71.) Tüm insanları birer hikâye anlatıcısı ve dinleyicisi olarak kabul edebiliriz. Başımızdan geçen bir olayı arkadaşlarımıza anlatırken ya da onların başından geçenleri dinlerken yaptığımız şey tam olarak budur. Anlatırken, mekân, karakterler, olay örgüsü ve zamanı olabildiğince gerçekçi bir şekilde dile getirmeye çalışırız. Dinlerken de anlatıcının verilerinden hareketle onun zihnindeki dünyayı kendi zihnimizde inşa etmeye çalışırız.
Kurmaca yazarlığı ve okurluk, bu işin biraz daha emek isteyen ve daha profesyonelce yapılanıdır. Okudukça, daha detaylı yazılmış ve bizi zorlayacak metinler talep etmeye başlarız. Kimi yazarlar da okuru şaşırtacak, o zamana kadar denenmemiş şeyleri barındıran eserler kaleme almaya çalışırlar. Okur ve yazar arasındaki bu oyun sayesinde klasik yapıtlar, modernistlerin önünü açmıştır, modernistlerse postmodernizme giden yolun taşlarını döşemişlerdir. Üst kurmaca, bilinç akışı kullanımı gibi yenilikçi yöntemler de bu ilerlemenin önemli parçaları olmuştur. Woolf, Joyce, Proust, Musil, Beckett, Atay, Karasu gibi yazarlar kendilerinden önce yapılmamış olanı denedikleri için de önemli yazarlardır.
Okuduğumuz bir hikâyede tutarlılık ararız. Mekânı, zamanı, karakterleri, anlatıcıyı ve olayları ilk birkaç sayfa içinde kafamızda oluşturur ve bu veriler ışığında okumaya devam ederiz. Deneysel edebiyat eserleri yukarıda birkaç tanesini sıralamaya çalıştığım unsurların birini ya da birkaçını eğip bükerek, belki saklayarak, araya kasıtlı tutarsızlıklar serpiştirerek kurdukları oyuna okurları davet ederler.
Yakın zamanda okuduğum Benim İki Dünyam, Buz ve Acil Gerçekdışılıkta Maceralar bu anlamda farklı okuma deneyimlerine açık, kendisini zorlayacak (belki de sinirlendirecek) metinler arayan okurlar için biçilmiş kaftan.
Kendi adıma, tercih şansım olduğunda geleneksel biçimde oluşturulmuş kurgu eserleri her zaman tercih ederim. Bununla birlikte kurmacanın sınırlarını zorlayan, edebiyatı farklı noktalara taşıma iddiasındaki eserleri de görmezden gelemem. Bu eserleri benimle benzer kaygılara sahip olan okurlara önerebilirim.
72.) Sergio Chejfec, Benim İki Dünyam, Çeviren: Bülent Kale, Jaguar Kitap, Roman
Benim İki Dünyam, geleneksel romana dair hemen hiçbir şey barındırmıyor. Kitap aslında son derece geleneksel bir anlatı okuyacakmışız gibi başlıyor. Elli yaşında olduğunu özellikle vurgulayan bir anlatıcı (yazar olduğu için Brezilya’da bir konferansa davetlidir.) neresi olduğunu bilmediğimiz bir kentte dolaşmaya ve haritada gördüğü bir parkı aramaya başlar.
Bu noktada anlatı ikiye bölünür. (Kitabın adına dikkat!) anlatının ilk katmanı, gizemli şehirde bir türlü bulunamayan parkı arama sürecini aktarırken ikinci katman ise anlatıcının düşünce dünyasını takip eder. Kitap, bu iki dünya arasındaki gelgitler ile sürer gider.
Roman boyunca başı, sonu olan olaylar dizisi ile karşılaşmayız. İnsanlar, anlatıcının öznel dünyasında bıraktığı izler kadar belirir ve kaybolur. Zaman tıpkı zihnimizdeki gibi sıçramalı bir şekilde kullanılır. Düşünceler bir oraya bir buraya savrulur ve biz okurlar da bu bilinmezlerin içinde gider geliriz.
Benim İki Dünyam, kurmacanın sınırlarını merak edenler için iyi bir tercih olabilir.
73.) Anna Kavan, Buz, Çeviren: Selahattin Özpalabıyıklar, Everest Yayınları, Roman
Anna Kavan
Buz’un içindeki Anna Kavan biyografisinde şu cümle yer alıyor: “1968’de Londra’daki evinde kalp krizi sonucu ölmüş olarak bulunduğunda, elinde yazdıklarında ‘bazuka’ olarak geçen şırıngası vardı.”
