in , ,

Pis Okurun Notları (60-70)

60.) Kobo Abe, 1924 ile 1993 arasında yaşamış Japon yazar. Hemen tüm kaynaklarda Japonya’nın Kafka’sı benzetmesi yapılır kendisi hakkında.

Aslında, X’in Kafka’sı, Y’nin Kafka’sı tarzındaki ifadelere Avrupa merkezli bir yerden baktığı için pek sıcak yaklaşmıyorum. Bizde de bir ara Türkiye’nin Kafka’sı ifadesi, Hasan Ali Toptaş için sık sık kullanılıyordu.

Bu tanımlamaya sıcak bakmasam da anlatım kolaylığı sağladığını kabul etmeliyim. Kafka, “Kafkaesk” denilen bir tarzı dünya literatürüne kazandırmış çok önemli bir yazar. Bu nedenle X’in Kafka’sı tarzındaki söylemlerin, onun kurduğu dünyaya yakın eserler üretenleri kolayca ifade etmemize yarayan bir yönü var.

Kobo Abe

Abe, en sevdiği ve en etkilendiği yazarları şöyle sıralıyor: Dostoyevski, Martin Heidegger, Karl Jaspers, Franz Kafka, Friedrich Nietzsche ve Edgar Allan Poe

Kobo Abe, tıp eğitimi almış ancak doktorluk yapmamış. Şiir ve oyunlarının yanında romanları ile adını duyurmuş.

Biri yarım kalmış on beş romanı; yirmiden fazla öykü kitabı; yirmi civarında oyunu; iki şiir kitabı ve düzyazılarının toplandığı on beş civarında kitabı var.

Dünya çapında tanınması, 1962’de yayımlanan Suna No Onna (Kumların Kadını) isimli roman ile olur. Roman, 1964 yılında sinemaya aktarılır ve önemli birçok ödül alır.

Dilimize çevrilmiş dört Kobo Abe kitabı mevcut:

  • Kumların Kadını, (İlk olarak, Hüseyin Can Erkin tarafından çevrilen kitap, 2008’de Turkuvaz Kitap tarafından yayımlanmıştı. 2017’de MonoKL Yayıncılık, Barış Bayıksel’in çevirisi ile kitabı yeniden yayımladı.)
  • Kanguru Defteri, Çeviri: Aydın Özbek, MonoKL Yayıncılık
  • Kutu Adam, Çeviri: Ahmet Gürcan, Remzi Kitabevi
  • Başkasının Yüzü, Çeviri: Barış Bayıksel, MonoKL Yayıncılık

Kumların Kadını, Kanguru Defteri ve Kutu Adam, çok uzun zamandır okunmayı bekleyen üç kitaptı.  Nihayet bu üç kitabın ikisini okuma fırsatı bulabildim.

61.) Kobo Abe, Kumların Kadını, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin, Turkuvaz Kitap, Roman

Kitapta, Tokyo’da yaşayan, amatör olarak böcek koleksiyonculuğu yapan bir öğretmenin başından geçenler anlatılır. Öğretmen, böcek toplamak için şehir dışında, denize yakın bir bölgede araştırma yapmaya çıkar, son otobüsü kaçırınca bölgenin yerlileri ona kalabileceği bir ev ayarlar. Kalacağı ev, derin bir çukurun dibindedir. Gece, sarkıtılan bir merdivenle evin bulunduğu çukura iner ancak ertesi gün uyandığında merdivenin kaybolduğunu görür.

Evinde misafir olduğu kadın, yakın zamanda oğlunu ve kocasını bir kum fırtınasında kaybetmiştir ve köylülerin yardımıyla, öğretmeni tuzağa düşürerek gitmesine izin vermez.

Kitap boyunca, öğretmenin kaçma çabalarını, kadınla ve köylülerle olan ilişkisini okuruz.

Kitabın Kafkaesk tarafı öğretmenin alıkonulmasından sonra başlar. Tutulduğu evin bir çukurun dibinde olduğunu söylemiştim. Kadın gece boyunca, çukura dolan kumları toplamakla ve bir vinç sistemiyle yukarı göndermekle sorumludur. Bunun karşılığında kendisine yemek ve su verilir.

