Eğer uzun süre bir başkasının yerine düşünüp yazıp konuştuysanız bir müddet sonra o maskeyi bulup çıkarmak istediğinizde çıkaramadığınızı, yüzünüzle özdeşleşmiş olduğunu görürsünüz. Buna rol yutulması da diyebiliriz. İnternet bunu yaptı hepimize. İmajımız tarafından yutulduk. Anılarımız sayfalarda, linklerde, gruplarda; raflarda, kartonlaştı bu kategorize ile içselliğimizi yitirdik. Hepimiz çeşitli güvenlik önlemleri, şifreli kapıları olan kendi küçük ülkelerimiz diyebileceğimiz, benistanlarımızda yaşamaya başladık. Ruhsal yanımızın artan konforuyla ortada bir ruh kalmadığı için bir ego kabuğu diyelim buna. Birçok pencere var bir anda merhaba dediğimiz. Watsap, face, instagram, gerçek, linkedin, youtube… Yöntem çoğaldıkça özü dağıttık, azalttık… Benistan başka ama oraya kimse ulaşamaz. Kanallar bu kadar çoğaldıkça kaybettiğimiz benliğimize ulaşmak, bizim için de bir bilmece haline gelince, benlik cazibemiz kendimiz için de arttı. Kibirlendik… Ve sonuç; dingin sessizliğimizi yitirdik. Kendi kendimizle baş başa iken bile baş başa olamıyoruz artık. Hepimiz kendimizin basın danışmanı gibi çalışıyoruz çünkü sosyal medyalar küçük birer gazeteye dönüştü. Her gün ya da her hafta bu yeni basına kendimiz hakkında bilgiler veriyoruz. Bu küçük gazetelerde her an reklamla beslenen canlılar olduk. Zaman zaman büyük puntolarla yazmamızın anlamı bu.
Aynen, Bu Arada
İnternet hepimizi işlevsizleştirdi. Yaş gözetmeksizin kaç yaşında olursak olalım, hepimiz internet kullanıcılarıyız. Bu bedenden, elden ayaktan beklenen davranışlar aynıysa düşünceler ve düşünme biçimleri de aynıdır. Dolayısı ile dil de aynı kuraklıkta… Eylemden gelen bir dil değil, dilden gelen bir eylem beklentisi içinde duruyoruz. Az okuyoruz, çok yazıyoruz, kof yazıyoruz. Elimizden telefonlar düşmüyor. Sözcüklere, dolayısı ile yaşantılara ve kültüre düşkün biri olarak bunca sözcük kıtlaşması beni öldürüyor. Özellikle şu “aynen” sözcüğünü her duyduğumda ağlayacak gibi oluyorum; artık kurtarılacak bir şey kalmamış gibi. Korkunun, tedirginliğin sözcüğü gibi. ‘Aynen, aynen, aynen nenni, nenni, nenni…’ Ninniyle uyuyan bebeğin korunma içgüdüsüyle kendimizi bir yere yerleştiriyor gibiyiz aynen derken… Telaşla daha cümleler bitmeden geliyor bir AYNEN. Dil briketleri diyorum ben bunlara, hiçlik kulesi için dil briketleri… Yüzeyselleşmiş hayatın yüze çıkan zeytinyağları… Ortak belirlenmiş bir alana sığınma içgüdüsünün bebeksi agulaması gibi “aynen”…Bütün bebekler aynıdır. Eşittir. İnsanların