Herkes bir anda bilmediği bir şeyin içine düştü. Rüya gibi. Geçmesini bekliyoruz ama bir türlü uyanamıyoruz. Sanki hepimiz büyük bir hafıza kaybı yaşıyoruz. Kriz zamanlarının gerçeği ortaya çıkarmak gibi bir özelliği vardır. Bu salgın zamanında da böyle bir şey oldu. Herkes kendini ve çevresini daha çok sorguladı. “Ben ne yapıyorum? Yanlış giden şeyler nelerdi?” Bütün bir ömürleri evlere kapanmış bir şekilde geçen insanları bu günlerde ilk kez gerçek anlamda daha çok hissederek düşündük.
Bu dönem filozoflar için sosyologlar için, sanatçılar için, insan ve tolumla ilgili varoluşla ilgili önemli çıkarımlar sundu. Ölebilen varlıklar oluşumuzun daha çok görünür oluşu, gerçeği görme gücümüzü daha çok ortaya çıkardı. Hayatımız söz konusu olduğu için, bizim için gerçekten önemli olanları, düşündük. Onlar için önemli olduğumuz kişileri… Geçek anlamda yanımızda olanları… Dede Korkut Hikâyelerinden birinde olduğu gibi herkes kendi bireysel varoluşunun çekirdeğine yöneldi. Kime gitsek bizim için canını verirdi? Gitmesek daha iyi olurdu… Gittiğimiz andan itibaren, daha sorarken belki de ona bulaştırdığımız hastalık yüzünden bize canını veremeden ölmüş olurdu… İşte felsefenin düşünmesi gereken; yaşayan herkesin birbiri için bir anda tehlike oluşu… Ayrıca bu hastalık her şeyden önce bizim için zamanı ve mekânı ön plana çıkardı. Zaman ve mekânla ilgili düşünmemiz gereken şeyler neler? Şimdiki zaman ve şimdiki mekanı kaybetmiş bir şekilde yaşıyorduk belki de çoğu zaman…
Deprem ve bulaşıcı hastalık, evlerimizi odak noktamız haline getirdi. Her ikisi de sinsi iki tehlike… Nerden saldıracağı belli olmayan… Ne zaman geleceği belli olmayan… “Belirsizlik” “önünü görememek” “gelecek kaygısı” Bizim dışımızdaki bir şeyler, elimizde olmayan bir şeyler, bizi edilgenleştiren, bizi tutsak kılan, düşünce ile artık kendi varlığı ile bir şeyleri eğiştirebileceği bilgisinden insanı mahrum eden bir şeyler oluyorsa, sürekli, düşünmemiz gereken konu bu yönde.
Teknoloji bugün mistik bir tarikat gibi. Hepimiz amaçlarımızı unutup araçlara kilitlendik. Çaresiz olduğumuz, her gün bize çaresiz olduğumuz söylenip duruluyor. Her gün salgının ne korkunç boyutlara ulaştığı… Sanki görünmez karanlık asfalttan bir su var evler arasında akan. Bu yüzden evlerden çıkma deniliyor. Onu gören gerçek olduğunu anlıyor. Belirtilerini yaşayan eve kapanan… Macbeth tragedyasındaki cadıların fısıltıları gibi yayılıyor… Sanki konuştukça onu var ediyoruz, gerçek kılıyor, yayıyoruz… Kötü bir kehanet gerçekleşiyor sanki… Bilimin çözümü konusunda güçlük çektiği, çaresiz kaldığı durumlar insanları iki şeye yönlendirir. Mistisizm ve kehanet…
Üstesinden gelebiliriz. Yeryüzü alt üst olsa dahi ümitli düşündüğümüz bir an ile başkasına verdiğimiz ümit dolu güçlü bir bakış ile bir anda fotoğrafı değiştirebiliriz. Kara su biz karanlık konuştukça çoğalıyor. Yorgunluklarımızdan, karamsarlıklarımızdan besleniyor. Birbirimize sataşmamızdan, birbirimizi hırpalamamızdan besleniyor. Güneşin açıklığını var ederek, yani ümidi, sevinci, birbirimize güç vererek üstesinden gelebiliriz.
