in

Sinemanın Şairi: Yönetmen Krzysztof Kieslowski ve Dekaloglar

Fazla büyük usta kalmadı. Zamanımızın gerçek kötülüğü budur…                                                                 Andrei Tarkovsky-Nostalghia

“Sinema hiçbir şeyi değiştirmez ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar.

Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.”                                                                                                          Krzysztof Kieslowski

Sinema, edebiyat kadar güçlü olmasa da ortak bir görsel dile sahip olması ve daha çok insana ulaşması açısından bazı şeyleri anlatmakta daha kullanışlı ve kolay bir alandır. Sinemanın bu avantajının günümüz tüketim toplumunda bir karşılığının olduğunu söylemek bir hayli zor. Sanat filmlerinin hiç edildiği, bir avuç sanat insanının yoklukları oynadığı, sanatın kendisinden çok sanat seviciliğinin kabul gördüğü bu ortamda, bir de insana dair hiçbir şey anlatmayan bomboş filmlerin varlığı Kieslowski de olsanız fazla sayıda insana ulaşmanızı imkansız kılıyor. Çünkü insanlığın geldiği durum pek iç açıcı değil, sözün ağır olduğu zamanlardan seslenmiyoruz artık. Birey ise umudunu çoktan yitirdi. Hepimiz göründüğümüz kadar yaşadığımızı zannettiğimiz bir yanılsamanın içindeyiz ve talep ettiğimiz tek şey; kendine kıymetli hayatlarımız…

Kendilik algısı dışında olanı biteni önemsemeyen bu hiçlik serüveni, genelde insanlık halinin, özelde de bireyin ölümünün habercisidir kanımca. Fakat asıl trajedi de burada başlıyor. İnsanlık tarihinin başına gelen ne kadar çirkin ya da güzel şey varsa, hep bu açmazların içinden çıkıp geliyor ve kendini dayatıyor bir şekilde. Yaşanılası bir dünya için sanatın gücü de bu olsa gerek, yoksa Picasso’nun çizimlerine, Lorca’nın, Neruda’nın dizelerine hiç ihtiyaç duymazdık. Bu yazıda, yaşama dair kurduğumuz meselelerde uğrak noktalarımdan biri olan usta yönetmen Kryzstof Kieslowski’den bahsedeceğim.

Kieslovski’nin kısa hayat hikayesi

Kieslowski 1941 yılında, Varşova’da, Polonya’nın işgal altındaki başkentinde doğdu. Babası mühendisti ve tüm ailesi ayakta kalıp yaşayabilmek için onun peşinden yıllarca dolaştı. Kieslowski’nin babası aynı zamanda veremdi, yıllarca süren tedaviye rağmen erken yaşta öldü. Kieslowski de potansiyel hasta kabul edildiğinden çocukluğu ve ilk gençliği kardeşiyle birlikte prevantoryumlarda geçer. Kieslovski başlarda ısrarla itfaiyeci olmak ister fakat önce Tiyatro Teknisyenleri Okuluna, ardından da Lodz Sinema Okuluna giderek yönetmenliğe giden yola koyulur. Varşova’da fakir bir ailenin hastalıklı bir çocuğu olarak savaşın ortasına doğan, itfaiyeci olmayı düşlerken olağanüstü bir sinemacı olan bu yönetmeni anlamak adına aşağıdaki pasajı da ekleyelim.