en çok birbirlerine benzedikleri dönemdir bebeklik… (Sanki tüm bunları yazarken her cümlenin sonunda başımda bir ağaçkakan kafamı gagalayarak, aynen aynen deyip duruyor)Bu sözcük, tüm konuşulanı bir anda kızgın bir ütü gibi ütülüyor. Bir anda bütün konuştuklarımız sıfırlanıyor. Denizde bir dalga gibi. Kuma yazdığımızı siliyor. Sürekli böyle tatil havasında yaşamak da hiç iyi değil. Ben de sık sık “bu arada, bu arada” demeye başladığımı fark ettim. Çünkü hep sıkı bir şekilde yerine oturmuş, parçalanmaz bükülmez bir şey var sanki. Sürekli konuşma hakkını kaybetmek istemeyen biri var gibi. Bölmek istemiyorum. Zaman elden çıkmış gibi. Bir ağırlığın altında gibiyiz. Hep meşgul gibiyiz. Evet, doğru sözcük bu. Hep meşgul gibi herkes. Bu yüzden boşluktan bile izin alır hale geldik; “bu arada” “aynen” ütüsünün ağırlığında, senin gibi olma çırpıntısının yaydığı telaşta parmak kaldıran mahcup bir öğrenci gibi. “Bu arada…”
Dil zamanın ruhudur. Bugün en büyük sorunumuz dili bozmak. Dil hayattır. Ne yaşıyorsak ondan kalandır. Bize kalan dil de yaşayanlardan. En büyük çözüm dili düzeltmek. Dil ağacını sabırla büyütmek. Sözcük sözcük yaprak yaparak. Üşenmeden ertelemeden. “Üşenmek” sözcüğü ile “üşümek” sözcüğü arasındaki benzerliğe bakar mısınız? İşte dil bu yüzden yaşamdır. Üşüyünce ne yaparız. Büzüşürüz. Hareket etmek istemeyiz. Sobanın kenarına sığışırız. Üşümek eyleminden geliyor sanki… Bugün kullandığımız sözcüklerin bile ne kadar çok eylemden geldiğini görebiliriz. Engellemek örneğin. “Beni engelledin mi?” Engelli olmak ve engellemek sözcükleri üzerine düşündüğümüzde birini yaralamak; birini işlevsiz hale getirmek… İnsanın kendine koyduğu sınırlar bir müddet sonra en büyük hapishane oluyor. Yapıp ettiklerimiz özgürleşirse eylemden gelen dil kurtulur.
Kaybettiğimiz duygusallığı emojilerle yerine koymaya çalışıyoruz. Ya da dili. İlkel hayattaki dilimizi yeniden bulmak için büyük hareketli görüntülerle,danslarla dikkat çekmeye çalıştık önce. Sonra bu da yetmeyince tek çıkar yolu gördük. Şiirsel dil. Belleğin kumu altında kalmış parlak bir ırmak gibi şiiri düşündük. Geçenlerde Hong Kong-Çin protestolarında öğrenciler not kâğıtlarıyla eylem yaptılar. Büyük puntolar değil. Küçük yapışkanlı renkli not kâğıtları. Oldukça düşündürücü günümüz toplumsal yaşantısı üzerine. Artık bağırmak değil, sessizlik ve incelik dikkat çekecek. Çünkü kabalığın insanı nerelere getirdiğini gördük. Kabalık da şaşırıyor çünkü incelik yoksunluğunda. Kuracak hayal bulamıyor.