Kitabı okurken sizin elinizde muhtemelen “bazuka” olmayacaktır ama kitabı okuyup bitirdiğinizde uzun sürmüş bir eroin tribinden çıkmış gibi hissedeceksiniz.
Buz, bir yönüyle simgeci diğer yönüyle bilimkurgu bir başka açıdan bakınca da distopik bir roman sayılabilir. Kitapta, temel olarak, anlatıcının bir kızı aramasının hikâyesini okuruz. Hiçbir kahramanın ismi verilmez. Tüm anlatı; kahraman, kız, muhafız vs. gibi isimler etrafında döner. Somut bir yer adı da verilmez. Olan biten arasında neden-sonuç bağlantısı kurmakta da bir hayli zorlanırız. Dünya neden buzla kaplanmaktadır, neden savaş var, olaylar hangi dönemde geçiyor? Bu soruların cevabını düşünürüz elbette ama kitapta bulamayız.
Yukarıda da dediğim gibi Buz, kurmacanın sınırlarını merak edenler için önerebileceğim bir başka eser.
74.) Max Blecher, Acil Gerçekdışılıkta Maceralar, Çeviren: Suat Kemal Angı, Jaguar Kitap, Roman
Max Blecher, 8 Eylül 1909 ile 31 Mayıs 1938 yılları arasında yaşamış Romanyalı bir yazar. Çok erken yaşta omurilik veremine yakalanmış. Bu hastalık nedeniyle yaşamının son on yılını yatağa bağlı olarak geçirmek zorunda kalmış ve 28 yaşında hayatını kaybetmiş.
Acil Gerçekdışılıkta Maceralar, yazarın sağlığının iyice kötüleştiği dönemde, 1936 yılında yayımlanmış.
En kaba biçimde ifade edecek olursak, Acil Gerçekdışılıkta Maceralar bedeni tükenmek üzere olan üretken bir zihnin kısmen otobiyografik kısmen kurmaca bir dünyada yaptığı gezintiyi anlatıyor.
Acil Gerçekdışılıkta Maceralar da yukarıda adlarını anmaya çalıştığım diğer iki kitap gibi geleneksel anlatı biçimlerinin bir hayli uzağında, doğrusal bir anlatı içermeyen, küçük parçaların neden-sonuç ilişkisi gözetilmeden anlatıldığı bir yapıt.
Kitap toplamda 152 sayfa. 14. Sayfaya kadar çevirmenin önsözünü, 15 – 22. Sayfalar arasında Andrei Codrescu’nun önsözünü 23 – 34. Sayfalar arasında ise Herta Müller’in önsözünü okuruz. Kanımca üç yazı da Acil Gerçekdışılıkta Maceralar’ın okuru zorlayan kapısını aralamak için atlanmadan okunmalı.
Max Blecher’ın 1937’de otobiyografik niteliği daha ağır basan bir başka kitabı daha yayımlanır. Dilimize kazandırılmamış bu eserin orijinal ismi Inimi Cicatrizate’dir. (Kitap İngilizce’ye Scarred Hearts olarak çevrilmiş.)
Bu kitap, Romanyalı yönetmen Radu Jude tarafından 2016 yılında “Inimi Cicatrizate” adıyla sinemaya aktarılmış. Söz konusu kitabı okumadım. Filmi de izlemedim ama bir kenara not ettim. Blecher hakkında daha fazla fikir sahibi olmak isteyenler için de burada adlarını andım.
75.) Tim Parks, Yaşam ve Yapıt, Çeviren: Şakir Özüdoğru, Ayrıntı Yayınları, Eleştiri
Tim Parks, bir yandan kurmaca eserler üretirken diğer yandan da doyurucu diyebileceğim edebiyat eleştirileri kaleme alan bir yazar. En son, 2016’da Türkçeye kazandırılan Ben Buradan Okuyorum isimli kitabını beğenerek okumuştum.
Kurmaca eserleri ise kabaca iki grupta değerlendirilebilir. İlk grupta, nitelikli okurlar için yazdığı Kader, Europa gibi kitapları yer alırken ikinci grupta ise çoksatar formüllerini uyguladığı Mimi serisi yer alır. Parks ayrıca, İngilizce ile İtalyanca arasında çevirileri ile de bilinir.