(…) hayatının inanılır ve acımasız bir analizini yapmadan hikaye anlatamazsın. Kendi hayatını anlamıyorsan, ne hikayelerindeki karakterlerin ne de diğer insanların hayatlarını anlayabilirsin. Hayatla ilgili hikaye anlatanların kesinlikle bir şeye ihtiyaçları vardır: kendi hayatlarını gerçek anlamda anlayabilmeye. Kendinizle bu şekilde uğraşmadan geçirdiğiniz yıllar boşa geçmiştir. Bazı şeyleri içgüdüsel olarak hissedip anlayabilirsiniz, ama sonuçlar keyfidir. Ancak bu işi yaptığınızda olayların belli bir düzeni olduğunu ve bu olayların manasını kavrayabilirsiniz’’ 

“Sinemanın şairi” olarak anılan; kendine özgü anlatımı, detaycı üslubu, yalın insan eleştirisiyle dünya sinemasına çok önemli başyapıtlar kazandırmış bir sinemacıdır Krzysztof Kieslowski. Tramvay adlı ilk kısa filminden ölümüne dek, 16 belgesel, 10 sinema filmi çekti ve kendi yönetmediği 3 de sinema filmi yazdı. Özellikle de bu belgesellerden biri var ki aşağıda linkini bırakacağım, adı “Gadajace Glowy (Konuşan Kafalar)”. Bu belgeseli mutlaka izlemenizi de öneririm. 16 dakikalık bu kısa belgeselde yönetmen en gencinden başlayarak yüzünü deviren yaşlılara kadar adım adım insanlara kim olduğunu, neye önem verdiğini ve hayattan neler beklediğini soruyor. Belgesel kısa süresine rağmen isabetli sorularıyla dönemin siyasi atmosferinin bireyler üzerindeki etkisini gün yüzüne çıkarırken bir yandan da insanın varoluşundan gelen ve hayatının farklı evrelerinde ortaya çıkan insani durumları irdeliyor.

“Konuşan Kafalar’da insanı hazırlıksız yakalayıp sorgulayan, TV’lere hiç benzemeyen bir tür deney gerçekleştirdik. Sene 1979’du ve yüz insanın portresinin ki bunlardan kırkı filmde yer aldı, ruhsal durumumuzun genel bir portresi olacağını düşünmüştüm… Bu insanlar tam olarak ne istediklerini bilmiyorlardı. Ve istediklerinin gerçek olabileceğine de inanmıyorlardı. Örneğin özgür, normal, demokratik bir toplumda yaşamak gibi. Sadece bir ayyaş ‘ben iyiyim’ dedi.”

70’ler Polonyası’nda sosyal gerçeklikleri aktardığı belgesellerden, Polonya televizyonu için çektiği ve On Emir’i temsil eden film serisi “Dekalog”, “dekolog”ların devamı da diyebiliriz belki Fransız bayrağının simgelediği üç kavram özgürlük, eşitlik ve kardeşlik üzerine yaptığı “Üç Renk” üçlemesiyle uluslararası üne kavuşan bu kuvvetli öykü anlatıcısı, Ingmar Bergman ve Andrey Tarkovsky ile birlikte Avrupa’da kendi bakış açısını filmlerine yansıtan sinemacıların başında gelir.

1996’daki ölümüne kadar çektiği filmlerde izleyicinin kafasını bulandıran şeyler varmış gibi görünür fakat işlediği şey temelde aynıdır: “Hayatın gerçek anlamı nedir?”Başka bir bakışla şairane felsefedir. Hayata ve sinemaya bakışı konusunda şöyle diyordu Kieslowski:

Siyaset, nerede olduğumuzu, ne yapmaya iznimiz olduğunu ya da olmadığını tanımlıyor, ama insani sorunları çözmüyor. İster komünist bir ülkede, ister zengin kapitalist bir ülkede yaşayın, siyaset hiçbir zaman şu soruları cevaplamıyor: Hayatın gerçek anlamı nedir? Neden sabahları uyanıyoruz? Filmlerim siyasetin içinde olan insanlarla ilgiliyken bile, hep onların ne tip insanlar olduklarını anlamaya çalıştım. Siyasal çevre ancak bir arka plan oluşturuyordu. Kısa belgesellerim bile insanlarla ilgiliydi, neye benzedikleriyle. Hiçbiri siyasal film değildi. Esas konum hiç bir zaman politika olmadı… Bir insanın komünist, dinsiz ya da dindar olmasından öte, insanı tamamlayan daha önemli şeyler bulunduğunu fark ettim: aşk, ölüm, yalnızlık, nefret, kaygı gibi. Bunlar pek sözünü etmediğimiz ama birlikte yaşadığımız, hayatımıza yön veren şeyler.