Son derece ilkel ve zorlu koşullarda süren bir hayatın içine hapsolan ana karakter, Tokyo’daki konforlu yaşamını özler ve nafile bir çaba içinde uğraşır durur.

Kitabın sonuna geldiğimizde aslında bir modernizm eleştirisi okuduğumuzu fark ederiz.

Kitap, bir gazete kupürüyle sona erer.

Kumların Kadını’nın 1964’te sinemaya aktarıldığına değinmiştim. Romanı adım adım takip eden, diyalogların bile bire bir aktarıldığı bir uyarlamadan bahsediyoruz. “En sadık uyarlamalar” listesi yapılsa, bu film üst sıralarda kendine yer bulacaktır.

Bununla beraber, sinema, teknik olanakların gelişmesi sonucunda “bazı filmlerin eskimesi” sorununa bir çözüm bulamayacak gibi görünüyor. Burada “bazı” kelimesini özellikle kullandım. Örneğin, 1921 tarihli The Kid veya 1926 tarihli The General aradan geçen onca yıla rağmen eskimezken 2009 yılında büyük gürültü koparan, teknik anlamda devrim niteliğinde unsurlar barındırdığı söylenen Avatar, bugün izlendiğinde “eski” kalıyor.

Kumların Kadını da çekildiği dönem göz önüne alındığında hakkını veren bir yapım olarak değerlendirilebilecekken, bugünden baktığımızda kimi handikaplar barındırdığını kolaylıkla görebiliriz.

62.) Kobo Abe, Kanguru Defteri, Çevirmen: Aydın Özbek, MonoKL Yayıncılık, Roman

Abe’nin okuduğum ikinci kitabı Kanguru Defteri oldu. İkisini arka arkaya okuduğum için Kumların Kadını’nın neden daha popüler olduğunu kolaylıkla anlayabildim.

Kumların Kadını, başı sonu belli, doğrusal bir anlatı biçiminde kaleme alınmış, gerçeküstü / fantastik unsurlar barındırsa da kitabın kurduğu dünyayı veri olarak kabul ettiğinizde fazla zorlanmadan bitirebileceğiniz bir eser.

Kanguru Defteri ise yukarıda yazdıklarımın tam tersi unsurlarla oluşturulmuş bir yapıt.

Kitapta, Tokyo’daki (muhtemelen kırtasiye malzemeleri üreten) şirkette çalışan bir adamın, şirkete laf olsun diye sunduğu “Kanguru Defteri” projesinin birinci seçilmesinin ardından yaşananları okuruz. Projenin üzerinde detaylı bir çalışma yapması istenilen kahramanımız, ertesi gün uyandığında bacaklarında “turp filizi” çıkmaya başladığını görür. İşten izin alır ve hastaneye gider.

Ana karakter, hastaneye gittikten sonra inanılmaz bir bürokrasinin içine düşer ve kitap boyunca, akıl almaz bir fantastik dünyada yaşananlar anlatılır.

Kendi iradesi olan sedye ile çıkılan seyahatler, aç kalınca beslenmek için yenilen turp filizleri, ölü anne ile karşılaşma, eğri gözlü ne idiği belirsiz kadınlar, garip korolar, tuhaf kaplıcalar ve daha yüzlercesi.

Önceki kitabın sonuna geldiğimizde modernizm eleştirisi okuduğumuzu anlarız, demiştim. Bu kitaptan çıkarılabilecek çok sayıda sonuç var.

Kitap, bir yanıyla kurum ve sektör olarak sağlık alanının çok sıkı bir eleştirisi: Hasta olduğumuzda ilk fark ettiğimiz şey, bedenimize aslında ne kadar yabancı olduğumuz olur. Bu noktada doktorlara güvenmekten başka çaremiz kalmamıştır ve inisiyatifi olduğu gibi doktorlara bırakırız. O noktadan itibaren bedenimize dair kararlar artık bizden çıkar ve bedenimizin sınırları muğlaklaşır.

Kitabı başka yönden de savaş karşıtı bir noktaya yerleştirebiliriz. Özellikle sonlara doğru yaklaştıkça kitabın anlatımı bir hayli dramatikleşir ve doğrudan Japonya’ya atılan atom bombalarına yapılan göndermeleri okumaya başlarız.