Bu hastalık bize ne dedi? Irk dil din zengin fakir, meslek ayrımı gözetmeden, hepiniz birsiniz kardeşim, birbirinize güvenin dedi. Eğer başkasını da kendin gibi görmezsen o başkası sen olursun; yabancıladığın, hasta ettiğin… Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için… Tüm dünya tek bir ülkeye dönüştü; yerin altını üstüne getirip bereketli topraklara gökdelenler dikersen, sekiz saatini ferah geçirmek üzere planlanmış evler yaparsan, sokak biter bir gün. Karbon seviyesini artırıcı yakıtlarla iklimler biter… Hastalık tıpta bir uyarı anlamındadır. Vücut sinyal verir. Bozulmuş bir denge demektir. Mükemmel doğal yapımızı korumaya yöneliktir. Doğanın dengesini bozduk ve biz de doğanın bir devamı olarak bozulduk… Şimdi araladık iyiyi kötüyü. Birimiz hepimiz hepimiz birimiz için… Ben neysem sen de osun. Tek başına kurtuluş yok. İzolasyon var. En mükemmel evler ile gecekondular söyleşti: ”Ne olacak bu çarpık mimarinin hali?” Masalsı bir dünyada yaşamaya başladık. İşaretleri yorumluyoruz ve kişisel mitlerimiz var. Sanki bir anda yabancı bir yere gitmişiz. Yeni gelen yabancıyız en yakınlarımızın arasında. “Uzak dur yaklaşma.” Bu yüzden olsa gerek tüm bağlar sorgulanır oldu. Sanki bir anda dünyadaki bütün rollerimizden soyunduk. Korku ve kaygı insanı aşina olduğu her şeye yabancılaştırıyor. Kedi sahiplendik çoğumuz karantinalarımızda ve kedilerimiz hakkında konuşuyoruz. Çünkü dil geri dönülmez bir biçimde çakıl taşlarına dönüşmüş durumda. Parlak cilalı taş devrine tüm dünya olarak bir anda geri döndük sanki. Onca gelişmiş teknolojinin ortasın baş edemediğimiz bir virüs başta dilimiz olmak üzere… (Covid covid covid dedikçe birbirimizden kaçasımız var) her şeyimizi tarumar etti. Ya da mükemmel sandığımız her şeyimizi…
Dil her şeydir. Salgın sözcüğüne bakalım. Salgı, akan, yayılan, yürüyen giden… Pandemi… Pan, hepsi tamamı, kapsamak, bürümek… Tespit… Eldiven, el… Ekran… Korona. Korona şüphesi… Covid… Test… Tekrar… Temas… Mesafe… Karantina. Salgın. Pozitif. Negatif. Tedbir. Ev. Yasak. Sosyal mesafe. İzolasyon. Alkol. Kolonya. Sabun. Filyasyon. Çamaşır suyu. Güneş. D vitamini. Kuyruk. Kalabalık. Yalnızlık. Sağlık. Sağlık Çalışanı. Korumak, korunmak, aile… Hastane, özel hastane, çevrimiçi eğitim, okul… Online… Canlı… Ölü… Zoom… Eve servis, çevrimiçi toplantı… Cenaze… Hijyen… Hasta… Vaka… Dezenfektan, maske, hikâye, gönderi, durum yorum paylaşım… Duramıyorum… Yoruldum…
Halsizlik… Nefes darlığı… Tat koku kaybı… Yüksek ateş… Aile içi şiddet. Kadına yönelik şiddet. Sokak. Avm. Cinayet… Market. Cinnet… Sinema, tiyatro, konser, etkinlik… Açık hava… Tüm dünya aynı dili konuşmaya başladık birden. Sağlık tüm dünyanın ortak dili. Hepimiz sosyal medyalarımızda kedi köpek evcil hayvanlarımızı paylaşmaya başladık. Et yememeyi; hayvanların kaslı, kemikli değil de hisli varlıklar oluşunu ilk kez bu kadar çok duyumsadık. İnsanlar, hayvanlara, ağaçlara, kitaplara ve sanata daha çok yöneldi.