Yaşam ve Yapıt’ta yer alan makalelerde Parks, zorlu bir işe girişmiş: çok bilinen kimi yazarların yaşamları ile yapıtlarının kesişim noktalarından yola çıkarak farklı bir eleştiri türüne ulaşmaya çalışmış. Dickens, Dostoyevski, Çehov, Joyce, Beckett gibi yazarları merkeze alarak yazdıklarında da bu amaca ulaşmış. Ancak geriye kalan on beş yazar için kaleme aldığı yazılarda belli bir kitabı merkeze alarak geleneksel eleştirinin sınırlarının dışına çıkamamış.
76.) Mahir Ünsal Eriş’in Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… isimli öykü kitabı 2012’de yayımlanmıştı. Bir yıl sonra ise Olduğu Kadar Güzeldik isimli ikinci öykü kitabı yayımlandı. Ruh kardeşi olarak tanımlayabileceğim bu iki kitapta yazar, bir yandan 90’lı yıllara saygı duruşunda bulunurken diğer yandan da taşrayı ve insanlarını bir sevgi nesnesi olarak kutsuyordu. Her iki kitabı da ne okusam diyenlere ısrarla tavsiye ettiğim doğrudur.
Katıldığım bir söyleşisinde yazar, ikinci kitabın ardından memur olarak çalıştığı kurumdan, yazıyla geçinip geçinemeyeceğini görebilmek için ücretsiz izin aldığını, iznin sonunda geçinebileceğini anlayınca memuriyetten istifa ettiğini anlatmıştı.
İlerleyen yıllarda Eriş, bir roman bir de novella yayımladı. Öykülerini ise çeşitli mecralarda yayımlamayı sürdürdü.
Altı yıl aranın ardından Can Yayınları yazarın iki yeni öykü kitabını birlikte piyasaya sürdü.
İlk kitap, Kara Yarısı adını taşıyor. Eriş’in daha önce dergilerde yayımlanan öykülerine bazı yeni öykülerin eklenmesi ile oluşturulmuş bir kitap. Bu niteliğinden dolayı kitaptaki öyküler birbirinden bağımsız ve kimileri çıtanın bir hayli üzerindeyken kimileri ise vasatın sınırlarında dolanıyor. Kitapta on iki öykü yer alıyor. On öykü biçim olarak geleneksel kalıpların içinde değerlendirilebilir. Son iki öykü ise biçim ve içerik olarak birbirlerine ve diğer öykülere eklemlenen, Mahir Ünsal Eriş’in aşağıda değinmeye çalışacağım diğer kitabında müthiş örneklerini verdiği özgün ve son derece iyi bir okuma deneyimi vaat eden eserler.
İkinci Kitap Sarıyaz, benim açımdan, Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… ve Olduğu Kadar Güzeldik’in yanına eklendi bile.
Kitapta anlatılan öyküler aynı kasabada geçiyor. Vakti zamanında yöre halkını tedirgin eden bir doğa olayı yaşanır. (Sarıyaz, bu doğa olayına kasaba halkının verdiği isimdir.) bu doğa olayının ardından bir de deprem meydana gelir. Kitapta yer alan sekiz öykü yaşanan tuhaf doğa olayının ardından yaşanan depremin olduğu zamanlarda geçen olayları anlatır. Her öykü kendi başına okunabilirken bir arada değerlendirildiğinde ise sağlam bir bütünü oluştururlar.
Yazarların belirli bir tema etrafında dolaşan öykülerini topladığı ve insanların yaşamlarının kesiştiği hikâyelerin olduğu kitapları oldum olası sevmişimdir. Bu tür eserlerde, öykünün tadını alırken bir yandan da roman okuyor izlenimi edinebilirsiniz.
Sarıyaz ile Mahir Ünsal Eriş edebiyatımıza çok çok güzel bir eser armağan etmiş.
77.) 1935 Fransa (Poitiers) doğumlu antropolog Marc Augé, Türkçeye yok-yerler olarak çevrilen non-places kavramının isim babasıdır. Bu kavram ile havaalanları, alışveriş merkezleri, tatil köyleri, otoyollar, stadyumlar gibi bulundukları alanlardan bağımsız, tarihi ve kültürel referansları olmayan mekânları kast eder.
Marc Augé’nin çoğunun baskısı tükenmiş, yedi kitabı dilimize kazandırılmış durumda. Ben, yakın zamanda üst üste iki kitabını okudum.
Her ikisi de YKY tarafından yayımlanan bu iki küçümen kitap meraklıları için, içerikleri üzerinde düşünme fırsatı veren iki eser olarak tanımlanabilir.
