Ne kadar çok servi var. Sanki son ve asil bir saygı duruşunu simgeler gibi dimdik duruyorlar. Bazen usul usul salınıyorlar rüzgâra uyup. Bazen de tüm ciddiyetiyle öylece durup göz kulak oluyorlar sessizliğin diyarına. Bense hep ürkmüşümdür bu diyarın yanından geçerken. İçime bir korku dolar, bir ürperti tenimden yüreğime kadar işlerdi önceleri. Şimdi korkmuyorum ama, ürperti de duymuyorum hiç. Hatta tek başıma hiç kimseler yokken gelip saatlerce oturabiliyorum bir servinin gölgesinde. Bu sessizliğe kulak veriyorum uzun uzun. İnsan canından bir parçasını bırakınca bu sessizliğin tam ortasına, bazı şeyler değişebiliyormuş meğer.
Bizim servimiz henüz çok boy atmadı. Her gelişimde su vermeyi ihmal etmiyorum ama yıllar gerekli büyüyüp serpilmesi, koyu bir gölgeyi devirmesi için toprağa. Yıllar gerekti benim de kardeşimin başucuna oturup saatlerce sohbet edebilmek için. Ona biz yaşayanlar için yaşamanın ne denli zor olduğunu, mutlu olabildiğim zamanları, hüzne boğulduğum anları, o yokken dünyanın nasıl bir yer haline geldiğini anlatırım her geldiğimde. Bilirim beni can kulağıyla dinlediğini. O en saf haliyle ablasını dinleyip destek olduğu günlerdeki gibi.
Yirmi yaşında, en hareketli çağındaydı. Uzun boylu, zayıf, kahverengi gözlü, gençlik hevesi kirli sakalları olan, gülüşü gözleriyle bütünleşen bir delikanlıydı. Adı Tufan’dı. İnsan adıyla yaşarmış. O da bir tufan gibi geldi geçti. Ailemizin köklerini derinden sarsıp gitti. Soy ağacımızın son dalında ismini bırakıp gitti. Bu mayısta tam beş yıl oldu. Hatırlamamak için kendimi zorladığım mayısın o son, zifiri karanlığında kalbimize yaslı bir hançeri saplayıp gitti.
Sıradan insanların sıradan hayatını yaşıyorduk biz de oysa bir zamanlar. Ailecek toprağımızı işliyor, toprağın o emek kokan buğusunda yuvarlanıp gidiyorduk. Baharın gelişi, bir kelebeğin ömrü, bir başağın buğdaya duruşu, bir tohumun toprağın içinde can bulup topraktan başını çıkarması ziyadesiyle anlamlıydı bizim için. Ben okudum ve öğretmen olabilmek için aşmam gereken son engeller için çabalıyordum o sıralar.
Tam tarihini bile hatırlamıyorum aslında ağaçlar çiçeğe durduğunda mı yoksa son kızıl yapraklar dalından düştüğünde mi bilmiyorum. Bir önemi de yok açıkçası. Kardeşimin deli akan kanı bir delilik yapıp hastalık dolaştırmaya başlamış damarlarında. Yapılan tetkiklerin ardından sıradan bir haberi verircesine duyarsız bir ses tonuyla ilan etmişti kötü haberi doktor. Hani insan çok kötü bir haber aldığında ya da yaşadığında zamanı birkaç dakika geriye alıp bu yaşananların aslında gerçek olmadığına dair bir boşluğa düşer ya tam olarak o anı yaşamıştık. Önce hiçliğin ortasında anlamsızca baktık. Sonra bir gözyaşı seli yanaklarımızdan aşağı izler bırakarak süzüldü. O gün o izlerin üzerinde kayıp uçurumlara dalmak istedim.
