Seni toprağa ekecektim. Böyle iyisin ama büyük de olsa bir saksının içinde kaldın. Tıpkı benim mutfakta duruşum, bir odadan öbürüne geçişim gibi dar alanda kısa paslaşmalar yapıyor, cılız kökler salıyorsun. Saksı toprağın sana yetmezken köküne komşu yaptığım küçük sukulentlerle yan yana yaşıyorsun. Köklerin bunun için mi, toprağının azlığından, bir saksıda oluşundan mı gürleşemedi, kestiremiyorum. Etek uçları rüzgarda kelebekler gibi uçuşarak raks eden bir kadına benzettiğim minyatür çiçeklerini camdan sarkıtmalara doyamıyorsun. Oysa çok benzerlerini gördüm; toprağa sabitlenmiş, bodur bir ağaç kadar enginleşebilen benzerlerini. Bir tane bile çiçekleri yok üzerlerinde. Senin de meşgalen bu demekki. Yapraklarından vazgeçip mor çiçeklerle bezenmek. Renkli bir alışveriş. (büyük pencereyi açtım; yaşlı babaannemin buruş buruş, ince kemikli narin ellerine can suyu niyetine abdest suyu döker gibi, suyunu usulca verdim.) Bakmaya doyulmayan mor çiçeklerin bazen titreşiyor gibiler. Anladığım o ki bir anda parlayan güneşi kaçırmamak için acele ve ritmik dualar ediyorsun. Buna sevindim. Biraz Bilge Karasu okudum. Şimdi içerideyim. Sınıflandırılamayan metinlerin yazarı, olmayan bir resmi karşısına alıp konuşarak türlü türlü işler sarıyor okuyanın başına. Bir resim çiziyor; gerçekte var olmayan bir resim. Aslında var olmayan loş ışıklı lambayı görüyorsun, aslında var olmayan ve ayaklarına doğru koyulaşan şarap rengi eprimiş koltuğu, aslında olmayan ve hep bir şeyler bekleyen kadınları… Belki de bir şeyler beklemiyorlardır, belki de hiç öyle birisi değillerdir, belki resme bakanın kuruntularıdır bunlar diyor bir de. Ben de uyduruyorum ama sen varsın. Rüzgarın avucunda titreşen mor çiçeklerin gerçek. (tekrar yanına geldim. Toprağına iki izmarit sokuşturmuşum. – ne büyük hayasızlık-)
* * * * *
Gelin kadınlar dedim, pencerelere karşı durup kahveler içelim. Biz üç kadın, dallara tüneyen kuşlar gibiydik. Her birimiz kendi dallarımız olan mutfak camlarını açtık, pervazlara yaslandık, ellerimizde kahvelerimizle, kuşlar gibi gülüşüp şakımaya başladık. Biz, sesine ses bulan keyifli bahar kuşları gibi ötüşürken çapraz apartmanın soğuk perdeli penceresinde bir karaltı dikkatimi çekti. Epeyce geçkin bir dede, yuvasından başını çıkarmış ürkek bir fındık faresi gibi, çorak elleriyle ancak bir kafa boyu kadar araladığı tülün ardından; kapalı duran bir giriş kat penceresinin ardından bizi seyrediyordu. Acaba ona neler söylüyorduk? Şarkımızı o da duyabiliyor muydu? Sakındığımız ve bizi evlerimizde kapalı tutmasına alışmaya çalıştığımız tehlikeye aldırmayan unutkan gülüşlerimize mi imreniyordu? Gençliğe ya da sesimize hala çarçabuk bir ses bulabiliyor oluşumuza? Bilemiyorum belki de hiçbiri, sadece boş bakışına denk gelmiştim. (insan tabiatı boşluk barındırabilir miydi?) Nasıl bilebilirim ki…
* * * * *
Günler ardından eve ilk defa bir başka çocuk geldi. Evvela tek başına oyalanmaktan adamakıllı sıkılan oğlumun yüzündeki sevinci görmeliydiniz. Sıra bana geldiğinde ben “limonata ister misin çocuk” dedim, “kocaman limonatamız var, kendim yaptım hem de” derken nasıl çocuklaştım. Taze bir nefes aldım böylece. Çocuk, hem karakterinin hem de günlerdir görüşmemiş olmanın verdiği çekingenlik ve heyecanını da büsbütün gizleyemediği bir iştiyakla hafifçe tebessüm ederek “isterim” dedi. Hemen, neredeyse sekerek, hazırladığım şifalı, limon renkli karışımdan çocuğa da sundum. İkram edebileceğim bir ferahlık hazırlamış olmanın da verdiği lezzetle temelli mesud bir varlığa dönüştüm. Şakıma sırası onlardaydı. Şimdi yine içerideyim, her zaman olduğum yerdeyim. Camın ardında cılız yapraklı fakat mor çiçekli biberiyem salınıyor. Bir bardak limonata ister mi ki o da?