Eleştirmenlerinin kendilerini dalgaların kıyısından sahipsiz eşyalar ve kırık deniz kabukları topladıktan sonra arkadaşlarına “denizin neye benzediğini” göstermek üzere eve koşturan çocuk gibi hissetmesine sebep olan belirli büyük yazarlar vardır.
Bu heybetli ruhun muazzam anlamlılığı ufak bir denemenin alanı dâhilinde aktarılabilecek denli kolay değildir.
Ancak eğer mütevazı bir “okuyucuya tavsiye” şeklinde görülebilirse, yine de bir şeyler yapılabilir.
Birisinin kendisine Rabelais’nin lezzetinin bu denli sınırlı olup olmamasının gerektiğini sorması bir yazıklanma mıdır yoksa engin bir avantaja mı karşılık gelir? En azından onu burada yıkmanın hatalı bir biçimi ya da maskesinin düşürmeye dönük herhangi bir idealleştirme yoktur.
Rabelais’nin okunması herkes açısından kolay değildir ve muhtemelen oldukça kolay olanlar açısından da Rabelais daha çok şifa niyetinedir. Bu çılgın dünyada eksikliğini duyduğumuz şey nedir sevgili dostlarım? “Cesaret” olabilir mi? Pekâlâ, Rabelais bütün yazarlar içinde bize bu cesareti verenlerin en iyisidir. İşte ancak bu cesarete sahip olduğumuzda varlığın gelgiti bizleri nasıl da sürükleyebilirdi – ve ondan sonra artık ne sızlanmak ne de korku!
Rabelais’yi okumak, sanki herhangi bir şeye tahammül etmek üzere yeryüzü tanrılarından ruh devşirmektir. Şüphesiz, yarattığı sarhoşluğun sembolleri olarak şarabı ve her tür sefih içkiyi kullanır. Hayatı bu oranda yudumlamak –tanrılar nasıl yudumluyorlarsa öyle yudumlamak– üzere “teslim olmuş sarhoşlar” olmamız gerektiği için. Sarhoş olmalıyız ancak deli değil. Rabelais’nin yarattığı ruhsal sarhoşluk dâhilinde, cinnetin en ücra dokunuşları olmadığı için. O bütün büyük yazarların en aklı başında, hatta muhtemelen tek aklı başında olanıdır. Bizimle iletişim kurmasının gücü sayesinde sahip olduğu şey, tek başına bu canavarca dünyayla kafa bulmayı mümkün kılan bu “psikolojik enerji”nin yenilenmesidir. Diğer yazarlar şeyleri yorumlarla ya da bizi şeylere karşı uyarırlar. Rabelais bizim elimizden tutar, bize sonsuzluk adar, derin olan hayatın kadehini gösterir ve bizi içmeye ve tatmin olmaya davet eder. Eğer “şarap” böylesi bir susuzluğun böylesine giderilmesine dönük bir sembol değilse, daha başka neyi kullanabilirdi ki. Ve şarabın ardından, seks. Seksi Rabelais gibi konu edinen, tamamen konu edilmesi “gerektiği” gibi konu edinen bir başkası yoktur!
Walt Whitman bu meseleye kafayı oldukça takmıştır; oldukça üzerine gitmiştir – Rabelais onun keyfine varır, onunla oynar, ona batar, onun içinde yüzer ve ardından kocaman bir kahkahayla silkinir ve ona Şeytan’a gitmesini emreder!
Dünya er ya da geç bu hale –ahlaksızın ve erdemlinin kafa karışıklığına– gelmek durumundadır!
Erdemli ve ahlaksız hakikaten iyi bir işbirliği içindedir –ve her ikisi de kahkahayı sevmez. Cinsel oynaşma ya şehvetli kahkaha tarafından dalga geçilmenin konusu olacak biçimde çok ciddidir ya da hepsine gülünecek denli çok mutsuz ve acınacak haldedir. Birkaç yüzyıl içinde insan ırkı kesinlikle seks komedisi dâhilindeki grotesk bileşenlerle dalga geçmeye dair mutlak hakkının farkına varacaktır ve böylesi bir kahkaha fazla “erdem” ve fazla “ahlaksızlığın” yarattığı havayı temizleyecektir.
Şarap onun bize miras bıraktığı geniş, aklı başında ve cömert ruh halinin ilk sembolüdür – hayatın şiirine odaklanma, onunla alevlenme ve ona meydan okuma ve onun ebedi gençliğinin ilk sembolü.