Bu iki ana izleğin yanında, beyaz yakalı olanların içine düştükleri emeğe yabancılaşma süreci, aileyle kurulan ilişki, irade kavramı, ölmeyi talep etme hakkı (ötenazi üzerinden) gibi çeşit çeşit alanda fikir yürüten çok farklı bir romanla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim.

Farklı deneyimlere açık, hayal gücünün sınırlarında dolaşmak isteyen okurlara bu kitabı ısrarla öneririm.

63.) Gündüz Vassaf, 40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra, Rusya-Amerika, İletişim Yayınları, Anı 

Kitap; Washington, Moskova 1966, Moskova, 40 Yıl Sonra ve San Fransisco’da Şükran Günü adlarındaki ana bölümlerden oluşuyor. Bir de kapanış niyetine, Yolculuk Ne Zaman Biter isimli son parça eklenmiş.

Tüm bölümler son derece rahat okunan bir dille yazılmış. Vassaf’ın bu özelliği onun tüm kitaplarında vardır. Günlük yaşamda totalitarizmi konu alan Cehenneme Övgü ve Cennetin Dibi bile son derece rahat okunan ve çok şey öğrenilen kitaplardı.

Bu kitapta da birçok değerli gözlem okuma şansım oldu. Biraz yüzeysel bulsam da ABD’nin ve Rusya’nın dünü-bugünü üzerine ilk elden yapılmış gözlemler bence son derece değerli.

Kitaptan yola çıkarak, ABD özelinde, pek de değişen bir şey olmadığını söyleyebilirim. Bir alıntıda da belirtildiği gibi: “Aslında hemen her şeyin değiştiği bir değişmeme hali bu. Tuhaf.” 

68 kuşağı üzerine, Vassaf’ın pek de fazla olmayan yaşanmışlıkları o dönemin ruhunu kısmen anlamamızı sağlıyor.

Esas beklentimi yükselten kısım Rusya’yla ilgili olan bölümlerdi. Beklentimin tam olarak karşılandığını söyleyemeyeceğim. Bu durumun nedeni, Rusya’nın 40 yıl öncesinde de 40 yıl sonrasında da Vassaf’ın ülkede çok az zaman geçirmiş olması olabilir. Yeni şeyler öğrendim ama okuduklarımın genelini düşünürsem, 40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra’yı, daha önce başka yerlerde okuduklarımın, dinlediklerimin derli toplu sunumu şeklinde, değerlendirebilirim.

Kitabın beni hiç tatmin etmeyen, hatta Gündüz Vassaf nasıl bu kadar sığ ve laf olsun diye yazmış, dediğim kısmı son 60 sayfası oldu. San Fransisco’da Şükran Günü adını taşıyan bu bölümde Yazarın ABD’ye 2005’te yaptığı son seyahatteki gözlemleri ve yaşadıkları anlatılıyor. Aslında gözlemler epeyce az anlatılmış. Daha çok, şunu yaptık şuraya gittik, tarzında, zaman zaman cinsiyetçi bir dilin kullanıldığı bir ara bölüm gibi olmuş bu kısım. Vassaf, esas olarak Rusya’nın dününü-bugününü ve ABD’nin geçmişini anlatmayı istemiş fakat kitabın konseptini tamamlamak adına bu bölümü yazmış gibi.

64.) İbrahim Yıldırım, Bıçkın Ve Orta Halli, Doğan Kitap, Roman

Epeydir okumak isteyip de bir türlü zaman yaratamadığım bir kitaptı. Yıllar önce Selçuk Altun önerince dikkatimi çekmiş, Ömer Türkeş de hazırladığı listelerde yer verince iyice merak etmiştim.

Bıçkın Ve Orta Halli, İbrahim Yıldırım’ın okuduğum ilk kitabı. Kitaplığımda okunmayı bekleyen Her Cumartesi Rüya var. Vatan Dersleri de döneminde oldukça olumlu eleştiriler almış iyi bir kitap.

Bıçkın Ve Orta Halli, katman katman yazılmış, kalburüstü bir roman olarak nitelenebilir.

65.) Stanislaw Lem, Küvette Bulunan Günce, Çeviren: Çiçek Öztek, İletişim Yayınları, Roman

Philip K. Dick ve Stanislaw Lem, Türkiyeli okurlar için külliyatına bir türlü ulaşamadığımız yazarlardan.

