Perde Arkasındaki Bebek
Aşk üzerine yazılmış en güzel öykülerden biri. Çekingen, ailesinin verdiği ahlaki sınırlar içinde büyüyen genç adam okulda çok başarılı ve öğretmenlerinin çok sevdiği biridir. Ancak onun dışında başka bir hayatı yoktur. Yirmi dört yaşındadır Paris’ te eğitim görmektedir ve İran’da amcasının kızı ile nişanlıdır. Ancak çocukluk arkadaşı da olan amcasının kızını sevmemektedir. Bir gece vitrinde gördüğü mankene aşık olur. Tam da istediği gibi bir kadındır… “üstelik bu kız konuşmuyordu. Yalan dolanla ona aşkını ilgisini göstermek zorunda değildi. Onun için koşuşturmaya özlem duymaya mecbur değildi. hep aynı güzellikte düşüncesinin emellerinin doruğunda canlandırıyordu onu. Ne yemek yemek isterdi, ne giymek…” Böylece mankeni satın alır, İran’a döner. Odasında bir yere koyar. Nişanlısı mankeni anlamlandırmakta güçlük çeker ve sonunda ona benzemek için çabalar.
Adamın kafasındaki mankeni canlandırması ile nişanlısının kendini mankene benzetmeye çalışması öyle güzel işlenmiş ki sonunda, gittikçe mankenin neredeyse aynısı olan nişanlısı tıpkı manken gibi cansız bir şeye dönüşür. Çünkü adam mankene nişan aldığında onun yerine geçen nişanlısını öldürmüştür. Adamın mankeni kafasında canlandırırken bir yandan nişanlısını öldürüyor oluşu öykünün sonunu bu noktaya getiriyor. Gerçekten de aşkı cansız olanı öyle güçlü canlandırıyor ki canlandığını sandığı mankene doğru tetiği çektiğinde ölenin perde arkasındaki mankenin, gizlice onun yerine geçmiş nişanlısı olduğunu anlamıyor.
Tam da onu seçtiği anda onu kaybetmiş olması, erkek aşkını çok güzel özetliyor; “Benim istediğim gibi biri olduğunda olan şey artık sen değilsindir. Kendim için yaptığım bir bebek…” Tam da istediği gibi. Susan. Konuşmayan. Hep gülümseyen. Hiçbir isteği olmayan.
Amcasının kızı ile evlendirilmek istenen erkek için ne derece ağırsa koşullar kadın için de öyle. Burada her ikisinin de çaresizliği çok güzel anlatılmış. Kadın erkeğin kafasındaki imgeye dönüşmek istiyor, erkeğin sevgisine nail olabilmek için. Erkek o mükemmel imgeye dönüştürdüğünde artık onun yaşayan biri olmadığını fark ediyor. Tam da birçok evliliğin özeti. Onun istediği olduğunda ölmüş oluyorsun. Onun istediği olmadığında zaten ölüsün.
Bunun dışında sevilenin, aşkın aslında, sabit, yerinde duran bir imge olduğunu vurguluyor bebek. Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” filmini anımsattı. “Ben sana değil, senin resmine aşık oldum.” Diyordu oradaki karakter… İmge ile gerçek arasındaki tasavvufi yakınlık-uzaklık ilişkisi…
İntihar, aşk, aldatma, şüphe, kadın erkek ilişkisi ilgisini yoğunlaştığı konular Sadık Hidayet’in. Kişileri psikolojik derinlikleri ile yaşatabilmesi en büyük başarısı.
Hacı Murad
Hacı Murad’da çocuğu olmayan bir çift vardır. Kapalı toplum kurallarına göre “suç” (kısır olan) kadındadır boşaması doğaldır ama yine de karısını boşamaz. Ama geçinemeyen, sık sık karısını döven biridir. Yolda peçe içinde giden bir kadını karısı zanneder. Kadına eve dönmesi için tokat atar. Sonunda kendi karısı olmadığı anlaşılmış, karakolluk olmuştur. İtibarı zadelenri. Eve gelir, karısını boşar. Bu öyküde de toplumsal baskı, toplumda kadının yeri ve kadın erkek ilişkisi, bir şüphenin nasıl gerçeğe dönüştüğü çok güzel anlatılır.
Onu Zweig ile aynı çizgiye getiren şey karakterlerini psikolojik gerçeklikleriyle içsellikleri güçlü bir şekilde oluşturması ve yalın kurgu yeteneğidir. Zweig’dan tamamen ayıransa öykülerinin hiç mizah içermemesi, hep bir acıya çıkması…
Poe ile aynı çizgiye getiren girilmez karanlık odalara cesurca dalması. Ölüm. Cinayet. Suç…
Öykülerinde toplum çıkmazı içindeki kasvetli, ümitsiz, yabancılaşmış, insan üzerine düşünen karakterleri ve kurgusunun derinliği ile de Kafka’ya yaklaşıyor.