Devam eder Kieslowski:

”İnsanlığın ortak değerleri zannedildiği gibi din, dil, ırk, bayrak gibi kavramlar değil, acı, keder, sevinç, aşk gibi kavramlardır.”

Dekologlar (Kurallar,Kaideler)

Kieslowski’nin insanlığa hediye ettiği on güzel hikayedir. Hiçbiri diğerinden ayrılamayacak kadar güzel; büyüleyici, etkileyici, çarpıcı ve sarsıcıdır.

Kieslowski’nin, Tanrı’nın Musa’ya gönderdiğine inanılan “On Emir”inden yola çıkarak 1988 yılında Polonya televizyonu için çektiği on parçalık ve her parçanın yaklaşık 50-55 dakika sürdüğü televizyon dizisidir. Aşağıda bahse konu olan bölümlerin alıntılandığı “on emir” yazılıdır.

Senin Tanrın benim, başka Tanrın yoktur.

Tanrı’nın adını boş yere ağzına almayacaksın.

Sabat gününde tatil yapacak ve o günü kutsal sayacaksın.

Anne ve babana saygı göstereceksin.

Öldürmeyeceksin.

Zina etmeyeceksin.

Çalmayacaksın.

Yalan yere şahitlik yapmayacaksın.

Komşunun malına göz dikmeyecek, kıskanmayacaksın.

Put yapmayacaksın.

Burada bu başyapıtları izlemeyenlerinizin olduğu varsayımıyla fazlaca detaylara girmeyeceğim. Sadece bu on kısa hikaye üzerinde genel bir bilgi vereceğim. 1988 yılında çekimine başlanan ve her birinde ayrı bir öykünün anlatıldığı bu on kısa film, aslında bizim bildiğimiz dizi film formatında değildir. Her bölümün öyküsü ve oyuncuları farklıdır. Buna rağmen, devamlılığı olmayan “dekalog”da oyuncular, kendi oynadıkları bölüm dışında da yer yer görünürler. Zaten bütün olaylar aynı bölgede, Varşova’da bloklar halinde sıra sıra dizilmiş apartmanların olduğu bir sitede geçer. Kieslowski insanlık durumlarını betimlediği küçük bir evrene çeviriyor mekanını: Ölümler, kazalar, hastalıklar, savaşın hala süren etkileri, sadakat, aşk, günahlar, kibir, insana dair pek çok şey geçiyor dekalog’da.

Aynı blokta oturan bu oyuncular zaman zaman asansörde, apartman girişinde, taksi beklerken, postanede vb. yaşamın içinde karşılaşırlar. Bunun yanı sıra bütün bölümlerde yer alan “gizemli” bir karakter vardır ve onu beyazlar içinde görürüz hep. Yönetmen, bu karakterin on ayrı öyküye tanıklık etmesini sağlayarak bütünlüğü korumaya çalışmıştır. Aslında bir yanıyla insanı izleyen büyülü bir güçtür o, insanın yazgısının tanığıdır. Dekologlar, büyük bloklarda yaşayan insanların küçük dairelerindeki öykülerdir. Karakterlerin iç dünyalarında olan bitenle, dışarda neler olduğundan daha fazla ilgilenir. Filmlerinde dış dünyayı bir kenara bırakarak, eve gelen, kapıyı içeriden kilitleyerek, kendileriyle baş başa kalan insanların hikayesini anlatır. Genelde pusulalarını şaşırmış, nasıl yaşamaları gerektiğini bilemeyen, doğru ve yanlışı ayırt edemeyen ve umutsuzca bir arayış içinde olan insanlardır.