Yaşsız Zaman – Kendi Etnolojini Yapmak, Öncel Naldemirci tarafından çevrilmiş ve 69 sayfa. Kitapta, yaşamak – yaş almak – yaşlanmak kavramı üzerine birbirini tamamlayan on bir deneme yer alıyor.
Unutma Biçimleri ise Mehmet Sert tarafından çevrilmiş ve 75 sayfa. Kitabın başında yazar, “Bu incelemeyi üç bölümlük bir ders biçiminde tasarladım. Ama, gerçek anlamda bir ders söz konusu değil ve birilerine ders vermek gibi bir niyetim de yok.” cümleleri ile açılışı yapıyor. Sonrasında ise, “İlk “ders”te psikanalistlerle tartışıp “belleksel iz” kavramını ve anı ile unutma arasındaki ilişki üzerinde duracağız. İkinci dersimizde, antropologlar ve filozoflarla bir söyleşi söz konusu olacak; burada her yaşamın bir anlatı tarzında yaşandığı varsayımını irdeleyeceğiz. Üçüncü dersteyse, bazı romancıların yardımıyla unutmanın üç figürünü inceleyeceğiz: Geriye dönme, erteleme ve yeniden başlama.”
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi Unutma Biçimleri, akademik yönü daha ağır basan bir kitap. Yaşsız Zaman’ın sohbet – dertleşme havasındaki yumuşak dili yerini, Unutma Biçimleri’nde daha kuru akademik bir anlatıya bırakıyor.
İnsana bir şeyler katan, lokmalık, kurgu dışı kitap arayanlar Marc Augé’nin bu iki kitabını atlamasınlar.
78.) Arkadi ve Boris Strugatski, Tanrı Olmak Zor İş, Çevirmen: Hazal Yalın, İthaki Yayınları, Roman
Strugatski kardeşler alışıldık bilimkurgu kalıplarının dışında kalan kitaplarıyla bilinirler. Kardeşlerin, Kıyamete Bir Milyar Yıl ve Uzayda Piknik isimli romanlarını daha önce okumuştum.
Uzayda Piknik aynı zamanda Tarkovski’nin meşhur Stalker filminin de uyarlandığı eser.
Doğrusunu söylemek gerekirse Kıyamete Bir Milyar Yıl’ı daha çok sevmiş olsam da Strugatski kardeşlerin kitapları beni içine çeken eserler olmadılar. Ortaya çıkışlarını sağlayan temel fikirler dâhiceydi:
Kıyamete Bir Milyar Yıl, Dimitri Malyanov’un çok önemli olduğuna inandığı fakat ne olduğu bizlerle paylaşılmayan çalışmasına odaklanamaması üzerine kurulu bir eser.
Uzayda Piknik ise, uzaylıların ziyaretleri sonucunda geride bıraktıkları atıkların insanlar ve Dünya üzerindeki etkilerini temele alan bir kitap.
Tanrı Olmak Zor İş’te ise, Dünya’dan yüzlerce yıl geride olan, bizim ortaçağ dediğimiz zaman dilimine denk düşen bir dönemi yaşayan, gezegene gönderilen insanların (gözlemcilerin) hikâyesini okuruz.
Fikir çok iyi. Bu gözlemcilerin olan bitene müdahale etmeleri yasaktır. Bu mümkün olabilir mi, sorusu etrafında dönen olayları okuruz kitap boyunca. Buna rağmen, dönemin SSCB yöneticilerinin baskısı ile olabileceğini düşündüğüm bir tutukluk kitabın geneline sinmiş gibi.
Kitabın, çekimi uzun yıllar süren ve nihayet 2013’de gösterime giren bir uyarlaması da mevcut. Rus yönetmen Aleksey German’ın son filmi olan yapım, 177 dakikalık siyah beyaz çekilmiş oldukça zorlayıcı bir film. Meraklısı dışındakilerin kolaylıkla bitiremeyeceği bir uyarlama olduğunu söyleyebilirim.
