in

Sekiz Mart, Sanal Salgın, Gerçek Hayat

Herkes mevsimler karşısında eşit midir? Zenginler fakirler selde yangında hortumda? Mezarlıklar ve doğum karşısında herkes eşit midir? Okullar meclisler kongreler geçip giden haberler… Ölümlü oluş karşısında birbirini kırıp incitmeden doğumlu oluş karşısında hepimiz eşit miyiz? Evet. En baştaki eşitliği koruyabilmek bütün mesele… Kimseyi sondaki eşitliğe kadar, ruhsal, fiziksel, sosyal, yolundan ayırmadan…

Bu hayat yolculuğunda hayatta da bulunduğu koltuğu terk etmesi yasak bir otobüs yolcusu gibi kıskıvrak, daracık bir alana sıkışmış olarak yaşayan kadınlar… Bazen bir şeyi birinin bize hatırlatmasına ihtiyaç duyarız; hayat geniş, roller sonsuzdur. Bozkıra bakın, boşluğa, gökyüzüne bakın. Eşya ile doldurulmuş göz yorgunluğu, gönül yorgunluğudur belki de bu görüntülerin seslerin kirinden arının… Size ne yapmanız gerektiğini dikte eden düşüncelerin kirlerinden arının… Mağaralarda yaşam süren insanın ilk oluş hali ile buluşabilecek duruluğa kavuşun… O zamanlardaki ilkellik, çıplaklık yalınlık en çok eşitler insanı… Araya bu kadar çok nen, şey girmeden önce hepimiz hayatta kalmaya çalışan ve doğanın gücü ve güzelliği karşısında gerçek hisleri olan insanlardık.
Tek ihtiyacımız olan gülüşlerimizi, güneşlerimizi kısmadan, kısmadan içimizin ilk insandan bu yana sönmeyen kandilinin hikâyesini, paylaşmak güzellikleri, teşekkürleri…

Sanal hayat gerçek hayat bizleri bugün daha çok ikili bir yaşam sürmeye mahkûm etti. Farkında olmadan zihinsel anlamda bir türlü ikililiğe bölündük. Hayatı “öz”, “gerçek”, “hakiki” “saf” hali ile yaşayan, daha az insan vardır dünyanın her yerinde şu an. Bu ikililik kadın erkek oluştan önce insan olarak bizleri birbirimize karşı ilk karşılaşmanın saflığını yitirmiş, bizler birbirimize eskimiş kılıyor. En yeni kavuşmaları bile görüntülü sohbetlerin ucundan kıyısından kopardığı bir dünyada insan kendiyle bütünleşebilir mi ki başkası ile bütünleşebilsin, onu kendi gibi görebilsin. Artık tek bir şey söz konusudur, zamanın ve mekânın her’leştiği dolayısı ile hiçleştiği delikli bir uzam. Bu yekparelik aynı zamanda sıkışmadır. Bu sıkışma içinde insan kendine sonsuz bir özlem duyar. Kendi izlerini takip etmekte güçlük çeker. İşte hepimizi birbirimize karşı eskiye nazaran daha kırıcı, kıyıcı yapan bu köksüzleşmeye karşı verdiğimiz mücadele… Kendi ruhsal, düşünsel, fiziksel bütünlüğünün korunmasını ister insan. Salgınla birlikte artık tamamen yitirdiğimizi düşündüğümüz “hasret” kavramı yeniden girdi hayatlarımıza… Özlemden farklı olarak hasret daha tarihi bir dokuya sahiptir. Özlem daha gündelik… Salgınla birlikte odağımız haline gelen evlerimiz oldu. İşte bu da korunma ihtiyacımızı yansıtır gibi. Sanal âlemde bola saça dağıttığımız gülücüklerimiz, somurtmalarımız maskenin altında görünmez oldu. Nefes almak istiyoruz. Hepimizin ortak dileği. Hepimiz nefes almakta birleştik. İnsan olmayı, hep beraber tüm canlılarla birlikte, yaşayan doğa ile birlikte… İnsan olmayı bundan daha güzel ne anlatır? İlişkilerin ruhsal patlamalara sebep olduğu birbirimize karşı biyolojik bombalara dönüşmeden önce, insan ilişkilerine ve teknolojiye yaklaşımımız, en kötü içinde bile ışıldayan “iyiyi görme” şeklinde olsa, teknolojiden daha üst düzeyde faydalanabilir, insan ilişkilerinde de teknolojinin dejenere etmediği, daha dürüst bir yaşamı var edebiliriz.
Anlık bildirimler insanlarda panik atağı tetikliyor olabilir. Bir aracın bir amaca dönüşüyor oluşu rol değişimi, cansız olanın canlı olanın yerine geçiyor oluşu, bunlar çağımızın aşılması güç sorunları. İnsanın düşünce gücü gerçeklikte var olduğu yerin önemini yitirmesine sebep olabilir. Sınırlarımızı şaşırtabilir. Eğer canlı olanı cansıza dönüştüren bir zihinsel donanımın içinde isek, duygularımızı dolaştırmış oluruz. Örneğin gerçekten tepki vermemiz gereken bir yerde küntlük, hissizlik yaşarken, nedensiz gözyaşı döktüğümüz zamanlar hakkında düşünebiliriz. Böylece tıpkı bir rüyayı yorumlar gibi kendimizle dolaylı yollardan bağlantı kurmak zorunda kalabiliriz. Salgın ile birlikte daha çok eve kapanmak sonucu Akıllı telefonların aşırı kullanımının oluşturduğu bu çağcıl yabancılaşma, gerçekten de gerçekliği, çeşitli bağlantıları düşünüp, yorumlamamız gereken bir rüyaya dönüştürebilir. Kadın, erkek, hepimizi etkiliyor bu. Dolayısı ile kişisel paranoyalar, diğerine de zarar verecek denli büyüyebiliyor…