Onun yazınında korkularımızı açığa çıkaran bir şey var. Tüylerimiz ürpermeden okuyamayacağımız bir ölüm, cinayet anlatısı… Aslında böyle oluşunun sebebi yazarın o bölümleri ayrıntılı, canlı anlatmasından kaynaklanmıyor. Öykülerinin genelinde kullandığı dilin okuyucuyu bir anda içine çeken samimi, güçlü bir dil oluşu. Dolayısı ile gelişen her şeyden bu canlılık içinde etkileniyorsunuz. Ayrıca ben diliyle konuşan katiller daha da ürkütücü oluyor.
Poe’de ki merak öğesi, sürükleyicilik, burada bambaşka bir şeye dönüşmüş. Ölümler hep bir anda geliyor. Sonunda hep başlangıca döndüren, bütünü gördüren bir kurgusu var Hidayet’in öykü atmosferinin.
Lale
Hikâyelerinin hepsinde dolaylı, sarsıcı bir ders var. Ama önce karakterin kendisine. Bu ders hiçbir mesaj kaygısı olmadan öyle güzel işlenmiş ki örneğin, evine gelen bir roman kızına babalık edip onu büyüttükten sonra ona aşık olan bir karakteri anlattığı “Lale” adlı öyküde… “İyiliği niçin yapıyoruz? Karşılıksız iyilik yapabiliyor muyuz?” Sorusuna yanıt arar gibidir. İnsan yaşamı ile ilgili çok güzel bir şey söylüyor. Asalında iyilik bizi borçlandırıyor. En baştaki aynı kişi olarak kalabiliyor muyuz? Yoksa eserimiz emeğimiz karşısında bir aidiyet, mülk ilişkisine mi giriyoruz? Şiirsel bir son vardır. Roman çadırlarının olduğu bir yere gelir kayıp kızını bulmak için. Bir roman kadın para verirse el falı bakacağını söyler. El falı bakar ve kızın iyi olduğunu söyler. Kız çadırdan çıkar. Bu adamın en baştaki tavrını özetler gibidir. Öykünün başında bir gece yarısı hayalle gerçek arası gelen kız şimdi annesi fal bakarken hayalle gerçek arası gitmiştir. İşte Sadık Hidayet anlatısının şiirsel yapısı burada. Estetik lezzet karakterle birlikte okuyucuyu düşündürtmesinde, karakterle birlikte uyandırmasında.
Af Talebi
Af Talebi öyküsünde suç ve din ilişkisini sorguluyor. Sanki suçla tanışanın dini keşfetmesi ve dinin keşfi sonucu suçun, ne de olsa bağışlanma yolu var, (dua ve ibadetlerle) diyerek, dışsallaştırılıp sistematize olduğu… Okuyucusunu şu soru ile baş başa bırakıyor. “Din suçun arınma ve tövbe için açık kapısı ise bu aynı zamanda ne de olsa yıkanıp arınacak yeri bulmuş olmak anlamına mı geliyor?”
Fernando Pessoa’ “Tanrı’ya inanmak, Tanrı’dan hiç söz etmemektir…” diyor bir şiirinde. Dinin günahlar için kurumsallaştırılmaması gereğinden söz ediyordu belki de… Sadık Hidayet’in bu öyküsünü de okuduktan sonra bunun ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Hıristiyanlıktaki günah çıkarmaya benzer sık bir alışverişe girmesi, din ile suç ile…
Af Talebi öyküsünde kocasına ve üstüne getirdiği kadına duyduğu kıskançlığı yüzünden iki bebeği ve annesini vahşice öldüren bir kadın af dilemek için tavafa gitmiştir. Orada hikâyesini anlattığı iki kişi de korkunç cinayetlerini anlatırlar ve buraya bunun için af talep etmek için geldiklerini söylerler. Günahlar konusunda yalnız olmadığını gören Hanımağa sevinir. “Minberden söyleneni duymadın mı? Ziyaretçiler niyet edip yola çıktıklarında, bir ağacın yaprakları kadar günahları olsa da affedilir, pirüpak olurlar,” der, Gulin Hanım…
Girdap
Girdap yine muhteşem bir öykü. Nefis diye tanımlanan bir şey varsa bunu en güzel anlatan öykülerden biri. Arkadaşının karısını seven adam bundan duyduğu rahatsızlıkla intihar eder. Vasiyet olarak tüm mal varlığını arkadaşının kızına bırakmıştır. Adam bu durumdan şüphelenir ve arkadaşının bunca mal varlığını bıraktığına göre çocuğun babası olabileceğini düşünür. Gelen pakette bir de adama yazılmış bir not vardır ama onu çok geç görür. Çocuk babasını görmek için evden kaçmış, donarak ölmüştür. Bu hikâyede karısına inanmayan, güvenmeyen adam sorgulanıyormuş gibi görünse de aslında arkadaşının mutluluğunu bozmamak için intihar eden ve giderayak fazladan bir iyilik yapan adam sorgulanır. Eksilirken yaptığı fazladan bir şey… Dengeleri bozan budur. Ölmüştür ama hala hayatta gözü kalmış gibidir mal mülk miras bırakırken… Karısını çalmamıştır ama onların mutluluklarını çalmıştır… Hidayet’in öykülerinde her şey olup bittikten sonra hep böyle bir kara gölge kalıyor… İntihar eden adam ölmüş oluyor ama intiharı ile birlikte arkasındakilerin mutluluklarını da bir girdap gibi çekiyor.