79.) Nihan Kaya, İyi Toplum Yoktur, İthaki Yayınları, İnceleme
Notların önceki maddelerinin birinde Nihan Kaya’nın İyi Aile Yoktur isimli kitabı üzerine oldukça övgü dolu sözler içeren bir şeyler yazmıştım. Kaya, Mart 2019’da İyi Aile Yoktur’un ikinci bölümü olarak yazdığını söylediği İyi Toplum Yoktur’u yayımladı. Kitabın alt başlığı: “Günlük Hayatta Toplumun Bireyi İstismar Biçimleri”
Adından da anlaşılacağı gibi Kaya, önceki kitabında merkeze aldığı toplum-aile ve çocuk ilişkilerini bu sefer toplum ve birey üzerinden değerlendiriyor. Törenlerin günlük hayatımızdaki yeri, kadınların toplum içinde geri planda kalmaları ve adeta bir köle olarak yaşamaları üzerinde epeyce kafa yorulmuş yazılar var kitapta. Sünnet, bekâret, nikâh, dini ve milli bayramlar gibi büyük çoğunluk tarafından tabu kabul edilen ve eleştirilmesi teklif dahi edilemez kavramlara oldukça sert eleştiriler, korkusuzca kaleme alınmış.
80.) Selahattin Özpalabıyıklar, Göndermeler, Everest Yayınları, Deneme
Selahattin Özpalabıyıklar, yayıncılık dünyasındaki efsane editörlerden. Verdiği söyleşilerde kendini biraz da alaya alarak, editörlük hizmeti için kendisine verilen kitapların bir süre sonra zorla elinden alındığından bahseder. Bunun nedeninin de mükemmeliyetçi yapısı nedeniyle bir türlü o kitabın işinin bittiğine ikna olamaması olduğunu vurgular.
Editörlüğünün yanında iyi bir çevirmendir de.
Özpalabıyıklar, mektepli değildir. Maddi nedenlerden dolayı ortaokuldayken eğitim hayatının dışına çıkmak zorunda kalmıştır. Liseyi kırkından sonra bitirdiği söylenir. Kendini yetiştirmiş, bireysel çabalarla dil öğrenmiş ve bugünkü konumunu adeta tırnaklarıyla kazıyarak elde etmiştir.
Göndermeler, Selahattin Özpalabıyıklar’ın ilk ve (şimdilik) tek kitabı. Kitabın alt başlığı, “yazı, yanıt, söyleşi, anı” olarak verilmiş. Bu alt başlıktan da anlaşılabileceği gibi Göndermeler’de, bu usta editörün yıllar boyu çeşitli mecralarda yayımlanmış yazılarını, kendisine sorulan sorulara verdiği yanıtları, söyleşilerini ve anılarını okuyoruz. Buna ek olarak birkaç tane de kitap arkası yazısı eklenmiş.
Yine, bu notları referans gösteren bir değerlendirme yapacak olursam. Bir maddede usta çevirmen Celal Üster’in, “Bir ‘Çevirgen’in Notları” isimli kitabına değinmiştim. O maddeye ilgi duyanlar, Bir ‘Çevirgen’in Notları’nı okuyup beğenenler Göndermeler’i de seveceklerdir.
Ayrıca, Özpalabıyıklar’ın doyurucu iki söyleşisinin linkini de buraya koyabilirim:
İlk söyleşi, Youtube’u aktif kullananlar için hararetle önerebileceğim “Kültür Tarihi” isimli bir kanalda 22 Ekim 2018’de yayınlanmış. Söyleşinin başlığı, “Selahattin Özpalabıyıklar ve Edebiyat ve Editörlük”
İkinci söyleşi ise, TRT 2’de Ahmet Murat tarafından hazırlanıp sunulan Edebiyat Söyleşileri isimli programın Nisan 2019’da yayınlanan bir bölümünde.
81.) Sunullah İbrahim, O Koku, Çeviren: Rahmi Er, Jaguar Kitap, Roman
Sunullah İbrahim, 1937 Kahire doğumlu yazar. Sosyalist kimliği nedeniyle zulüm görmüş, hapis yatmış bir kişi. 1959’da girdiği hapisten çıktıktan sonra kaleme aldığı kısa romanı O Koku, ilk olarak 1966’da yayımlanır ve barındırdığı müstehcen unsurlar nedeniyle hemen toplatılır.
1969’da ve 1971’de kitap sansürlenerek iki kez daha basılır. 1986’ya kadar kitabın sansürsüz bir baskısı yayımlanamaz.
Kitabı bugünün Türkiye’sinden bakarak okuduğumuzda görüyoruz ki ortada okuru şok edecek düzeyde bir müstehcenlik unsuru yok. Bu durumu kuşkusuz zaman içinde değişen müstehcenlik algımızla, İslami referanslara bağlılığımızla vs. açıklayabiliriz.
Sunullah İbrahim, kitaba yazdığı iki önsözde ısrarlı bir şekilde yazdıklarının kurmaca olduğunu vurguluyor. Bu kurmaca unsurların dönemin yöneticileri ve kitabı sonradan okuyan akrabaları tarafından anlaşılmadığını ve romanda anlatılanların yazarın kendi tecrübeleri gibi değerlendirilip suçlandığını dile getiriyor.