Altıkırkbeş Yayıncılık, çok önemli bir işe imza atarak birçok Dick kitabını yayımladı ama maalesef yayımlanan kitapların editoryal düzenlemesi ve çevirileri istenilen düzeyde değildi. Son yıllarda Alfa Yayıncılık, P. K. Dick kitaplarını düzgün çevirilerle ve nitelikli baskılarla yayımlamaya başladı. Dilerim bu işe devam ederler ve yazarın tüm kitaplarını bizim için daha ulaşılabilir kılarlar.

Lem ise bu açmazdan henüz kurtulamadı. Cem Yayınları, birkaç önemli Lem kitabını yayımladı ama devamı gelecekse bile işi ağırdan aldıkları kesin. Yazarın, Cem’den çıkanlar ve Aden dışındaki kitaplarının çoğu, bugünün okuru için fiilen ulaşılamaz durumda.

Küvette Bulunan Günce’de bu kitaplardan birisi.

Kanımca, Kafka bir bilimkurgu kitabı yazsaydı yazacağı kitap Küvette Bulunan Günce’ye oldukça benzer olurdu. Kurmaca tarafının yanında, barındırdığı felsefi ve tarihi derinliği ile çok önemli bir bilimkurgu yapıtı olarak kabul edebileceğimiz bu eser, dilerim bir an önce yeniden yayımlanır.

66.) Hazırlayan: Sebahat Özdemir, Vedat Türkali, Everest Yayınları, Derleme

2005 yılı Vedat Türkali’nin 85. Yaşının kutlandığı seneydi. Aynı yıl, Vedat Türkali Yılı olarak ilan edilmiş ve çeşitli etkinlikler düzenlenmişti. Sebahat Özdemir’in hazırladığı Vedat Türkali kitabı da bu etkinliklerin bir parçası olarak düşünülmüş ve hazırlanmış.

Kitap yayımlandığında Kayıp Romanlar yeni çıkmıştı. Sonrasında, Türkali 16 yıl daha yaşadı ve sırasıyla,  Yalancı Tanıklar Kahvesi ile Bitti Bitti Bitmedi’yi yazdı ve yayımlattı.

Vedat Türkali kitabında, sıradan tebrik yazıları yer alsa da kimi yazılarda Vedat Türkali hakkında doyurucu bilgiler, başka yerlerde okuyamayacağınız anılar mevcut.

“Varsayımsal okur” için Vedat Türkali kitabı önermem gerekse, gözüm kapalı bir şekilde Güven’i öneririm.

Güven, iki cilt, 1300 sayfa civarında bir kitap. Bu haliyle birçok kişiye korkutucu gelebilir. Ama başlandığı zaman insanın elinden bırakamadığı kitaplardan. Bu kitabı uzun yıllar önce okumuştum. Kitaplığımın bir köşesinde durur ve ben ne zaman kitaplıktan bir şeyler almak için rafları karıştırsam, “Bir fırsatım olsa da şu kitabı yeniden okusam,” diye düşünürüm. Tadı hâlâ damağımdadır.

Güven’e başlamaktan çekinenlere ise ilk romanı, Bir Gün Tek Başına’yı veya Yeşilçam Dedikleri Türkiye’yi önerebilirim.

67.) E.T.A. Hoffmann, Kum Adam – Seçme Masallar – Çeviren: İris Kantemir, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Ernst Theodor Amadeus Hoffmann, 1776-1822 yılları arasında yaşamış Alman besteci, müzik eleştirmeni, fantezi ve korku hikâyeleri yazarı, jüri üyesi, çizer ve karikatürist olarak nitelenir. Kendisine mesleği sorulduğunda müzisyen olduğunu söyler. Mozart hayranıdır. Bu hayranlığını belirginleştirmek için,  Ernst Theodor Wilhelm olan adından Wilhelm’i atar ve yerine Amadeus’u koyar.

Türkçeye çevrilmiş yirmiye yakın Hoffmann kitabını okuma şansına sahibiz. Gece Tabloları, Kedi Murr’un Hayat Görüşleri (Kedi Murr’un Dünya Görüşü ve Murr Kedinin Hayat Görüşleri adlarıyla da çevrilmiş.) ve Üstat Pire en çok önerilen kitapları.