“Siz eşyaya değil, eşya size hizmet etsin” Ne kadar doğru bir söz olduğunu bugün daha iyi anlıyorum, çünkü ellerimizden telefonlar düşmüyor. Hepimizde bir çekim alanı yarattı. Neredeyse artık orada dönmeye başlayan bir hayat var ve bu yüzden gerçek hayat için elsizleştik,ayaksızlaştık, akılsızlaştık. Düşünmüyoruz yapıyoruz. Ne olursa olsun umurumuzda değil. Baştan ipleri vermişiz telefona. O var artık bizim yerimize. İkinci bir benlik olarak. Psikolojik savaşın tüm tonlarını gördüğümüz bir çağdan geçiyoruz. Bizi kendi elimizle çıldırtıyorlar. Hepimiz mutsuzluktan, ilgisizlikten, beklentiden sakatlanmışız. Oysa kaygısızlık, boşluk ihtiyacımız olan. Kaygılıyız. Kaygının çuvaldızı dıtdıt dürtüyor. Burada olmayan zaman dışında bir zaman ve burada olmayan yer dışında bir yer bu, değil mi şizofreni de bölünmüş benliğin konumlanışı. Giderek nesne ile bir uzuvmuş gibi özdeşleşme (telefon). Onunla ilgili bir his geliştirme. Birisi dokunduğu an günümüzde var mıdır telefonunu almak için yaklaşmayan, tedirgin olmayan, neredeyse üstüne atlamayan… Çünkü artık her şeyimiz orada. Tüm bakışımızın kalıntıları orada. Görsel, işitsel, yazınsal…
Jetonlu telefon ve mektup günlerinden, görüntülü konuşma ve anlık ileti günlerine şahitlik eden biz orta yaş kuşağı, sosyal medya bombardımanı ile hiç tanışmayan yaşlı kuşağı…Bir laboratuvar faresi mi insan? Hayal gücü yokluğu. Oraya dokunma ateş, oraya dokunma su. Bir müddet sonra istesen de dokunamıyorsun. Gerçekliklerinden emin olamadığın için. Peki,hikâyeyi kim yazıyor?Neyi başlatmak istiyorsa onu manşetleyen ve sonra onunla ilgili, “biz geçen gün bahsetmiştik, işte gördünüz mü?”diyen medya. Medyakâhin mi? İnternet çağı yüzünden artık gittikçe daha çok kendi kendinin reklamını yapmak peşindeki bir medya güvenilir olabilir mi?
Günümüz yaşantısı hepimiz için çok zor. Çünkü sakarlık, tesadüfî olan, hikâyesi olan ormanlar gibi gittikçe azalıyor. Savunma mekanizmalarımız azaldı, çünkü yazı da çarçur edildi. Yavaşlığa tahammül yok. Sabrın perdesini aralatıp gerçeği görmemize vesile olacak yavaşlığa… Hız içinde,keskinliğin korkusu ileher şey doğru görünür. Yavaşlık düşünür. Yavaşlık günlük yaşamın ekmeğine yağ sürmez. Yavaşlık kendini biriktirir. Yavaşlık kendini saklar. Yavaşlığın kendi sözcüklerini unutmadığı misafirperver sözcük bohçası vardır. Sofrasını samimiyete açar.
Duygu durumlarımız sanal tasların çılbırında çırpınıyor. Telefonun ekranına sivrisinek konmuş. Gece boyunca ısırıp duran, her tarafımı kabar kabar kabartan sineğe vurayım derken, beğen kalbine basmışım. “Haydaaa, hayır aşık falan değilim. Hayır, barışmadık da…” Şimdi koca bir hayatı bir sineğin nasıl etkilediğine bakın… İşte haber değeri olan bir hikâye…
Telefondakine bağıracakken yanımdakine bağırıyorum. Telefonumdaki yanımdakinden daha çok. Daha çok ordayım artık pek burada değilim. Hep beraber, artık bir zamanı yaşıyoruz. Telefonlarımızdan artan zamanı.Aşkı bile tahakküm biçiminde yaşamaya başladık. Korku, tedirginlik, gördü mü görmedi mi, engelledi mi sildi mi? Oysa aşkın toprağı kendiliktir, özgürlüktür.
Aynı anda iki şeyi yapamayan biri olarak,telefonlarla bilgisayarların birleşmesinden başı dönmüş biriyim. Hâlâ da devam ediyor o baş dönmesi. Hareket edince dönüyor. Hareket etmezsem, başımı telefondan kaldırmazsam bir sorun yok. Bir yerde bozduğum doğam yüzünden hastalandım. Akışa eşlik etmeyen bir akışsızlık yüzünden başımda birikti bütün hareketler ve başımı kıpırdatır kıpırdatmaz makara boşalır gibi hareket yumağı fırlıyor;başım dönüyor. Nedir bu tantana? Bu arada hepimiz rüzgâr kralıyız. Az sonra yokuz. Aynen.
Harika bir yazı olmuş emeğinize sağlık
Teşekkürler