Bu noktada, anahtar kelime: Kurmaca
Kurmaca bir eserin sınırları var mıdır? Varsa bu sınırları kim belirler? Devletlere bu sınırı çizmesi, yeri geldiğinde denetlemesi, kitabı yok etmesi veya yazara ceza vermesi için yetki verilmeli mi? Yoksa bir edebi eserin kaderini okurlara, bağlı olarak zamana mı bırakmalı?
Bu ve buna benzer sorular çoğaltılabilir. Ben, kendi adıma kurmaca bir eserin kaderinin yalnızca ve yalnızca okurlara ve bağlı olarak zamana bırakılması gerektiğini düşünenlerdenim.
Çok uç bir örnekten yola çıkarak bu düşüncemi örneklendirebilirim. Donatien Alphonse François le Marquis de Sade, 1740 ile 1814 yılları arasında yaşamış Fransız bir yazar. Yaşadığı dönemde (ve belki günümüzde de) lanetle anılmış onlarca kurmaca eser kaleme almıştır. Sadizm kelimesi onun adından yola çıkarak türetilmiştir. Din ve ahlak başta olmak üzere geniş kesimler tarafından dokunulmaz kabul edilen olguları hedef alan yapıtları bugün, bir yandan dindeki yozlaşmayı ifşa eden diğer yandan da insanın karanlık tarafını görünür kılan kitaplar olarak kabul edilir ve dünyanın birçok ülkesinde yayımlanır, okunur.
Eminim, Marquis de Sade ile aynı dönemde yaşamış belki ondan daha nitelikli eserler vermiş ama bugünün okurları tarafından adı duyulmamış başka yazarlar da vardır ancak bu yazarlar, okurun (ve zamanın) süzgecinden geçememişlerdir. Marquis de Sade’ı yargılayanlar hiç kuşkum yok ki onun eserlerinin yok edilmesini her şeyden çok isterlerdi.
Hatta çoğu zaman, bir eseri yasaklamak o esere olduğundan fazla değer biçilmesine neden olur. O Koku, benim için bu türden bir roman. Toplamda kırk sayfa civarında oldukça kısa diyebileceğimiz romanda kendi adıma hiçbir edebi pırıltı görmedim, sağlam diyalog ya da başarılı bir tasvir okumadım. Bu kitabın benim için tek özelliği zamanında yasaklanmış bir kitap olması. İlk yayımlandığı zaman kitabı değerlendirenler, toplatıp yok edenler, sansürlü basımlarını yapanlar oturup iki satır edebi eleştiri kaleme alsalardı eminim daha başarılı olurlardı.
82.) Pis Okurun Notları’nı takip edenler hatırlayacaktır. Notların 46. Maddesinde, çevirmenlik ve editörlük üzerine birkaç kelam etmeye çalışmıştım. Yakın zamanda okuduğum bir kitap beni yine aynı konu üzerinde düşünmeye sevk etti.
Söz konusu kitap, Haruki Murakami’nin Kumandanı Öldürmek isimli oldukça hacimli sayılabilecek romanıydı.
17 Mayıs 2019’da bir başka mecrada bu kitapla ilgili detaylı sayılabilecek bir inceleme yazısı kaleme almıştım. Yazının sonunda, gözüme çarpan bir çeviri yanlışına değinmiştim. Çeviri hatasının, Akıl Fikir Müessesesi okurları için de bilinir olması için, yazının ilgili kısmını buraya da almak istiyorum:
“(…) Yazıyı bitirirken, kitapta nasıl olur da gözden kaçar, dediğim bir çeviri hatasına (dalgınlığına mı demeliyim?) değinmek istiyorum. Kitabın çevirmeni, Ali Volkan Erdemir, daha önce pek çok Murakami kitabını da çevirmiş deneyimli bir akademisyen. Çalıştığı üniversitenin web sitesinde, kendisi hakkında şu bilgiler veriliyor:
‘Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Anabilim Dalı (1993-1995) ve Japon Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nda (1995-2000) öğrenim gördü. Tokyo University of Foreign Studies’de bir yıl burslu (AIEJ) değişim öğrencisi olarak Japon dili ve kültürü derslerine katıldı (1998). Japon Hükümeti (MEXT) araştırma bursu ile gittiği Kyoto Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora derecelerini aldı (2001-2007). Kyoto Üniversitesi’nde altı ay konuk öğretim üyesi olarak çalışmalarda bulundu (2013). Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Japon Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nda profesördür.’ (https://avesis.erciyes.edu.tr/averdemir/ [Erişim tarihi 06.05.19])
Bu kısa özgeçmişe bakarak, Erdemir’in önceki çevirilerini de göz önünde tuttuğumuzda aşağıda değineceğim yanlışlığın dalgınlık sonucu ortaya çıktığını düşünebiliriz.