Sanki bir kötü şey, bütün kötü gidişatları, çürük temelleri ortaya çıkardı. Belki de tüm bu olanlar için bir suçlu aradığımız için. Belki de sokağa çıkma kısıtlamaları ile birlikte daha çok evde kalıp, önceden pek de üzerinde durmadığımız konuları derin derin düşünme fırsatı bulduğumuz için. Ruhumuzun girmeye cesaret edemediği arka odalara girdiğimiz için.
“Kimlere haksızlık ettim, kimler bana haksızlık etti?” Tüm davranışları irdelemeye başladık… Yalnızlığın yankısı büyük olur. Belki biraz da abartarak…
Geniş alanlar varsayılarak kurgulanmış evlilikler tökezlemeye başladı. Birbirini tanıyormuş gibi devam eden aslından yarıdan çoğu iş, anlaşma, mantık olan evlilikler çatırdamaya başladı…
Bu gözle görülmez tehlike, herkese bir yüzleşme sağladı. Herkes kendi içindeki sahnelere çıktı.
Şimdi ne yapıyoruz? Kimimiz çareyi geçmişe saklanmakta buldu. Kimimiz yaptığımız işlere baktı. Bu boşluk bir şeyleri harekete geçirdi.
Yürüyüşle düşünceler düşer giderdi. Ama şimdi otururken, yatarken, evin içinde sınırlı bir alanda gezinirken hiç de kaçıp gitmiyorlar. Ekranlar ölü sayılarını haber verirken biz de içimizdeki cesetlere daha çok bakmaya başladık. Mekâna yerleştirilen düşünceler takıntılara dönüştü. Her gün aynı odada uyanıp her gün aynı şeyi düşünmek… Oysa hareket düşünceyi dağıtıyordu. Açılmadık defterler açıldı. Zamanlama, bir strateji biçimi olarak kullanılmaya başlandı. Sosyal medyalardaki kimliklerimizle, bir gazeteymişiz gibi kişisel mizanpajlarımız oluştu… Çünkü kapanmayla birlikte kullanımı artan cep telefonları ile herkes muhabir ya da sürekli yayın yapan bir radyo istasyonu gibi yaşamaya başladı. Herkesin konuştuğu ama kimsenin birbirini dinlemediği bir uğultu istasyonu virüs yayını yapıp durdu.
Sanki hepimize, “senin için önemli olanları ayıkla” dedi bu salgın. Sokağa çıkma kısıtlamaları ile birlikte önemli olanı düşünmeye başladık. Önemli olan, daha az önemli olan… Salgın öncesi nasıl yaşıyorduk? Çağımız uzun süredir bir seçme çağı… Görsel dünya, sosyal medya, bizi seçerek bakmaya alıştırdı. Giderek seçmenin kendisi bir yaşam biçimi oldu… Bu çağ daha çok yararcı bir çağ… “Sil, takip et, senin için önemli olanı al… ” Bir şeyleri çabuk gözden çıkarmaya ve unutmaya alıştık. Pişmanlık etkisini yaşayamaz hale geldik çünkü bunu yaşayacak zaman yok. Bir günde büyüyen tavuklar gibi duygulardan duygulara geçiyoruz hızla… Hızlı bir seçime zorlanma var.” Hadi, hadi… ” Sanki trafikte gidiyoruz… Bir mevsim kadar kalıcı en azından, duygular hep birden vaka sayısına odaklanınca ortadan kalktı… Mutluluk haftası mı yas haftası mı panik haftası mı olacak, bekliyoruz. İlk kez bir toplum olarak bir kişi olduk sanki… Toplum ruh sağlığını belirleyen şey salgının iyi ya da kötü gidişatı… Kendi gündemimiz yok neredeyse…
Daha çok market, avm kişisi olduk, bizim için acil olanı hızlıca alıp orayı terk etmek… Salgınla birlikte işte bu ayıklayan kafa daha çok devreye girdi. Eşyalarımızı gözden geçirdik, yalın bir yaşamın da mümkün olduğunu gördük.
