Uzun zamandır bilim, hayatımızı domine ediyor ancak hala bizim için bir sır. Bilim felsefesi ve bilim hakkında ortaya atılan teoriler hala onu tam anlamıyla çözümlemiş, anlamış ve içselleştirmiş değil. Bilimin hayatımızı dönüştürücü etkisini herkes görüyor ancak soru “nasıla” geldiğinde tartışmalar orada başlıyor. Bilim hala felsefi olarak tartışılan bir olgu. Bilgiye hala nasıl ulaşıldığı veya ulaşılıp ulaşılamayacağı, onun sınırlarının nerede çizilmesi gerektiği hala büyük önem taşıyan sorular. Bilimin hangi metodları kullanarak bilgiye ulaştığı her çağın, neredeyse her bilim felsefecisinin büyük sorularından birisi. Karl Popper 20. Yüzyılın etkileyici bilim felsefecilerinden birisi olarak bu sorunun cevabını aramıştır ve bize, gelecek nesillere, tarihe “Yanlışlamacılık” anlayışını hediye etmiştir. Bu pozitivizme ve beraberinde mantıksal pozitivizme karşı çıkıştır. Her şeyden önce Popper, kesin bilgiye ulaşılacağına inanmamaktadır. Aslında bilimin temel var oluş amacı budur. O kesin bilgiye ulaşmalı ve insanlığı aydınlatmalı, yaşamı daha kolay bir hale getirmeli ve dünyayı daha yaşanabilir yapmalıdır. Ancak Popper bunu reddetmektedir. İlk olarak söylendiğinde küçük bir şey gibi görülse de 20. Yüzyılın bilimi kutsayan havasında bu büyük bir karşı çıkıştır. Popper, bilimin amacı konusunda uzlaşmaktadır. Ancak onun nasıl yaratıldığı konusunda karşı çıkışları vardır. İlk olarak bilgiden yola çıkarak, onu ulaşılacak bir nesne olmaktan çıkarmıştır. Bu çokça önemlidir. Mantıksal pozitivizm bir sonun olduğuna inanırlar ve bir açık uç onlara göre yoktur. Kesin olan, nihai olan vardır. Bu bakımdan mantıksalcılar şüpheyi belirli oranlarda dışlamışlardır. Descartes’de görülebilecek şüphecilik, modern bilimden dışlanmaktadır. Karl Popper bunu görmüştür ve onun yaptığı bilimi belirli oranlarda özgürleştirmektedir. Onu 20. Yüzyılın sadece sosyal liberalistlerinden değil bilimsel liberalistlerinden de biridir. Popper kesin bilgiye ulaşılacağına inanmaması ve şüpheyi tekrar gündeme getirmesi dışında “Yanlışlamacılık” anlayışı ile bilim felsefesini ikiye ayırmıştır.
Aslında bu tam olarak “Bilim neye inanacaktır” tartışmasıdır. Yanlışlara mı yoksa doğrulara mı. Bu tartışma bilim üzerine yapılan en önemli tartışmalardan bir tanesidir ve hala bilimin bir parçası olmaya devam etmektedir. Popper, bilimsel teorinin, doğrulanmasından çok yanlışlanması taraftarıdır. Ona göre Doğrulama yöntemi bilim adamını yanlış yönlendirmekte ve ona zaman kaybettirmektedir. Popper bu yüzden yanlışlanma metodunu ortaya atmıştır. Bu yüzden Popper’e göre her önerme kendi içerisinde yanlışlanabilme özelliğine sahiptir ve bu yanlışlanabilirlikte, bu önermenin geçersiz kılınmasına neden olacaktır. Bu yaklaşım yeni bir bilim anlayışının inşa edilmesini ortaya koymaktadır ve yeni bir şeyleri inşa ettiği kadar bir şeyleri de yıkmaktadır. Her şeyden önce yıktığı şey tüm doğrulardır. Popper için doğrunun olması önemli değildir. Eğer yanlış varsa ve yanlışlanabiliyorsa o tam olarak bilimsel değildir. Bu bakımdan Popper, bir liberal olarak şüpheciliğin zirvesinde gezmiş ve bunu yaparken 20. Yüzyılı sarsan mantıksal pozitivizme karşı çıkmıştır. Bilim ilerlerken bu yanlışlara ihtiyaç duymaktadır. Sanıldığı gibi bilimin beslendiği temel nokta “doğrular” değil “Yanlışlardır” Garip bir şekilde Popper’ın bir başka keşfi bu noktada o yanlışların kabul edilmesini bir bilimsel yöntem olarak dile getirirken aynı zamanda yanlışların reddedilerek gerçeğe ulaşılabileceğini ortaya koydu. Ona göre önermeler temelde ikiye ayrılırdı. “Gözlemsel” ve “kategorik” önermeler. Bu önermeler, Popper’a göre belirli bir sorun ve karışıklık yaratıyordu ve bilimin bunu aşması gerekiyordu. Popper’ın tam olarak burada reddettiği “tümevarımsal doğrulamacılıktı” Bu yüzden Popper, “tümdengelimsel yanlışlamacılık” metodunu kullandı. Bu bilim için büyük bir gelişmedir. Karl Popper, mantıkçıları ve bilim insanlarını yeni bir metodla karşılaştırmış oldu. Ancak bu metotta, daha önce söylediğimiz gibi içinde bir takım riskleri barındırdı. Her şeyden bilim kendisini gerçekleştiremeyecekti. Evet, belki belirli kuramlar doğrulanacak ve bilimin, bilim insanlarının yolu açılacaktı. Ama nihai olana ulaşmak Popper’ın felsefesinde mümkün değildi. Bu bakımdan Popper bilimde belirsizliği temel ilkesi haline getirmiştir. Bu pek de günümüz insanının kabul edebileceği bir düşünce değildir.
Evet geçen hafta ben de sentez yayinlarindan çıkan “bilim felsefesi ” adlı kitabın popper bölümünde bu dikkatimi çekmişti. Bilimde doğrulabilirlik ilkesinin terk edilip yanlislanabilirlilik ilkesinin olması gerektiğini ifade ediyordu yanlış hatırlamıyorsam…popper , kuhn ve ayer . Aittiler bu konuda cidden .
Yazı için teşekkürler…
Sanırım Bazen bilimin felsefesi, bilimin kendisinden çok daha önemli ve çok daha kritik. Ama son zamanlarda çok arka planda. Bu bilimin kendisi içinde, insanlık içinde üzücü. Yorumunuz için ben teşekkür ederim. Sevgilerimle.