Ben, Hoffmann okumaya Gece Tabloları ile başlamak istedim ama kitabın baskısı tükendiği için Seçme Masallar’da karar kıldım.

Kitapta dört masal yer alıyor: Altın Saksı, Kum Adam, Prenses Brambilla, Doge ve Dogaressa.

Bu dört metin, Vladimir Propp’un yaptığı sınıflandırma içinde değerlendirirsek hiç kuşku yok ki masal kategorisine girer. Ancak bakışımızı bugüne taşıyıp, bugünün ölçütleri içinden bakarsak çağdaş fantastik edebiyatın geleneksel masallardan sonraki ilk köklerine ulaşabiliriz.

Bu açıdan baktığımızda, fantastik ve bilimkurgu türündeki eserlere ilgi duyanlar, bu türün köklerinde neler varmış diye merak edenler, Seçme Masallar’ı mutlaka alıp okumalı.

Kitaba adını veren Kum Adam isimli öykü ayrıca değerlendirmeyi hak ediyor: Freud, 1919’da yayımlanan “Das Unheimliche” isimli makalesinde bu öyküden epeyce bahseder. Bunun dışında Kum adam, 1818’de yayımlanan Frankenstein ile de birçok ortaklık barındırır. Daha ilginci, Kum Adam’ın yer aldığı “Nachtsücke” isimli kitap, 1817’de yayımlanmıştır.

68.) Kafka ölmeden önce, dostu Max Brod’a kendisinden geriye kalanları yok etmesini vasiyet eder. Neyse ki Brod bu vasiyete uymaz. Yazarın 1924 yılındaki ölümünün ardından bugün en önemli üç eseri arasında sayılan Dava’yı ve Şato’yu okuma şansına sahip oluruz. (İlki, hiç kuşku yok ki Dönüşüm’dür.)

Kafka, Şato’yu yazmaya 1922 yılında (bugün Çekya sınırları içinde bulunan) Špindlerův Mlýn’de başlar. Ölümüyle yarım kalan kitap, Brod’un düzenlemesi ile 1926’da yayımlanır.

Kitapta, K. isimli bir kadastrocunun, gittiği köyde yaşadıkları anlatılır. Köydeki şatodan bir çağrı/iş teklifi almıştır ancak bir türlü şatoya gidemez. Şatonun gölgesinde yaşayan kasaba halkı ile arasında akıl almaz olaylar yaşanır ve kitap (yazarın ölümü nedeniyle) sona ulaşamadan yarım kalır. Bu yarım kalmışlık bence Kafka’ya ve kitabına yakışan bir unsur.

Şato ile ilgili her okur kendi teorisini geliştirebilir. Şato’dan yola çıkarak, modern hayattaki sıkıştırılmışlığımızdan tutun da baskıcı devletin bireyler üzerindeki etkisine, Tanrı ile kulları arasındaki ilişkiye kadar çeşit çeşit çıkarım yapılabilir.

69.) 23 Mart 1942 Almanya doğumlu yönetmen Michael Haneke, katıldığı festivallerde filminin gösteriminden önce yaptığı konuşmaları ”Hepinize huzursuz seyirler dilerim.” diyerek bitirmesiyle de bilinir.

Bana göre bu cümle, yönetmenin tüm sinema anlayışının özeti gibidir.

1989 tarihli Yedinci Kıta’dan itibaren çok çok iyi filmlere imza atmıştır. 1997 tarihli Ölümcül Oyunlar’ı 2007’de ABD’li oyuncularla plan plan yeniden çektiğinde epeyce eleştirilmişti. Bununla beraber 2009 tarihli Beyaz Bant ve 2012 tarihli Aşk ile kaldığı yerden devam etmiş, kanımca önceki filmlerinin bile üstüne çıkarak eskilerin ekmeğini yiyen, akranı sayabileceğimiz diğer yönetmenlerden farkını açıkça ortaya koymuştu.

2017 tarihli Mutlu Son ise az önce andığım iki filmin yanında bir hayli sönük kalsa da kalburüstü bir film olarak nitelenebilir.

Haneke, Amour‘un setinde.