Gerçekten insanların birbirlerine güzel yaşanabilir kıldıkları bir dünya mümkün müdür? İyilikle genişleyen, her zorluğu bir iyilik yapma fırsatı olarak gören insanların yaşadığı bir yer mümkün olabilir mi? Doğanın kızıp öfkelenip patlamadığı, insanların birbirine iyi davrandığı, herkesin tüm yeryüzü kaynaklarından eşit faydalanabildiği, herkesin eşit şartlarda yaşayabildiği, kimsenin ağır işlerde ezilip genç yaşında hastalanmadığı…
Doğduğumuz günden beri bir telaş… Her şey ne zaman başladı, ne kadar geriye gidebiliriz? Belki de bir şeyler en baştan ters gidiyordu. Kulak arkası edilen yeterince önemsenmeyen günü kurtarmaya bakılan bir şekilde yaşayıp gidiyorduk… Birileri yüksek sesle bağırdığında da “bu da nerden çıktı?” diyorduk… Derken derken kimimiz bir yer edinme telaşına düşmüştü… Kimimiz kibirli, kimimiz varoluşunu yerle bir eden özgüven eksikliği, değersizlik duygusu ile baş edemediğimiz sorunlarımızı çuvallara tıkıp iyiymiş gibi yapa yapa gidiyorduk… Her yer, her sistem çürümüştü belki de ama kimse birbiri ile ilgilenmediği için kimsenin birbirinden haberi yoktu. Dünya koca kızgın bir narsizm topu haline gelmişti. Bir gün bir yerde bir çöküş başlayınca her yer çatırdadı… Belki de bütün mesele düştüm diyebilmekti. Bir gün biri düştüm diyebilince düşmeyi gururuna yediremeyen herkes cesaret buldu… Topluca düştük.
Belki hayatın doğası böyle. Belki hep mutluluk beklentisi içinde olmak hataydı. Belki masallarla büyüdüğümüz için iyi insan olmanın bedeli olan mutluluğun bir yerde karşımıza çıkacağını bekledik hep…
Hayat ne zaman bizden etiketler istedi? İnsanlar ne zaman bizleri mesleklerimize başarılarımıza göre yarıştırdı. Var olma telaşı. Önemsiz biri olmaya katlanabiliyor muyuz? Niçin birbirimizi nereden yaralayabileceğimizi düşünüyoruz? Nasıl bu hale geldik? Sosyal medya yapay bir dışsallık yarattı. Önceden içsel varlıklardık ve kendi hikâyemizin biriktiğini, düşünsel auramızı hissedebiliyorduk. Şimdi fotoğrafların sıralanışından, söylenen sözlere kadar, her şey birbirine karşı dolaysızlığını, açıklığını, doğrudanlığını yitirmiş durumda… İçimizde olması gereken dünyanın dışımızda oluşu yüzünden içerde kof bir devamsızlık yaşıyoruz… Buna nasıl yasacağımız konusunda artık sınırlı plan yapabiliyor oluşumuz, dışardan haber bekleyerek yaşayışımız da sebep olmuş olabilir.
Bu hastalık tamamen bittiğinde bazı günlük yaşam alışkanlıklarımız değişecek. Birinci derecede yakın kişiler dışında sarılmak, öpmek toplumsal hayattan kalkacak. Bir saygı biçimi olan tokalaşmak da kalkacak. Tiyatrodaki selamlaşma ya da Japonvari eğilerek selamlaşma yaygınlaşacak belki de…
Bu hastalık bittiğinde iyi bir şeyler kalacak; hiç kimsenin yapmayı tercih etmeyeceği meslekleri yapan kişilerin, eldiven maske kullanmayı alışkanlık haline getirecek olmaları belki de… Yere tükürme alışkanlığının ortadan kalkacak olması belki de… Toplu taşıma araçlarında maske kullanımının kalıcı hale gelmesi…
Sanki bir mola. İnsanlık molası. Herkes aksayan tökezleyen yanlarına bakacak ve sonra yeniden yaşam şansı verildiğinde olmuş olarak çıkacak. Belki normal hayatımızın güçlükleri artık çocuk oyuncağı gibi gelecek. Belkide en baştan böylesine zorluk içinde yaşayanlar, yani hayatlarında hiçbir değişiklik olmayanlar içinde boğuldukları o normali özlemiş olacaklar…
Sıradışıların sıradanlığa duydukları özlemle, zaten sade yalın yaşayanların zorluklar karşısında geliştirdikleri kuvvetleri birleşince belki de yeniden ortaya çıkan dünya eskisinden çok daha güzel bir kıvamda yaşanabilir bir yer olacak.
