in

Sıradışı Bir Kurgudan Kendi İçimize Yolculuk: Kaldırım

“Herkesin bir kasabası vardır.”

Gökhan Uykaz’ın ilk roman çalışması olan Kaldırım adlı eser, sizleri modern dünyanın gerçekliği üzerinden kurgulanmış fantastik bir yolculuğa çıkaracak. Dorlion yayınevinden Eylül 2021’de çıkan ilk baskıyla okurla buluşan kitap, okuyucuya yaşadığı çağın gerçekliğini ve kendisini sorgulatacak bir olay örgüsüne sahip.

Olay, bir memurun müdüründen aldığı “Kasabadaki kaldırım taşlarının sayılarak rapor edilmesi” görevi üzerine yola çıkmasıyla, memur için uzun ve bitmez bir serüvenle başlıyor. Olaylar esnasında zaman ve mekân sizi uzay boşluğundaymış gibi hissettirecek çünkü ikisinin de adeta sonu yok. Müdürün odasına ulaşması günlerini, kasabaya varması aylarını alan memurun macerası, kendisini sık sık hayretlere düşürecek olaylar silsilesiyle devam etmekte. “Kaldırım taşlarını saymaya gelen memur” sıfatıyla işini yapmak üzere tayin edilen görevli, kasabada muhatap olduğu herkes tarafından yıllar öncesinden geleceği bilinen bir kişi. Bu arada kasaba bir hayli ilginç: Başlangıç ve bitiş sınırı kimse tarafından bilinmiyor; bütün binalar, sokaklar birbirine benziyor; kasabada tek bir otel, hastane ve okul mevcut, gökyüzü her gün grinin farklı bir tonuyla beldeyi selamlıyor. Memur, kasabada geçirdiği süre zarfınca, kurumlara gidip geldikçe mesaide olan insanlar dışında başka hiçbir insan görmemektedir sokaklarda.

Çağımızın en korkunç salgını mesai kavramı olsa gerek. Çok az insan mesai saatleri dışında yapılacak onlarca başka “iş” olduğunun farkındadır. Zaman ve yaşam algısı sahip olduğu işte çalışmakla sınırlı olanların hayati fonksiyonları günden güne yok olur. Kitabı okurken aklıma sık sık Erich Scheurmann’ın “Göğü Delen Adam” adlı kitabı geliyor. Modern insanın çıplak bir gözle eleştirildiği bu kitapta; “İnsan o kadar çok ‘şey’e gereksinim duyar ki bu yüzden ‘şey’ yapmaktan dinlenmeye fırsat bulamaz” deniyordu. İnsanın bildiğini yapmak dışında hayata yabancılaşmasını konu edinen Kaldırım, genel olarak standart yaşama sahip olan insanların bu çerçevede hayata karşı duvarlar örmemesi gerektiğini anlatmakta. Bir diğer tema ise her iş için çalışan birilerinin olup aslında hiçbir işin olmaması.

“Aslında gerek de yok, hepsi sadece bulunması için… Başka amacı yok!”

Memurumuz, görevini icra etmek için “Kasaba Kaldırımlar Genel Müdürlüğüne” gidiyor. Bu süreçte okuyucu mutlaka kendi eylemlerini gözden geçirecek; yer yer güldüren, gerçekten de böyle dedirten günümüz realitesiyle karşılaşacak. Memur her birimde başını yoğunluktan kaldıramayan, tek kelimelik cevaplar veren, yüzleri hiç gülmeyen memur tiplemeleriyle karşı karşıya kalıyor. Bir cümlelik resmi yazı alabilmek için gittiği her yerde sayfalarca form doldurması gerektiği gerçeğiyle birlikte zorunlu prosedürler karşısında gereksiz uzatmalara oynuyor. “Biz sadece bize verilen emre göre hareket ediyoruz, biz işimizi yapıyoruz, yarın sabah tekrar gelin” gibi klişelerle muhatap oluyor. İşler yürümediği için bir süre sonra bunalıma giren görevli, kasabanın tek hastanesinin ilk hastası olarak buraya gittiğinde doktor tarafından bu gerçeklik yüzüne vuruluyor: “Kurumların olup olmamasına, nasıl çalışması gerektiğine karar verilir ve biz de bize verilen görevleri yaparız.”

Roman, günümüz insanının en önemli problemi olan yaşayamama sanatını konu edinirken mekân tasvirleriyle okuyucuyu bir bilimkurgu filminde gibi hissettirmekle birlikte asıl dünyanın çekilmez gerçeklerini ortaya koyuyor. Romanı ilginç ve sürükleyici kılan en önemli nokta da burası. Yazar, kendine özgü dili ve kalemiyle modern insanın bir nevi robotlaştığı temasını sanki farklı bir evrende anlatarak akıcılığı ve yalınlığı sağlamış.