Dekalog, bir bütün olarak üç bin yıldır en büyük öğreti olarak insanın önüne konan din, ahlak, erdem gibi kuramlara yine aynı insan – bu kez 20. yüzyılda yaşayan modern insan- tarafından yapılan bir eleştiridir. Bu eleştiri, bölümler boyunca doğrudan göndermeler yerine sembol ve imgelerle yapılır. Her bölüm, insana açılan bir pencere gibidir. Hepimiz kaynağı ne olduğunu bilmediğimiz bir oyunun parçalarıyız hissi her bölümde hissedilir. Filmlerdeki karakterlerin hepsi duygusal anlamda sonsuz bir sıkışma içindedir. Hayatla aralarına çok keskin sorunlar girer ve karakterler gerekeni yapamazlar. Yaptıklarında da davranışları tahmin ettikleri sonucu vermez. Buzun kırılmayacağını bilimsel olarak ispatlayan baba, oğlunun oynamak için gittiği donmuş nehirde ölümünün önüne geçemez ve bilime olan küstahça inancının bedelini çok ağır öder. İntihar etmeye çalışan hiçbir karakter ölmeyi başaramaz. Buna karşın yaşaması kesin olanlar ölür. Filmlerin tamamı büyük birer tesadüften ibarettir. Tesadüf hayatı anlamlı kılan şeydir. Gizemli ve bizim ayırdına varamadığımız yazgının vücut bulmuş halidir.

Kieslowski din tanımaz biridir ama Dekalog serisini birlikte yazdığı Krzysztof Piesiewicz koyu bir katoliktir. Ve ayrı uçlarda duran bu iki insanın birleşmesiyle, dini açıdan işlenen kurallarla insanın özüne inilerek bambaşka bir tanrısal boyut yaratılmıştır. Museviliğin katı kurallarını aşıp bu emirlerin insanın özünde nasıl yaşadığını ve şekillendiğini kendilerince değerlendirmesini yaparlar. Serinin müzikleri ise Kieslowski’nin diğer filmlerinde de birlikte çalıştığı başarılı müzisyen Zbigniew Preisner yapmıştır ve çok etkileyicidir.

Dekalog’ların kısa analizine Stanley Kubrick’in yorumuyla devam edelim;

Büyük sinemacıların eserlerinin belli bir yönü üzerinde durma konusunda hep isteksiz olmuşumdur çünkü bunun, eseri kaçınılmaz olarak basitleştirme ve indirgeme ihtimali vardır. Fakat Kieslowski ve yardımcı yazar Piesiewicz’in senaryolarını içeren bu kitapta fikirlerden sadece bahsetmek yerine bunları dramatize etme konusunda çok ender rastlanan bir yetenekleri olduğu gözlemini yapmak yersiz olmaz. Kastettikleri şeyi dramatik bir eylemle anlatarak, seyircinin, anlatılanın ötesinde gerçekleşen şeyleri keşfetmesi gibi bir kazanca da sahip oluyorlar. Bunu öyle hayranlık verici bir yetenekle yapıyorlar ki fikirlerin ortaya çıkışını fark edemiyor ve ancak çok sonraları kalbinize ne kadar derinden nüfuz ettiklerini anlayabiliyorsunuz.

                                                                                           

Dekalog serisinin ilhamını aldığı On Emir’in, “öldürmeyeceksin” maddesi daha sonra Öldürmek Üzerine Kısa Bir Film adıyla, “zina etmeyeceksin” maddesi ise Aşk Üzerine Kısa Bir Film olarak sinema filmi haline getirilmiştir.

“Öldürmek üzerine kısa bir film”e de biraz değinmek isterim. Burada ölümün iki adı vardır, birincisi gerçek anlamıyla bir cinayettir, diğeriyse devlet eliyle işlenen cinayettir yani idamdır. Üç kişinin kesişmesiyle doğan, sonrasında iki ölümün anlatıldığı filmde; bu filmin esin kaynağı olan on emirdeki öldürme emri sorgulanmaktan çok yansıtılmıştır. Sorgulanan tek şey öldürmek ve ölüm fiilinin psikolojik yanıdır, insanın üstündeki etkisidir. Filmin başında uzun bir süre bu üç kişi hakkında kısa ve net olmayan fikirler ediniriz. Renkleri, kadrajları, müzikleri ve güçlü oyunculuklarıyla müthiş bir atmosfer yaratılmıştır filmde. Şehrin boğuculuğu, büyük yapılar, büyük yollardaki geziler bize baştan her şeyi açıklar gibidir.