Bir öğretmenimiz “çocuklar dokunmak sevmek demektir” derdi. Şimdilerde neredeyse bir silah olan dokunmak… Gelecekte de nadir olacak. Bu yüzden insanlar sözel alanda kendilerini ifade etmenin yollarını daha çok arayacaklar. Bu da kitap okumanın artacağı anlamına geliyor.
Korona mıyım? Korona mısın? Korona mıyız? Okullar durdu. Cümle içinde kullanıp durduğumuz, hecelerine böldüğümüz tek sözcük kaldı. Corona… Türkçe söyleyişi ile Korona…
“Başınıza bir taş düşsün işte buna dert denir…” diyor Erasmus “Deliliğe Övgü’ de. Görünmeyen bir dertle savaşmaksa zor. Koronavirüs böyle. Korkularımızın beslendiği bir hayalet gibi. Soğukkanlı, mesafeli düşünüp hareket etmekle yenebiliriz.
Kendimi mi koruyorum seni mi? Kendimi korurken seni nasıl koruyorum? Ben kendimi korurken sen beni koruyorsun. Ben kendimi korurken seni koruyorum. Öyleyse sen bensin ben sen.
Bu süreçte sanatı nasıl etkiledi? Lars Von Trier-Jorgen Leth yönetmenleri olduğu Beş Engel adlı bir film var. Yoksunluk arttıkça, malzeme sadeleştikçe daha yoğun bir eser ortaya çıkıyordu. Bu süreçte yaratıcılığı daha az malzeme ile daha yalın daha yoğun olana doğru düşünmeye zorlayarak daha etkileyici eserler ortaya çıkmasına vesile olabilir.
Sanatın bilime katkısı benzerlikleri bir araya getirerek bilim için ufuk açması. Sezgisel anoloji kurması. Özünde bir hesap kitap işi olan ama hesaptan tamamen uzakmış gibi görünen sanatın işlevi burada ortaya çıkıyor. O bilimin bütün renklerine sahip. Ama tıpkı hızla döndüğü için BEYAZ sarmalında kaybolan bir sarkaç gibi. Her şeyi bilimden önce sezgi yolu ile kavrayabiliyor ancak bunu, yani onun ne yaptığını açıklamak bilime düşüyor. Leonarda Vinci’nin, Dürer’in resimleri, ya da Van Gogh’un resimleri, Tarkovski’nin filmleri düşünüldüğünde ortaya çıkan mükemmellik insanı düşündürüyor. Bugün sanat eğitimi kavramından söz ediyorsak bu bilimin çabası.