Üç Damla Kan
Üç Damla Kan’ da delilik üzerine düşündürür. “Bunca güzel hayat, peki öyleyse ölüm neden var?” Der gibidir baharda, yaşamın en cıvıl cıvıl olduğu bir zamanda kedisinin aşığı kediyi öldüren karakter üzerinden. Şiirsel bir anlatımı vardır.
Nefsini Öldüren Adam
“Hayyam bade ile sarhoşsan, mutlu ol.
Lale yanaklı biriyle oturmuşsan, mutlu ol.
Mademki dünyanın sonunda yokluk var,
Say ki yoksun. Vamışsın gibi mutlu ol.”
Nefsini Öldüren Adam’da yine çok güçlü bir şeyi sorgular. Gerçek dindarlık ve sahte dindarlık. Nefsini öldürüp inzivaya kapandığı bir yaşam mı yoksa anı yaşadığı bir yaşam mı? Hangisi yol doğru olan? Bir yandan Hayyam’ı doğru bulurken bir yandan şeyhinden etkilenir. Ta ki onun kuru ekmek değil de keklik yediğini görene kadar…
Bir gün şarap içer. İnzivada, nefsini öldürmek amacıyla kendisine ömrünce yasakladığı her şeyi yapmaya karar vermiştir. “… gizem dolu bir dünya belirdi gözünde. Bu alemi mahkum edenlerin bunca sözcüğü, teşbihi kinayeyi, ondan aldıklarını anladı.” Bir şeyin zıddı ile var olduğunu yasak koyucuların ister dini olsun ister dünyevi, öncelikle yasakladıkları şeyleri bildiklerini fark eder. Burada yine din suç günah ilişkisine dikkat çekiyor. Bir sevgi dini, oluşü, şükürü “om padme hum” duyuşunda bir bütünlüğü var ediyorken, korku dini, günah-ibadet ilişkisi içinde, ikincil bir kısır döngüyü başlattığı için, kendi kendine yetemiyor, dolayısı ile günahı ya da suçu hep var ediyor. Dinin toplumsal alanda kendini var edebilmesinin yolu bu imiş gibi.
Pençe
Sadık Hidayet’in kişileri dışlanmış, yoksul, gurbette, gelenek, töre, baskı altında kişiler ya da gurbette varoluş sancısı çeken kişiler.
Pençe’de annesi babası tarafından öldürülmüş üvey annelerinin onlara verdiği küçük nemli soğuk odada yaşayan iki kardeş anlatılır. Kaçış planı yapar abi kardeş ama abinin ayağı rahatsızdır. Küçük kızı evlendireceklerdir. Kızın yakın arkadaşına ilgisini fark eden abi yapayalnız hayatındaki tek arkadaşını; kardeşini, onu kaybetme korkusu ile tıpkı babasının annesini öldürdüğü gibi boğarak öldürür. Kendisi de havuza atlayıp ölmüştür. Hidayet’in yazınında aşk, cinayet ve intihar kol kola gezer. Aşklar da hiç iki kişilik değildir. Hep başka biri, hep bir şüphe vardır.
Kambur
Onun ilgisini ezilenler çekmiştir. Dışlananlar. Örneğin Kambur adlı öyküsündeki Kambur öyle yalnızdır ki bir köpeğe sarılır sonra utanır. Biri seslenir. Bir kadın. İlk kez biri onu fark ediyor diye sevinir. Kadının gözleri görmüyordur. Yeniden köpeği kucaklamak için gider köpek ölmüştür. Okuyucusunu durup durup bıraktığı kapı önü gibidir Hidayet’in ölüm. Bu dünyadaki en büyük hesaplaşmamızın ölüm olduğunun altını çizer durup durup… Onun yazını insanı umutsuzluğun, ölümün çaresizliğin kapısına bırakır. Ama buraya gelene kadar okuyucusunu capcanlı anlatısı ile yaşatır.
Aylak Köpek
Aylak Köpek’te, terk edilen köpeğe öyle çok üzülürüz ki burada, köpeğin masumiyetini, sahibine bağlılığını dolaysız, yalın anlatmıştır.
Hülleci
Hülleci de Zweig tarzı bir anlatıyı ikileştirme vardır. Hikâyesi, hikâyesini anlattığı kişinin hikâyesi ile birleşir.
Kör Baykuş
Kör Baykuş’un karakteri Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun karakterini anımsatır. Onun gibi hastalanmıştır. Biri fiziksel bir hastalıktan muzdaripken, diğeri psikolojik bir ümitsizlik içindedir. Ve buradan Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’nın karakterini selamlar.