Üreten insan akışın içindedir, kin tutmaz, üzüme durmuş bağ, güneşe bakan bostan, kıvırılan günebakan… Her ne iş işliyorsak daha güzel yapmanın peşinden koşmak bugün bize düşen… Daha ne yapabilirimi araştırmak…

Hapishane ve suç ilişkisi üzerine düşünmek gerekiyor. Eğer birini hapsetmek istiyorsanız onu önce suçlamaya başlarsınız. Suçladığınız şeylerin gerçekliği konusunda endişe etmek ve onlardan arınmaya çalışmak arasındaki gerilim, zamanla kaygı bozukluğu, değersizlik duygusu vs. neden olur. Bu kez kendi kendini suçlar, suçlanan ve kendi hapishanesinin konforunu artırmak derdine düşer… Büyük ölçekteki tüm toplumsal olayları anlamaya çalıştığınızda kendi yaşamınıza bakışınız da değişecektir. Hiçbir şey tarihten, toplumdan bağımsız değildir. Üst üste gelen olaylarla, travmalarla, teknoloji sapağı akıllı telefonlarla düşünmeyi unutan, hafızası silinen bir toplumun insanlarının beyni doldurulmaya çok müsaittir. Özellikle dışarıya akması engellenen, kilitlenmiş bir enerji, geçim sıkıntısı, hastalık vs. birleşince olmadığı birilerine çok çabuk dönüştürür insanları…
Her kavramın yerine oturmadan önce ayağa kalkması gerekiyor. Avare bir kalabalık içinde değil. Birbirini anlayan bir toplum olarak. Tüm bu salgın kaosu vs. belki de tüm dünyada bunu sağladı. Tüm kavramların üstü kazındı, tüm kavramlar ayağa kalktı… Şimdi yerli yerine bilinçle oturma zamanı harman savrulurken…

Bugün Sekiz Mart. Bir kadın, tüm araçların korna çalmasına rağmen dar bir araç geçidinde ellerini kollarını sallayarak araçların önünde aheste aheste yürüdü. Soranlara bağıranlara “sana ne” dedi. Belki sekiz mart için eylem yapıyordu. Biraz tuhaf ve de gerçekten birililerini yolundan alıkoyduğu için bir anlığına da olsa zarar verici bir eylem olsa da bir şey söylemek istedi belki de… Zırhlara, demire çeliğe, benzine petrole bürünmüş bu dünyada hepsinin önüne geçip, çiçekli şapkasıyla yürüyen bir kadın. Çeliğin, demirin, beton gökdelenlerin önünde bir yaya. Hıza, yetişmeye çalışana, “bir dur, bir düşün” demek istedi belki de… Doğanın sesi, doğanın gücü kadın. Hepimiz tek tek seslendik, “ezileceksin kenara çekil” Hepimize tek tek “sana ne” dedi… Biz de deli olduğunu, birbirimize bakıp onayladık; “kafayı kırmış”… Ama belki de bugünlerde tüm kadınların yapması gereken buydu; ezilmek pahasına bir anlığına trafiği yavaşlatmak… Bir anlığına da olsa akılla mantıkla yürüyen mükemmel dünyamıza duyguyu hatırlatmak…

Bugün Sekiz Mart. Bir kadın kendini hatırlattı.

Yazan Tersla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Hava Özcan ile “Mavi Kelebekler” Üzerine Söyleşi

Otuz Beşlik Rakı