Kadın cinayetleri diye bir kavram son yirmi yıldır dilimize yerleşti. Sosyo-ekonomik şartları kötü durumda olan sosyal çevrelerde daha sık rastlanan bu cinayetler, geçmişte de sık yaşanan ancak iletişim olanaklarının yaygınlığı ile şimdilerde daha çok haberdar olduğumuz bir dehşet.
Edebiyat çevresinden genç bir kadının intihar ettiğini duyduğum şu günlerde kadın cinayetleri üzerine düşünmeye başladım. (2019 yılı) Gerçekten kadını kim öldürür? O doğmadan evvel harekete geçmiş bir dizi toplumsal kural. Peki ya entelektüel kadınların intiharına ne demeli? Bence kadın cinayetlerinden hiçbir farkı yok. Köyde, kırsalda, “elimizi kana bulamayalım git başının çaresine bak” aktarımı ile eril silindirle ezilerek yetişen kadınlar için, bu baskı mekanizması her yerde her anlamda devam ediyor. Bu kimi zaman namus cinayeti aracılığıyla oluyor, kimi zaman da kadının erkekten bir adım öne geçişini hazmedemeyen iktidar horozumsuluğu yüzünden. Entelektüel kadına dönük olarak da kullanılan aynı yöntemler, Çin işkencesi benzeri devam ediyor. Bezdirme, yalnız bırakma, alıp başını gitme duygusu verme, kibar bir düzenek, psikolojik işkence. Savaş aynı savaş. Yöntemleri değişiyor. Peki kadın özellikle her kesimden namus cinayetlerine engel olabilecek bir dili, bir kurtuluş çaresini kendi “meşale” yaşamı ile ancak yaratabilen kadın ne yapmalı? Ölmekten daha tutarlı bir yol yok mu? Kocalarının doğrularıyla yaşamaktan vazgeçen hangi kadın evliliğini sürdürebiliyor? Özgürlük onun canının istediği yere kadar mı?
Bir dakika!
Kadının sık sık yapması gereken bu bence! Hop! Bir dakika orda dur! Kendi koşullarımda kendi gövdemin üzerinde, kendi ruhumla bugüne geldim. “Senin Allah’ın var da benim yok mu?” Kadın öncelikle kendine inanmaya başlamalı. “Bedenim bedesten değil. Benim üzerime kurduğun düşündüğün beni ilgilendirmez.” Alnının yıldızlı olduğunu unutmamak kadının yapacağı. Cesareti elden bırakmamak. Korkusuz olmak… “Üstesinden gelemeyeceğim hiçbir şey yok. Burayı bir savaş alanına çevirebilirsin. Sana duyduğum sevgi, bana üstünlük sağlayabileceğin anlamına gelmez. Koca, abi, kardeş, sevgili… Beni terk edeceğinizden ya da reddedeceğinizden dolayı endişe etmiyorum. Kendi varoluşumu kendi ellerimle kurdum. Seni yaratan Allah da benimki değil mi?”
Erkeğin kadına bakışında zihniyet değişmiyorsa kulakta küpe, kolda bileklik, dilde özgürlük argümanı… Kısacası çağdaş erkek görünümü hikâye… Kendi biricik sevgisinin sınırları içinde değil de toplumsal erkek bakışıyla düşünmekten kendini alamayan erkek, kadını değil, aslında en baştan kendini aşağılıyor. Bu acınacak bir durum ve elbette ki bunun için de yine bir kadın ağlıyor.
Bir ağaç sadece kendi döngüsüne odaklanmıştır. Meyve vermek, çiçek açmak, yeniden meyve vermek… Yaprak dökmek… Bir çalışkanlığın içinde minicik bir kurna bulur bulmaz balını işlemeye başlayan arı gibi kendi işine odaklanmalı entelektüel kadın. Her gün sokak ortasında öldürülen binlerce kadın için, bir aydınlık, bir aralık kapı böyle böyle oluşturabilir; “ben varım, siz de olabilirsiniz, alın yazınızı unutun, el yazınızı unutmayın” diyerek…
Yazımı tüm yazdıklarımı muhteşem imgelerle özetleyen bir şiirle bitiriyorum. Sylvıa Plath’ın Ariel adlı kitabından.
Dedektif
Yedi tepeden, kızıl karıklardan, mavi dağlardan
Geçip de içeri daldığında neredeydi o kadın?
Fincanlarını mı yerleştiriyordu? Bu çok önemli.
Pencerede durmuş dinliyor muydu?
O vadide tren çığlıkları yankılanır kancalara takılı canlar gibi.
Ölüm vadisidir o, ineklerin semirmiş olduğuna bakma.
Onun bahçesinde yalanlar nemli ipeklerini silkeliyorlardı
Ve katilin salyangoz misali, yana meyilli gözleri,
Parmaklarla, o bencillerle yüz yüze gelemiyordu bir türlü.
O parmaklar bir kadını duvara duvara,
Bir cesedi bir pipoya sıkıştırıyor, dumanı da tütüyor.
Burada, mutfakta yanan yılların kokusu bu,
Yalan bunlar duvarlara asılmış aile fotoğrafları gibi,
Bak bu da bir erkek gülüşüne bak hele,
Ölüm silahı mı ki? Ama ölen falan yok.
Evde bir kişi bile yok da ondan.
Cila kokusu, pelüş halılar var yalnızca.
Bıçaklarıyla oynayan günışığı bir de,
Radyonun yaşlı bir akraba gibi kendi kendine konuştuğu
Kıpkırmızı bir odada canı sıkılmış bir cani ışık.
Bir ok gibi mi geldi yoksa bir bıçak gibi mi?
Hangi zehir kullanıldı sinirleri tahrip eden,
İnsanı kaskatı kesen ilaçlardan hangisi? Yoksa elektrik mi?
Bu davada ceset yok.
Bu davada ceset söz konusu değil.
Bu bir buharlaşma davası.
Önce ağız yokluğu ikinci yıl
Rapor edildi doymak bilmezdi.
Ve ceza olsun diye kahverengi meyveler gibi
Kırışıp kurumaya bırakıldı.
Sıra göğüslerde bunlar daha sertti, iki beyaz taş.
Sütü sarı geliyordu, sonra mavi ve su gibi tatlı.
Dudakları yok değildi, iki çocuk vardı,
Ama kemikleri görünüyordu ay da gülümsüyordu.
Şimdi de kuru koruda sıra, bahçe kapılarında,
Kahverengi, anaç karıklarda, bütün malikânede sıra.
Havada yürüyoruz Watson.
Fosforla mumyalanmış ay var sadece.
Bir kargadan başka bir şey yok ağacın birinde. Not al.
1Ekim 1962
katılıyorum ??