Kitabın 397. Sayfasında başlayan 30. Bölümünde portre ressamımız, öğrencisi Marie Akikava’nın portresini yapmaya başlayacaktır. Marie, küçük bir çocuk olduğu için portreyi halasının nezaretinde yapmaya karar verirler. Bu noktada çevirmen büyük bir dalgınlıkla sayfalar boyunca hala olması gereken kadını teyze olarak çevirmiş. Doğan kitap editörleri de kitapta önemli yer tutan bir karakter olmasına rağmen Şoko Akikava’nın hala olarak yazılması gerektiği gerçeğini gözden kaçırmış. İlk hatalı çeviri 397. Sayfada başlıyor:
“… ve Marie Akikava’nın teyzesinin kullandığı…”
“… ama Marie Akikava’nın teyzesinin neden…” (s. 397)
“…Kapı açıldı, Marie Akikava ve teyzesi…” (s.398)
“…. Marie Akikava’nın teyzesi çok sakin…” (s. 398)
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Çünkü bu dalgınlık, kitabın 411. Sayfasına kadar devam ediyor. Söz konusu sayfanın sonuna doğru,
“… Marie bir şey demeden başını salladı. Uygun, anlamında. Halasının yanına gelince az önceki hali tamamen değişmiş, derin bir sessizliğe bürünmüştü.”
Cümlesinden itibaren, “teyze” kelimesi “hala” olarak düzeltiliyor ve bu hata bir daha tekrarlanmıyor.
Kumandanı Öldürmek’in Japonya’da 24 Şubat 2017’de yayımlandığını belirtmiştim. Ekim 2018’de ise İngilizce çevirisi tamamlanarak ABD ve İngiltere’de satışa sunulmuş. Bizde ise Kasım 2018’de ilk baskısı yapıldı.
Tahminime göre Doğan Kitap, Kumandanı Öldürmek’i İngilizce çevirisiyle yakın zamanda yayımlamak adına veya 10-18 Kasım 2018 tarihlerinde yapılan 37. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’na yetiştirmek için biraz acele etmiş. Çevirmene ve editörlere çeviriyi bütünlüklü olarak gözden geçirmeleri için zaman tanımamış.”
83.) (Bir) Döküm:
1 Nisan 2019 ile bu satırları yazdığım 15 Haziran 2019 arasında toplam yirmi yedi kitap okumuşum. Bu kitapların arasında önerilebilir nitelikte olduğunu düşündüğüm on tanesini, okunma sırasına göre listeleyebilirim:
- Thomas Bernhard, Düzelti, Çevirmen: Sezer Duru, Yapı Kredi Yayınları, Roman
- Kobo Abe, Kanguru Defteri, Çevirmen: Aydın Özbek, Monokl Yayınları, Roman
- Karl Marx, Louis Bonapart’in 18 Brumaire’i, Çevirmen: Erkin Özalp, Yordam Kitap, Siyaset
- Haruki Murakami, Kumandanı Öldürmek, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir, Doğan Kitap, Roman
- T:A. Hoffmann, Kum Adam (Seçme Masallar), Çevirmen: İris Kantemir, İş Bankası Kültür Yayınları, Öykü – Masal
- Kemal Tahir, Bozkırdaki Çekirdek, İthaki Yayınları, Roman
- Mahir Ünsal Eriş, Sarıyaz, Can Yayınları, Öykü
- Thomas Mann, Venedik’te Ölüm, Çevirmen: Behçet Necatigil, Can Yayınları, Uzun Öykü
- Anna Kavan, Buz, Çevirmen: Selahattin Özpalabıyıklar, Everest Yayınları, Roman
- Roy Jacobsen, Görülmeyenler, Çevirmen: Deniz Canefe, Yapı Kredi Yayınları, Roman
84.) 2017 Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan Kazuo Ishiguro’nun Günden Kalanlar isimli romanını okumuş ve çok sevmiştim. Gömülü Dev ise beklentimi karşılamayınca Çocukluğumu Ararken’i, Değişen Dünyada Bir Sanatçı’yı ve Avunamayanlar’ı okumayı ertelemiştim.