Artık hayatımız hastanelerin serum kokan koridorları ve kilometrelerce mesafede, kızılçam tepelerinin ardındaki evimiz arasında mekik dokuyarak geçiyordu. Bu hastalığın tek çaresi olan tedavi yöntemi ölümle yaşamı aynı serumda sunuyordu insanın damarlarına. Birçok da yan etkisi vardı. Ama bizim için hep bir umuttu bunca çilenin karşılığı. Çevremizdekilerin ölümü kabullenmiş ‘’Allah’tan ümit kesilmez.’’ tesellileri canımızı yakıyordu her duyduğumuzda.
Güz sonuydu, aylardan kasım. Bir sabah dayanılmaz bir baş ağrısıyla uyandı kardeşim güne. Birkaç ağrı kesici aldı fakat hiçbir tesirini göremedi. Sanki kafasının içinde anılar bedene gelmiş, kavgaya tutuşmuştu. Kırıp döküyorlardı zihnindekileri. Kan sızıyordu hatıralarından, hissediyordu dayanılmaz ağrısını beyninin tüm damarlarında. Hemen hastaneye götürdük ve ameliyata alındı. Bir bekleme salonunda saniyelere ve ihtimallere karşı savaş verdik omuz omuza. Kardeşim o gün koyup gitmemişti bizi. Ama gözlerindeki yaşam umudunu da bırakmıştı soğuk ameliyat odasında. Bu öyle bir hastalıktı ki pamuk ipliğine bağlı bir yaşam sunuyordu. Yine de o son ipliğe tutunmaktan hiç vazgeçmedik.
Elem mevsimi sonbaharın son günüydü. Sararıp düşen kınalı yapraklar da kalmamıştı artık. Tüm çıplaklığıyla yeni bir mevsime dönüyordu takvimde yapraklar. Kış göz kırpıyordu araladığı kapıdan. Tufan’ın doğum günüydü. ‘’İyi ki doğdun.’’ sözleri arasında buruk bir doğum günü kutluyordu kardeşim. Geçirdiği beyin kanaması, onca ameliyat, kilometrelerce yol ve her kemoterapi ardından baş etmek zorunda kaldığı yan etkileri çok fazla yormuştu bedenini. Sahiplenmeye korkuyordu ‘’Nice yıllara…’’ temennilerini. Yine de içindeki son bir umutla bekliyordu bu kışın da geçip gitmesini ve inanıyordu baharı görecekti. İnanıyorduk ta gönülden hep birlikte.
Bir mayıs hüznüyle uğurlamasaydı eğer hayat onu erkenden…
Bir yaşam sona ermiş, beraberinde birkaç hayatı da altüst etmişti. Sofrada eksilen bir tabaktan, evi dolduran gülüşlerden, geç saatlerde ıslık çalarak bahçe kapısını aralayan bir karartıdan, yarım kalmış devrimci düşüncelerden, bir babanın bir erkek evlat üzerine kurduğu tahayyüllerden ve bir annenin boş kalan kucağından çok daha fazlasıydı bu gidiş.
Tam beş yıl olmuştu işte o gidişin ardından. Beş yıldır toprağın koynunda, bu sessizliğin ortasında uyuyordu kardeşim. Servilerin gölgesi kendi boyunca serildi toprağa. Bir kozalak yuvarlandı geldi ayaklarımın dibine. Bir kuş öttü uzun uzun uzaklarda. Yerimden kalkıp yanımda getirdiğim şişelerdeki suyla başucundaki serviye su verdim. Sonra mezarının üzerine annemin elleriyle dikip gözyaşlarıyla can suyunu verdiği menekşe ve nevruz çiçeklerini suladım. Ayak ucunda bulunan mermer kaselere biraz su ve buğday tanesi bıraktım. Serçeler yesin, içsin ve duacısı olsun diye mahşerde. Sonra mezar taşının soğuk mermerini yıkadım başını okşar gibi kardeşimin.
Mezarlığın çıkışına doğru uzandı gözlerim. Serviler yolun iki yanına dizilip yol veriyorlardı bana. Artık gitme vakti geldi. Son kez dönüp baktım ardıma.
“Huzurla uyu kardeşim.”
Kapak Görseli: Nuri İyem, Peyzaj – Gecekondular