Ancak o bir sembolden fazlasıdır – o bir ayin ve bir kabuldür. O dünyanın tekrar vuku bulan baharında yükselen kaynak suyudur. O, yaratıcı gizemin sızıntısı ve en mükemmel örneğidir. O sabahın çocuklarının kanıdır. O cennet tarlalarındaki çiğdir. O, mezarların üzerinde dans edenlerin ayakları üstündeki kırmızı güllerin ışığıdır. Şarap, bize, insanlarla ve şeylerle ve fikirlerle başa çıkmamızda gereken mutlak cömertlik ve aklı başında sarhoşluğun, geniş ve sakin sıcakkanlılığın nasıl var olduğunu göstermeye dönük bir işarettir. O, şehvetli hayalciler için yeryüzünün yüksek sesle ilan ettiği bir işarettir. O hakikatin hakikatinin çalışma ve keder değil, keyif ve mutluluk olduğunun bir işaretidir. O, tanrılar ve insanların yüreklerinin arzusunu keyif, zevk ve görkemli bir özgürlükle tatmin etmeye hakkı olduğunun bir işaretidir. Ve Rabelais eti de şarabı kullandığı gibi kullanır. İnsanın kalbini güçlendiren yiyecekler (Bolonya sosisi, domuz pastırması ve aklınıza ne gelirse) gibi bu da bir sembol ve bir ayindir. Ve dahası bu, Rabelais’nin Ütopyacı Teoloji’nin yanı sıra büyük bir tıp doktoru da olduğu hatırlanırsa, daha da doğrudur –ve onun deneyimli müsamahakârlığıyla mide, bütün sanatların nihai efendisidir! Rabelais’e seksin aynı referans ve aynı mizah dâhilinde et ve şarap gibi ele alındığının anlaşılmasına izin verin. Neden olmasın? İnsanın bedeni Cebrail’in tapınağı değil midir? Bu, içinde ve dışında saygıda kusur edilmez ve kutsal ve nihayet aynı zamanda büyük ve aşikâr bir saçmalık değil midir?
Rabelais’nin seksi ele alış biçiminden en fazla zarar görenler, iflah olmaz ahlaksızlardır. Gerçekten günahkar, şehvet düşkünü insanlar, yani kindarlar, alçaklar, soysuz ve insaniyetsizler, tam da onun seks zevkini çok cömert, çok neşeli, çok doğal, çok meşru hale getirmesi nedeniyle, bunların karanlık hastalıklı sapık doğalarının onun üzerinden daha fazla keyif alamamaları nedeniyle onun huzurundan hızla kaçarlar. Bunların şehvetleri ve şehvet düşkünlükleri, soğuk ve ölü bir Saurian şeyidir, bir solucanın önemi kadar önemi vardır–ve bu büyük kahkaha ve cömert bilge kişi, bir kere âşıkane ve mutlu insanlarının soylu ekibiyle, bu Gölgeyi-sevenlerle, bu Serkeşlerle, bu Cinsel Duygusallarla gün ışığına çıktığında, ayıpla kıvranır ve daha derin bir karanlıkta sığınmak için yol arar. Ne kadar da zoraki ve insanlık dışı; ve hatta ne kadar çılgınca ve anlamsız diye de eklenebilir –Nietzche’nin “ahlaki ahlaklılığıyla” aşağılanan yüksek, soğuk, dudak bükülen aydan yukarıya yükselme hâli, bizim zavallı etimizi ve kanımızı cezalandırıyor. Dindar insanlar arkadaşlık etmenin ardından sonra yardım için Zerdüşt’e dönülmektedir. Ama Rabelais’nin ardından bu müthiş psikolog bile bize çarpık ve “cılız” görünmektedir.
Unutulmamalıdır ki, şiddetle istediğimiz şey, cömertliktir. Cömertlik olmaksızın cesaret, ancak Cehennemde dizlerini döver.
Burada cömert biçimde konu edilen et ve içki ve seksin yüksek zevklerinden, Rabelais’nin çalışmasının bir diğer yüzüne dönmek durumundayız – onun dışkıya dönük eğilimine. Bu aynı zamanda, her ne kadar çoğu kişi bunu kabul etse de, sembolik bir sırdır. Bu aynı zamanda bir kabul (inisiyasyon) yoludur. Bu acayipliğiyle Rabelais dünya yazarları arasında tamamen yalnızdır. Diğerleri, çeşitli nedenlerle bu tür şeylerle yüzeysel biçimde ilgilenmişlerdir –ama hiçbiri hiçbir zaman bütün dünyanın hayvani reddinin kokusu yıldızlara ulaşana değin gübre yığınlarını üst üste koymamışlardır! Bu şeyden pişmanlık duymak ya da onu ıslah etmek için en ufak bir sebep dahi yoktur. Aynen yaşamın sadece yaşam olmaması, onun dışında bir şey olması gibi Rabelais de Rabelais değildir.