Kazuo Ishiguro, yazdığı romanlarda farklı bir üslubu, biçimi ve türü deneyen yazarlardan. Bu açıdan değerlendirince yeni çıkan her Kazuo Ishiguro romanı, onun sadık okurları için bir risk barındırıyor. Günden Kalanlar’ı çok beğenip Gömülü Dev’e mesafeli kalmış olmamın nedeni de burada yatıyor olsa gerek.
Yıllar önce, hiç âdetim olmadığı halde, kitabını okumadan Beni Asla Bırakma’nın filmini izlemiştim. Filmi beğenmiş ve kitabını da oldukça merak etmiştim. Filmin geneline yayılan hüzün ve çaresizlik halinden etkilendiğimi hatırlıyorum.
Kitabı okurken de aynı hüzün ve çaresizlik duygusunu hissettim. Ishiguro, kitabın ana meselesi olan unsuru uzun süre saklamayı tercih ediyor. Bu bilinmezlik, filmi izlemeseydim eminim beni oldukça heyecanlandıracak ve merakımı kamçılayacaktı. Bu nedenle kitabı okumamış olanlara önce filmi izlemelerini tavsiye etmeyeceğim.
Bununla birlikte, kitabın 2010 yılında yapılan uyarlamasının oldukça nitelikli olduğunu söyleyebilirim. Kitaba ruhunu veren çocuk bakış açısını, masumluğu ve çaresizliği sinema diliyle oldukça iyi anlatan bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim.
Filmin Künyesi:
Never Let Me Go (2010)
Yönetmen:Mark Romanek
Senaryo: Kazuo Ishiguro, Alex Garland
Ülke: Birleşik Krallık, ABD
Süre: 103’
IMBD: https://www.imdb.com/title/tt1334260/
85.) Alışveriş Sepeti
Sanatın her dalı, doğası gereği çoğu zaman, genel kabul görmüş yerleşik kalıpların hemen hepsiyle çatışma içine girer. Bu durum kimi zaman toplum ile sanatçı arasına mesafe girmesine neden olurken çoğunlukla sanatçı ile rejim temsilcileri arasında açık çatışmalara yol açar. Bu perspektiften baktığımızda sanatçıların neden muhalif insanlar olarak tanımlandıklarını anlayabiliriz.
Özellikle otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü dönemler, sanatçılar için de bir çeşit sınav görevi görür. Kimi sanatçılar bu sınavdan alnının akıyla çıkarken kimi sanatçılar tarih önünde utanç duyacakları işlere/davranışlara imza atarlar.
Bu durumu konu edinen romanlardan biri de Klaus Mann’ın, “Mephisto-Bir Kariyerin Romanı” isimli eseridir.
Oğuz Demiralp, 16.05.2019 tarihli Cumhuriyet Kitap’taki köşesinde bu kitapla ilgili şu satırları yazmıştı:
“Yükselme hırsı ve biat Klaus Mann’ın en ünlü romanı Mefisto Bir Kariyerin Romanı başlığını taşır. 1936 yılında yayımlanmıştır. Ülkemizde de bilinen bir yapıttır. Ariane Mnouchkine’in romandan çıkarak yazdığı tiyatro oyunu Özdemir İnce tarafından Türkçeye çevrilmiş ve sahnelenmiştir. İstvan Szabo’nun romana dayanarak çektiği ve 1982 Yabancı Film Oscarı’nı alan Mefisto filmi de ülkemizde seyredilebilmiştir. Gelgelelim, romanın Türkçeye aktarıldığına ilişkin bir bilgiye rastlamadım. Bilge Karasu’nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı öyküsünün her baskı döneminde okunması gerektiğini yazmıştım başka bir vesileyle. Klaus Mann’ın Mefisto’sunu da baskı dönemlerinde mutlaka okumak gerekir. Kitapçılarda bir sürü uyduruk kitabı vitrinlerde görürken Mefisto’nun bulunamaması gerçek bir eksikliktir.”
Demiralp’in bulunmaması gerçek bir eksikliktir dediği kitap nihayet 23.05.2019’da, M. Sami Türk’ün Almanca aslından yaptığı çeviri ile yayımlandı. Kitap Everest Yayınlarının Modern Klasikler serisi içinde yer alıyor ve 370 sayfa.
85.1.) Sevgili dostlar, bir süre yolda olacağım. Sonbaharda Pis Okurun Notları’na devam etmek dileğiyle, yazılarıma ara veriyorum.