İki ölüm sahnesiyse filmin gerçekliğe en çok yaklaştığı anlardır. İki ölüm şeklinde de uzun uzadıya hatırlarız ölmek ve öldürmek hissini. Kieslowski şiddet içerikli sahnelerde salonu terk eden seyirciler için “Yapmaları gereken buydu. Filmin seyircilerin üzerinde bırakması gereken etki tam da buydu.” diyor.

Polonya toplumu katolik inancının olabildiğince baskın olmasının yanında toplumsal kutuplaşmaların, politik krizlerin sık yaşandığı bir ülkedir.  Kieslowski yaptığı bu filmlerle ve belgesellerle aslında içine doğduğu topluma ayna tutar. Birbirini ve kendini sev(e)meyen insanların farkında oldukları ya da olmadıkları durumlarını onlara göstermeye çalışır. Kötülüğün sıradanlığı, soğuk, donuk, renksiz hayatlar ve insanlar, toplumla barışamayan insanlar… Belki de karamsar olmasının bir nedeni de budur Kieslowski’nin, böylece dönemin Polonyası’na da ışık tutar.

Bir peygamberin yani bir dinin on kutsal emirini işleyen bir sanatçı doğal olarak dindar sanılabilir. Fakat bu yanıltıcı bir durumdur ve buna en iyi cevabı yönetmenin kendisi verir; “kendimi hiçbir dine ait hissetmiyorum, ama kendi içimde dindar biriyim.” Bu filmler emirleri onamak adına değil, aksine sorgulamak için yapılmıştır.

Kieslowski, ‘’Aşk Üzerine Kısa Bir Film’’de ise, kamerasını koyacağı yeri belirlerken kullandığı argüman şuydu: “Dünyaya her zaman, sevilen değil de, seven bir insanın gözüyle bakarız!’’

Dekalogların tümüne baktığımızda, izleyenlerin üzerinde ciddi bir etki bırakır. Toplumsal ilişkiler ve insan çelişkilerini kavrama konusunda birer ders kitabı niteliğinde olan bu dizi filmler; “Erdem nedir?”, “İyilik ve kötülük nedir?” sorularına cevap arıyor, izleyene de aratıyor. Üç bin yıllık kurallar bugünün dünyasını anlamamıza yetiyor mu? Bu kuralların yardımıyla bu dünya ile baş edebilecek miyiz? Bütün bölümlerde yer alan oyuncuların performansları, kamera ve ışık kullanımı, müzik, senaryo ve en önemlisi Kieslowski’nin niyeti ve yaptıkları, “Dekalog”u sinema tarihinin başucu eserlerinden biri yapmaya yetiyor.

Umarım bu başyapıtları izlersiniz. İzledikten sonra emin olun, aldığınız o hissiyatla film üzerine birçok defa düşüneceksiniz. Ustanın da dediği gibi, sinema ya da edebiyat ya da adına ne derseniz deyin, hiçbiri bu dünyayı değiştiremez. Ancak onları seyreden ve bilen biz insanlarla olacaktır bu değişim.

Son söz yine sahibinin olsun;

“İnsanlar hep aynı yani umutsuz, yaşama uyum sağlayamayan, aşk acıları içinde kıvranan ve aynı şekilde doğan ve ölen yaratıklar…”

 

Kaynak: Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor, D. Stok, Agora Kitaplığı, 2010

 

Mekanın Cinsiyetine Dair Kısa Bir İnceleme

Çocuk Yapmamak İçin 7 İyi Neden