlerdeki Füsun’un sesiyle karşılandım. ‘‘Didem Mutfaktayım’’ sandaletlerden kurtulup; kırmızıdan turuncuya geçmiş, üzerinde sohbetlerimizin kahve izleri kalmış, koltuğa bıraktım elimdekileri…

Mutfağa girdiğimde; iki öğüne yayılmış kahvaltının, masa üzerindeki kalabalık seyriyle; dona kaldım. Yahu ikimiz dışında biri mi gelecek? ‘‘Aşk olsun didem, hep böyle hazırlamaz mıyım ?’’ Füsun’un abarttığını vurgulamak isterken, una bulanmış pijamalarıyla savunmaya geçmesine kahkaha atıp, hadi gerisini yolluk yaparsın dedim.

Füsun gülümsemesi dudağında asılı kalmış şekilde; ‘‘Didem gerçekten gidecek misin?’’. Sessiz bir dakikanın ardından; gelin hanım, hadi çayları koy artık öğlen oldu, diyerek cevabımı birkaç saat sonraya aldım.

Suskunluk temalı kahvaltıdan sonra; Füsun koltuk üstündeki gelinliğini giymeye hazırlanıyorken, sevdiği şekilde köpüklü acı kahve yapmaya başlamıştım. İçeri girdiğimde acele ile kurutulmuş küt saçlarının karmaşıklığı arasından; parlayan turkuaz benekli gözleriyle, ince orantılı bedeni saran düz gelinliği ve başına takınca kokusu gelecek gibi duran yasemin motifli şapkasıyla; benim için en güzel gelin olmuştu. Üzerini değiştirip kahvesini aldı. Yan bakışıyla o tekrar sormadan; zamanı gelen cevaba hazırdım.

Füsun; bilirsin bu şehir için geleneksel olmuş iki kelime vardır. Yaşanmaz’cılar ve bu şehir Cennet’çiler. Bu iki grubun; her iki tarafında da yer aldığım oldu. Kaktüs çiçeği de pembeler giyinir zamanla, ama hep dikenleri olduğu için uzaktan daha güzel gelir insana; belki ulaşılmazlığından. Bu şehrin on yedi yıldır, pembe çiçeklerine baktım füsun; ama taşralı yüreğim, hep dikenleriyle kanadı durdu. En iyi üniversitelerin birinde okuyup, en iyi pozisyonlu işlerde çalışırken; pembe rengi o kadar güzel uçuştu ki ben diye tanımladığım ne varsa bunlar oldu. Ben bu koca şehirde; büyük paralar sayan küçük insanlardan oldum. Beyaz yakaların başında; stiletto seslerimi duyamayacak kadar sağır oldum. Saçlarımın ucunda bitmez kadınlığım deyip; saçlarımın ucunu kulak hizamla kavuşturdum.

Kendimden başka kimse istemedi bunları; yarattığım dünyada çürük kokumu almam, belki de geç oldu. On gün önce; 16 Ağustos da tüm iş yeri doğum günümü kutlarken, ekibimden bir kızın ağladığını gördüm. Bir süre sonra herkes; otuz dört yaşımın bende büyük durduğunu söyleyen, yalancı seslerini kestikten sonra, kızın yanına gittim. Adının Ayşin olduğunu; yaka kartından bakıp neyi olduğunu sordum. Ekibimde herkes iyi olmalı bu profesyonel bakış tabii ki; ruhsal durumlar dış hayatta bırakılmalı. Bir genç kadının olmadık saatte ağlaması; gönül işi dışında ne olabilir ki? Tabii ki fırça atmak için gitmiştim yanına, profesyonel refleks dediklerinden.