Belirli nevrotik karakterler açısından bu, doğrusu, “kurtuluş” yolunun ta kendisidir. Bu gerektiği gibi anlaşılmakta mıdır? Hayatın boktan yanından iğrenerek korkunç biçimde acı çeken insanlar vardır –ve bunlar sıklıkla nadir karakterlerdir ve bunlar bazı zamanlarda oldukça ahlaksızdırlar da. Swift bunlardan biriydi. Onun yazdıklarındaki “tiksinti”, böylesi bir iğrenmenin alışıldık sayılabilecek patolojik bir biçimidir. Ancak Rabelais, Dean Swift değildir –ne de aralarında en ufak bir benzerlik vardır. Rabelais, kendi mizah anlayışının her şeyi saran sıcakkanlılığının muazzamlığıyla, bizi gerçekten iğrenmekten kurtarabilir.
Kuşkusuz bu mesele hususunda Whitman’ın mezarlık hevesini daha özgür bir Rabelaisçi dokunuşa tercih edecek olan insanlar vardır. Kendi kişisel tecrübemin bununla hemfikir olduğunu söyleyemem.
Ben her iki büyük adamı da paha biçilmez olarak görürüm ancak bence işin Cloaca Maxima tarafıyla uğraşmak endişe verirken, Rabelais ilham vermede daha cesur olmuştur. Bu ufak meselelerde söylenebilecek tek şey, “bazıları Rabelaisci doğar ve bazıları ise Rabelais’nin kendilerine güven vermesine ihtiyaç duyar!”.
Bizlerin, şu karasal fanilerin içinde, dünyevi durumumuzun “her safhası”nda hangi yaratıcı kullanımı gerçekleştirebileceğimizi söyleyen şey kesinlikle bilgelik midir?
Hayal etmek, var olan her şeyle oynama hakkına sahiptir; ve mizah, var olan her şeye gülme hakkına sahiptir. Hayattaki her şey kutsaldır ve her şey muazzam bir jesttir.
Bazılarının tahammül etmeyi çok zor buldukları şey, et ve içki ve seksin muhteşem ayinleriyle birlikte hayatın bu boktan manzarasının birliğinin ta kendisidir. Korkmayın küçük dostlarım! Büyük ve şakadan anlayan tanrılar bunu da ayarlamışlardır ve hiçbir cesur, cömert, aşıkane “güneş yanığı” duyguya bundan böyle, böylesi birlikler tarafından zarar verilmeyeceğini görmüşlerdir! Eğer bir insan bunlar tarafından zarar görürse, bu sadece onların büyük doktorun faydalı iç boşaltıcı ilacının acıklı biçimde ihtiyacını duyduklarına ilişkin bir göstergedir! Bu kitapların güncel içerikleri üzerine konuşulması söz konusu olduğunda, eleştirinin kendisi artık Garagntua’nın ağzını ödünç almak zorundadır.

Ne karakterler ama! Üç muazzam dev kral Graugousier, Gargantua ve Pantagruel – hiç böylesi krallar görmüş müydünüz? Ve bu asil efendilerin asil hizmetkârları! Bütün atmosfer, dünya üzerinde bir insanın yaşamının olması gerektiği kadar çok geniş, çok hayat verici, çok nazik, çok tatlı huylu ve çok bütünlüklü.
Friar John’un askeri istismarları dahi, Panurge’nin düzenbazca hileleri dahi bu sevgili kabadayılara, bu olgun ve alicenap afacanlara dönük şefkatimizi ortadan kaldıramaz! Rabelais’teki belirli paragraflar gündelik biçimde aklımıza gelir. Baştaki Sokrates övgüsü ve dışarıdaki “Sessizlik olarak adlandırılan küçük kulübelerin” betimlenişi, süslemeyi oldukça grotesk kılmaktadır ancak içinde amber, mir ve her çeşit ender bulunan kokuyu da taşır.
Ve cemiyetin “öğlen yemeği sohbetine daldıklarında ve büyük kadehleri tokuşturmaya, ortalığı konuşmalarıyla çınlatmaya, tavla atmaya başladıklarındaki resmi; bana Yunan şarabından, o cömert şaraptan, o iyi şaraptan, Lacrima Christi’den, birinci kalite olanından hakkımca doldur!” ve hepsinin ötesinde, kapısının üzerinde bilge Ütopyacı Hıristiyanların yüreğinden asla uzak tutmadıkları sözlerin, engin sözlerin, felsefi sözlerin, en keskin Kabalistik sözlerin ve sadece “âşıkların” anlayabileceği sözlerin yazdığı kutsal Thelma Manastırı –“Fay que ce Vouldray”, Sen de solacaksın!