Bu tektipleşmenin ve tekdüze yaşama sahip olmanın vücut bulmuş en belirgin karakteri bir rehber olarak karşımıza çıkmakta. Memur, resmi işlemler için elinden beklemek dışında bir şey gelmediğinden dolayı kendisine kasabayı gezmek için bir rehber belirlenmesini istediğinde kendisi için başka bir sergüzeşt başlıyor. Gelen rehber kadın; iş dışında tek kelime etmeyen, neredeyse mimik bile oynatmayan, sanki duygularından arınmış, etrafa boş gözerle bakan birisi. Kitapta patronların ve emirlerinin kutsal sayıldığı, sorgulanmadığı, kendileriyle iletişimin zor olduğu çalışma hayatında, insanın bu illegal düzene sessiz kalmaması gerektiği de vurgulanıyor. Rehberin “Neden sorgulamalıyım ki? Böyle olması gerektiği içindir.” sözleri de bu duruma bir gönderme. Burada kilit rol rehberin çocuğu olacak. Kasabanın tek okulunun tek öğrencisi. Zihni ve fikri yaşından daha gelişmiş olan bu çocuk bir süre sonra memuru adeta çileden çıkaracak. Aslında çocuk karakter, yetişkinlerin tam tersini tasvir etmekte. Sorgulayan, birçok konu ve ilim hakkında bilgi sahibi olan, doğruyu düşünmek ve söylemekten çekinmeyen birisi. Çocuk ile memur arasında geçen diyaloglar memuru rahatsız ettiği kadar okuyucuya da uyarı niteliğinde sinyaller gönderecektir.

Çocuk, görevliye ısrarla “Bu kasabada kaldırım taşı bulamazsınız, çünkü kasabada hiç kaldırım taşı yok.” diyor. Bunu otele geldiği ilk gün otel görevlisi yaşlı adam da kendisine söylemişti. Görevli, çocuğa karşın “Kaldırım taşı olmasaydı müdür bunları saymam için beni görevlendirmezdi, kasabada bu iş için kurulan birimler olmazdı” tezini savunsa da çocuk: “İhtiyaçların da kurumların da gerçekliğinden şüphe etmek için yeterince kanıt yok mu?” sorusuyla konuya damgasını vuruyor.

Bu uçsuz bucaksız, insansız kasabadan siz dahi kaçmak isteyeceksiniz. Her gün aynı kahvaltı ve akşam yemeği yemekten sıkılacaksınız. Ancak “Yaşadığınız yerde bunlardan olmayan var mı, herhangi bir şekilde bunlardan biriyle karşılaşmayan var mı?” Kitabı anlamak için bir çalışan olmak zorunda değilsiniz. Her yetişkin insan gibi sizlerin yolu da illaki bir devlet dairesine düşmüştür. Bu yüzden ana karakterin karşılaştığı durumlara yabancı değilsiniz. Burada önemli olan karakterler de değil aslında. Önemli olan insanın kendinin farkına varması.

Bir zaman sonra memurun kurumdan beklediği, aslında duymak, inanmak istemediği o cevap geliyor: “Kasabada kaldırım taşı olmadığı için herhangi bir işlem yapılamamaktadır.” Memur bu geribildirim karşısında kendini toparladıktan sonra raporunu yazmaya başlıyor. Sayfalarca süren raporun içeriği ve romanın sonu ise okuyucuya “sürpriz” olsun kanaatindeyim.

Yazının en başında kasabanın ne kadar ilginç olduğundan bahsetmiştik. Sınırları olmayan ve okurken bir o kadar da sığ gösterilen bir yer. Tıpkı kitapta ve aslında her yerde karşılaştığımız insanlar gibi değil mi? Herkesin bir kasabası vardır ancak bu kasabayı yaşanılabilir kılan da insandır.

Gökhan Uykaz bir söyleşisinde, bizlere yaşamımızın nabzını yoklattığı bu romanın seri niteliğinde başka versiyonlarının da gelebileceği müjdesini vermiş. Öyleyse bir an önce bu kasabada yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?

Bir Yorum

Cevap Yazın
  1. Günümüz dünyasından bir kesit veya bir nevi varoluşsal bir sancı ancak bu kadar net ve ilgi çekici yazılabilirdi. Kitabı en kısa zamanda edinip okuyacağım. Haricinde yazıyı çok beğendim takipçisi olacağım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Yolda Bir Karanfil Üzerine

Yabancı Dosta Veda