in

Seninle Ya Da Sensiz Olmaktır Benim Zaman Ölçütüm

Zarafet arayan her kadın ve kendini tamamlamış, nezaket sahibi her erkek, masal gibi bir aşkın hayalini kurar.

Düşünsenize, sayenizde, içinde gizli kalan duyguları keşfeden, çiçekleri, böcekleri, bulutları, doğayı, çocuk çığlıklarını fark eden, zamanın ölçütünü bulan ve hayatın aydınlık yanlarını görmeye başlayan bir erkek veya bir kadın…

Belki hiç ummadığın bir anda, herkesten, her şeyden beklentini kesmişken ve can sıkıcı alışkanlıklar her yanını sarmışken, hayatına zarif bir adam gelir veya dirayetli, ışığı olan bir kadın…

Dünyayı değiştirir, dünyanı değiştirir.

Her şeyden önce, onunla verimli vakit geçirirsin, birlikte saçmalayıp birlikte güler, sıkı arkadaş olursun. Jorge Luis Borges gibi ona şöyle seslenmek istersin.

“Aşk çok tuhaf bir şey, kaygılarla dolu, umutla dolu ve bunlar mutluluğa götürebilir. Oysa arkadaşlıkta yanıltma yok, umut yok, sürüp gider arkadaşlıklar. Sık sık görüşmeye gerek yok, kanıtlara gereksinim duymayız. Ama arkadaş olduğumuzu ve karşımızdaki insanın arkadaşımız olduğunu biliyorsak, arkadaşlık belki de önünde sonunda aşktan önemlidir. Ya da belki de aşkın gerçek işlevi, yükümlülüğü, arkadaş olmaktır. Yoksa bizi yarı yolda bırakır. Ama her iki taraf da çok sevilmelidir.”

Büyük bir otelin, kendi halinde, özelliksiz ama sorumluluk sahibi müdürü Barney Thompson (Héctor Elizondo) belki de tarihe geçecek bir laf eder ve ayırtına varamadığın yaşamına, metaforu olan bir cümleyle, usulca dokunur.

“Bu kadar güzel ve değerli bir şeyden vazgeçmek çok zor olmalı, Efendim!”

Oysa kendine göre, öğretilmiş nedenlerden ötürü vazgeçmenin ve kimsenin gerçek yüzünü göstermediği gösterişli ama monoton, diğerlerine mesafeli hayatına geri dönmenin eşiğindesindir.

Yıllar sonra, geçmişe baktığında ‘hayatı küstahça ıskaladım’ demene neden olacak ve seni kesif pişmanlıklara gark edecek adımı atmana engel olur Barney Thompson.

Her şey bir anda başkalaşır, değişir, anlamlanır; ışık huzmeleri içinde bir rüya ve mânâ âlemine dalarsın. Apayrı bir insan olur, kendi içinden aşkın önüne kattığı bir mucize yaratırsın.

Üstelik bu kadar güzel ve değerli bir şeyden vazgeçmek, zaten zor olmamalı mıdır? Yoksa nasıl anlayacak insanlar, ellerindekinin ederini, aslını, esasını…

“İnsanlar para ödemedikleri şeylere bile, gerekli ve geçerli hassasiyeti göstermezler. Oysa insan, sahip olduklarının ve burnunun ucundakilerin kıymetini bilirse gerçek mutluluğu yakalar!” diyor ya hani filmin bir sahnesinde.

***

Etrafındakiler, hayat kadını diye seni sürekli aşağılayınca ve bir müddet sonra sen de aşağılık olduğuna inanmaya mı başlarsın?

Peki, dünyayı ve dünyanı kim değiştirir? Şişinerek etraflarındakileri aşağılayanlar mı yoksa yazgısını kabullenmeyip aşağılamalara alışmayanlar mı?

Sahi, insanlar ne için yaşar? Edindikleri ile övünmek için mi yoksa bunları bir araç olarak görüp hayatını paylaşacak ruhdaşını bulmak için mi?

Öyleyse bunu nasıl yapacak?

Göreceli lâtif ve kıymeti kendinden menkul şeylerden, hiç düşünmeden vazgeçerek mi?

Hem arayarak hem de kutsal bir beklenti içinde ayakta kalarak, bu durum, yavaş yavaş hayata geçirilir mi?

Hayatının en mutlu anlarını ıskalamamış, ayağına gelen fırsatları değerlendirmiş mutmain bir insan olarak geçmişe bakılır mı, yıllar sonra? Neden olmasın, hayat mutlu anların toplamı değil mi?

Belki, sislerin arasından, merhametli, güzel bir adam gelir veya ‘sıra dışı bir mesleği olan sıradan’ bir kadın… Yükseklik korkunu alır; seni sağaltır, ehlileştirir; başka birisi hâle getirir.

Hayatın yörüngesini değiştirir, gözlerini büyük büyük açar. Seni dünyaya bağlar. Her şey ruh kazanır, dirim bir kez daha billurlaşıp güzelleşir.

İnsan doğasını ve aşkı anlamış, anlatmış Jorge Luis Borges diliyle nefesin kesilinceye kadar koşar ve şöyle bağırırsın.

“Seninle ya da sensiz olmaktır benim zaman ölçütüm. Biliyorum, bu aşktır: sesini işitmenin kaygısı ve ferahlığı, umut ve anı, ardından yaşamanın dehşeti. Bir kadının adı beni esir alıyor. Bir kadın bütün vücudumu acıyla dolduruyor.” (Çevirmen: Selahattin Özpalabıyıklar)

Pretty Woman (Özel Bir Kadın) adlı modern sinemanın klasiği sayılan, yerleşik değerleri korkusuzca sorgulatan bu aşk masalını seyretmediyseniz çok şey kaybetmişsiniz demektir.

 

 

2 Yorum

Cevap Yazın
  1. Yazınızın başlığına da aldığınız Borges şiiri benim çevirimdir. Keşke çevirmenini yazsaydınız!
    (Selahattin Özpalabıyıklar)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Boş Çerçeve

Katil