Rabelais’yi ahlaksız soytarı olarak adlandıranların –şarlatanların bile en bayağılarının– ona dair bildikleri pek az şey vardır. O insanlığa geri dönmüş ender ruhlardan biridir. Onun kitabını açmak –onun Cennet’e yükselişinin bütünlüğünün şiddetine rağmen–, dünyayı iyileştiren o ilahi parmaklara dokunmaktır.
Onun “tarzı”, büyük okyanusvari öğrenme ve sofuluk ve müstehcenlik ve muazzam cümbüş yığınları nasıl da dürüst yeryüzünün kokusunu taşır!
Bütün muazzam âlimliğiyle birlikte o Touraine’daki kendi köylü halkına karşı en zengin, en büyük insani etkilerine güvenmeyi nasıl da sever! Kırsal kesimin atasözleri, meyhane jargonunun bilgeliği, hurafelerin kurnazlığı ve fantezisi, çiftçilerin ve şarap üreticilerinin ve keçi ve kaz çobanlarının kurnaz dünyevi mizahı –bunlar onun kendi görüşünü, ilhamlarını ve cesaretini damıttığı şeylerdir.
Aynı zamanda –bunu gözlemlemeye kim yardım edebilirdi?– yazdıklarının büyük kısmı hakkında belirli bir geniş ve patriarkal kaba sabalık da mevcuttur. Gargantua, öncesinde de köpeği Panurge’nin evliliği tartışılırken yemek salonuna girdiğinde ve oradakilerin hepsi onu selamladığında; Gargantua Pantagruel’e veda ettiğinde ve kendisine oldukça bilgece ve şefkatli bir takdis sunduğunda, bu dokunuşlar, İncil’in belirli pasajları misali akılda kalır. Bunlar “yapmacık suratlarıyla” estetik dangalakların kolayca göz ardı edeceği ve anlamayacağı ancak iyi sıradan arkadaşların –Rabelais’nin de “dürüst dostlar” dediklerinin– tarafından kalbinden vurulacağı şeylerdir. Bu baş belası dünya ve “le grand Peut-être”in muammasının karmaşası içindeki bir insan için o esas soruyu “ben Rabelais’nin inancından bir Hıristiyan’ım” şeklinde yanıtlamak nasıl da gururludur.
Böylesi bir ustanın büyüsü altındaki böyle biri keyifsiz ve üzgün olanları avutmaya ve onların kulaklarına şu kozmik sırrı –-“Bon Espoir y gist au fond!” / “Umut aşağıdadır”ı– fısıldamaya muktedirdir. Herkes için, en iyiler ve en kötüler için –bu kaotik ortaoyununun bütün sefil karmaşası için “Umut”!
O halde “melekler ve başmeleklerle birlikte” başımızı eğip selam vermemize ve çenemizi tutmamıza izin verin. Rabelais’nin büyük ruhların saygı duyduğu dini duygunun iyi yürekliliğinden yoksun olduğunu sananların Pantagruel’in yolculuğu sırasında Kurukafayla (Death of Pan) konuştuğu pasajı okumalarına izin verelim. Denizcilerin karada ve denizde işittikleri muazzam “Paloda’dan geliyorum” ağıtı hakkında çeşitli sözler söylendi, çeşitli açıklamalar yapıldı. Nihayet Pantagruel’in kendisi konuşur ve onlara, kendisine göre bunun Kudüs’ün Kâtipleri ve Müritleri ve Papazları itaat ettiği Onun ölümünden daha az bir şey ifade etmediğini anlatır. “Ve ona, onda hepimizin olduğu ya da sahip olduğu ya da umduğu şey olduğundan, Yunanca’da “Hepsi” anlamına gelen Pan adını verdi. Ve bunu söylemesiyle o, sessizliğe gömüldü ve yanaklarından devekuşu yumurtası denli büyük yaşlar döktü”.
Rabelais’yi okuyan ve onu seven herkes için, Rabelais’nin onların yüreklerinin arzusunu yerine getirebilecek Kutsal Şişesi’ndeki mistik şaraptan daha iyi bir dilek dilenemez. Doğrusu, “Kader” tarafından “istemsizce düşürülmemiş” mutlu kişiler, mutlaka izlememiz gerekenlerdir. “Harekete geçin arkadaşlarım” der garip Rahibe “ve Merkezi her yer ve Çevresi hiçbir yer olan Daire’nin sizi Onun Her şeye Kâdir korumasında tutmasını dileyin!”
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının birinci bölümüdür.
[Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]