Filyasyon ekiplerindekilere kapı arasından uzaylı görmüş gibi bakan, ne olup bittiğini anlamayan çocuklar… Birden hayatları duran ve kendilerini sadece büyümeye bırakan çocuklar… Büyümek biraz da ne olup biteceğinin bilinmediği bir serüven olduğu için bir yanıyla da korkutucu aslında. Ama okulla, sokakla çocuklar büyümeyi hem mekânsal hem zamansal bir genişliğe bırakmış oluyorlardı… Boy atmak için gökyüzünün tavansızlığı, büyümek için sokağın duvarsızlığı güven verirdi çocuklara… Bugünün çocukları gelecekte nasıl olacaklar? Çocuklar, ellerinde akıllı telefonları, şimdi artık tamamen dijital dünyadalar; tamamen rüyadalar… Akıllı telefonlar, akıl, akıl, kural kural… Baş edilmez bir şeye karşı… Ruhun baş edilmez hali delilik, bedeninki bulaşıcı hastalık… Evlere hapsolmak hem de çocuk gözlere göre (kar, tipi, öcü) ortada gözle görülür hiçbir sebep yokken…
Kurabiye Canavarı adlı bir karakter vardı Susam Sokağı’nda. “Kurabiye Canavarı Kütüphanede” adlı bir bölümünde Kurabiye Canavarı kütüphaneye gider ve “bir tabak kurabiye ve bir bardak süt lütfen” der. Kütüphaneci, buranın bir kütüphane olduğunu, kurabiye ve süt olmadığını söyler. Önceleri kibardır. Ama sonra, sonra, Kurabiye Canavarı’nın değişmeyen “bir tabak kurabiye ve bir bardak süt lütfen” tekrarı üzerine, sinirden çıldırmış gibidir ve Kurabiye Canavarı’nı kütüphaneden kovar. Bu pandemi süreci bu bölümü hatırlattı bana. Hem isteklerimizle uyuşmayan koşulları açıkladığı için hem de aslında çözümsüz bir durumun içine düşmediğimizi gösterdiği için. Çare toplumsal kurallara en çok uymamız gereken bir dönemde olduğumuzu unutmamakta… Bireysel ve toplumsal sorumluluğunu yerine getirmekte. Hastalanmadan önceki tedbirde.
Bu hastalığın tüm dünyada çizdiği şekil bir ağaç… Temas ağacı. Temaslısının temaslısının temaslısının temaslısı… Derken en uç dallara çıkan görkemli bir insan ağacı toplum. Öyleyse tüm bu olup bitenlere doğanın intikamı diyenler haklı. Sen bensin ben de sen. Birbirimizden sorumluyuz, dedi doğa. Apartmanlar arasından akıyor gümbür gümbür bir ağaç nehri… Orman adam belirmiş bir ağaç topluluğu olarak gördüğümüz bir yerde… İçindeki bütün baltaları eline almış, içindeki bütün külleri bir torbaya doldurmuş, savuruyor… Belki de doğanın intikamı.
Sağlık çalışanları çocuklarından üzücü olayları saklayan anne babalar gibi hastalara yetişebilmek için hastalanmamaları gerektiği zorunluluğunu duyarak çalışıyorlar. Hayatta kalmanın mesleği olduğu için hiçbir zaman yeterince önemsenmeyen tam tersine hırpalanan bir meslek grubunun önemi anlaşıldı bu dönemde… Gece ile gündüz yerinde duruyor diye teşekkür edecek birini arıyor muyuz? Sağlık çalışanı olmak biraz öyle. Hayat devam ediyor diye, onun nefes almaya devam etmesini sağladınız diye, zaten yerinde olması gereken bir şeyi yerine koyuyorsunuz diye kimse size teşekkür etmiyor. Çünkü hayatta olmak gözle görülür bir şey değil… İyilik gibi… Hayat çadırının direkleri aslında sağlık çalışanları. Şimdi şimdi daha iyi anlaşılıyor bu durum…
Bizden sonraki insanlar nasıl yaşayacaklar? Bugün burada olmayan babaanneler, dedeler, neredeler? Gökyüzü ve insan beyni hala soru işareti. Hayvanlar hala soru işareti… Burada oluşumuz ve birbirimizi incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerle üzmemiz tüm bunlar karşısında ne kadar da basit… Gerçekte burada ne yapıyoruz? Gidişat nereye? Uzaktan doğruyu gözleyebilecek biri kaldı mı?
Düşünmek hayatımızda yer alıyor mu? İşlerin peşinden koşturmak ve işleri yapmak. Düşünmek bizden büyük mü? Peki arada durup nasıl olduğuna bakmayan araba gidebilir mi?
Ya süze süze çıktığımız yalın hayatlarla sapasağlam yeni bir hayat kuracağız ya da tıpkı virüs gibi ruhlarımız birbirine sataşıp duracak. Ateşi çıkan, öksüren bir ruhu kim ne bilsin? İşte asıl önemli olan bu karanlık içinde, içimizdeki güneşi unutmamak…