Didem hanım ‘‘Bir müşterimiz vardı, üç defa o konuda sizi rahatsız etmiştim’’. Evine icra konan kadın mı? Dememle ağlamaya başladı. ‘‘Evet’’ dedi, ağlamasına karışan hıçkırık sesleriyle; ‘‘Bugün uyarı ikazı için aradığımda; geçirdiği kalp krizi sonucu vefat ettiğini öğrendim’’. Sırtımdan soğuk bir ter yol yapıp kalçama inerken; yutkunamadım. İnsan tanımadığı insanların ölümüne kulak kabartıp of püf yaparken; derinden hissetmek zor zanaat gelen, insancıl bir durumdur. Belki o kadın son çare olarak odama geldiğinde, o kadar ağladığını görmesem ‘‘ Üç çocuk okutuyorum, bir yolunu bulun lütfen’’ sesine karşılık; yapabileceğim bir şey yok sonuçta bilerek imza attınız. Sözlerini söylememiş olsam, bu kadar tezat insancıl olur muydum? Ve okuttuğu o üç çocuğun; kendi çocuğu olmadığı öğrendiğimde, kadının artık ölmüş olması gerçeği; iyi ki doğmuştum günü, yerini ne zaman ölmüştüm? Gününe bırakmıştı.

Füsun, küçük burnunun üstünden düşen gözyaşını; kurumuş dudağında ses yaparak ‘‘Didem senin suçun değil’’ dedi.  Krediyi veren ben değilim elbet, her beyaz yakalı gibi üstün verdiği yetkiler kadar, hayat çapım. İmzayı atması için yalan sözleşmeleri, hazırlayan da ben değilim. Ah evet bu söylediklerim; bana o gün iş yerinden çıkmama yetecek kadar umursamaz zaman verdi.

Füsun’un çaresiz bakışları altında; anlatmaya devam ettim. O günün akşamında evde; ışıklar kapalı dışarı izliyordum. Sokak lambasındaki sinek, ölmek ister gibi ışığa çarpıyordu. Biraz daha bakınca görülmek istediğini fark ettim. Biraz daha bakınca, ışıktan gittiği yeri görmediğini fark ettim. Sineğin cevap hakkı olsa geceyi mi suçlardı? Işığın parlaklığını mı? Peki orada ne işi vardı? İzlerken mideme bir bulantı yayıldı.

O sırada telefonum çaldı. Annem ‘‘Ne zaman geliyorsun?’’ bu sefer işler yoğun diyemedim, sustum konuşursam sesim kırılıp; ayaklarıma batar diye korktum. Kapattım telefonu bir şey diyemeden; o an mümkün olsa annemin rahmine dönmek isterdim. Küçükken okulda altıma kaçırdığım zaman ki gibi çaresiz ağlamaya başladım. O zaman da öğretmenimin suçuydu; izin vermemişti ve tutamamıştım. Bugün elimde olmayan hayat sebeplerine, en büyüyü eklenmişti. Ya da elimde olmadığına mı inanmıştım? Peki benim bu düzende ne işim vardı? Bu sefer ıslak olan kalbimdi.

Böyle bir gecenin sabahında; işe gidip bıraktım istifa mektubumu ve sırtımdaki kamburu; arkasından ev sahibine gidip ay sonu çıkacağımı söyledim. Madam ve Rüstem abiye gidip hem veda ettim, hem senin gelinliğin ve şapkanın son dokunuşlarını izledim. Sonra annemi aradım Eylül’de tamamen geliyorum dedim. Evet Füsun senin düğününden sonra gidiyorum. Bu şehirdeki iki gruptan; farklı bir grup daha var. Yorgunlar. Bu grup; İki gruba dahil olmuş ama ikisinde de yapamamışların grubu. Suskun kaldık.

İkimizinde konuşmak isteyeceği bir konu açtım; öğrencilik yıllarımız. Geçen on yedi yılın bütün hatıra sokaklarını, gezdikten sonra; geç olmuş deyip kalktım. Tekrar çıktım kalabalık sokağa, bu sefer sandalet küçük parmağımla uğraşmaktan vazgeçmişti. Evin önüne gelince, sokak lambasına bakmaya başladım. Ve o gece mırıldandığım sözler içimde tekrar dönmeye başlamıştı.

Bak bu ayın ortasına nasıl ayaz?

Aslına bakarsan Ağustos!

15 gün yaz, 15 güz ayaz

Her şeyin tam ortası…

Ah ARAF

Sokak lambasında bir sinek?

Ölmek mi istiyor?

Görülmek mi?

Dönmek mi?

7 Yorum

Cevap Yazın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Süt

Dünyayı Ayakta Tutan Kadınlara