Bu notlar aracılığıyla değinmek istediğim film ise, 1997 tarihli Das Schloß.

Kafka’nın Şato kitabının uyarlaması olan bu film, televizyon için yapılmıştır ancak ilerleyen yıllarda birçok özel gösterim ile festivallerde de kendine yer bulmuştur. Örneğin IMDB’de verilen bilgilere göre 2018’e kadar yedi festivalde özel gösterimi yapılmıştır. IMDB’de bahsi geçmese de (yanlış hatırlıyor olabilirim) 2001’de İstanbul Film Festivalinde de bu film için bir gösterim yapılmıştı.

Haneke’nin Şato uyarlaması, yukarıda Kumların Kadını’ndan söz ederken bahsettiğim “en sadık uyarlamalar” listesine kolaylıkla girecektir. Olay örgüsü ve zaman çizelgesi, diyaloglar olduğu gibi kitaptan alınmıştır. Hatta Haneke, roman okuyor hissini pekiştirmek adına filmi dış ses / anlatıcı kullanarak yapmıştır.

Kitap nasıl ansızın, çat diye bitiyorsa filmde de birdenbire ekran kararır ve yapım sona erer. Sırf bu cüreti için bile izlenebilecek bu yapım, kurduğu atmosfer ve oyunculukları ile de önemli uyarlamalar arasında sayılabilir.

Bütün bunlara rağmen kitabı okumamış olanlara ve Haneke’yi sevmeyenlere veya usta yönetmenin anlatım dilini bilmeyenlere bu filmi kolaylıkla önerebileceğimi sanmıyorum.

Filmin Künyesi:


Das Schloß (1997)

Yönetmen: Michael Haneke

Senaryo: Franz Kafka, Michael Haneke

Ülke: Almanya, Avusturya

Süre: 123’

70.) Alışveriş Sepeti: 

Okuduğum metinlerin çoğunda, E.T.A. Hoffmann’ın başyapıtının “Kedi Murr” olduğu dile getiriliyor. Yukarıda da değindiğim gibi bu kitabın belirleyebildiğim üç farklı yayınevi tarafından yapılmış üç ayrı çevirisi bulunuyor:

  • Kedi Murr’un Hayat Görüşleri, Çevirmen: Türkis Noyan, Can Yayınları, 512 s.Kedi Murr’un Dünya Görüşü, Çevirmen: M. Sami Türk, İletişim Yayınları, 435 s. (Yayınevinin yaptığı tanıtımda bu baskının Jeremy Adler’in önsözü, Francis J. Nock’un sonsözü, yazar ve dönem kronolojisiyle ve kitaba dair görsellerle zenginleştirildiği vurgulanıyor.)
  • Murr Kedinin Hayat Görüşleri, Çevirmen: İclal Cankore, Doğu Batı Yayınları, 419 s.
  • Gece Tabloları’nın yeni baskısı yapılana ya da kitabı sahaflardan denk getirene kadar Hoffmann okumaya Kedi Murr ile devam etmek en mantıklı çözüm sanırım.

Yazan Onur Uludoğan

1978 yılının sıcak bir yaz gününde dalga seslerinin duyulabildiği bir hastanede dünyaya geldiği rivayet olunur.

Bir türlü ehliyet sınavını geçemediği için korsan taksi şoförlüğü, değişen telif yasaları sayesinde korsan CD satıcılığı, Allah vergisi sesi nedeniyle pavyon şarkıcılığı, pasifist düşünce yapısını bahane ederek bar fedailiği, pimpirikli kişiliği yüzünden de torbacılık gibi alanlardaki kariyer fırsatlarını yeterince değerlendiremedi.

İki yıl okurum diyerek başladığı üniversite yaşamını on üç yıl sonra bitirebilmesi belki de kayda değer tek başarısıdır.

onuruludogan@gmail.com

3 Yorum

Cevap Yazın
  1. Yanlış hatırlamıyorsam “Şato”, Haneke’nin bir şekilde dahil olmak zorunda kaldığı ve yönetmenlik hayatında unutmak istediği bir aşamaydı. Ayrıca yönetmenin en zayıf filmi olarak da değerlendirilir. Orson Welles Dava’yı filme alarak büyük yazara bir nebze teknik olarak meydan okusa da, kafka’nın sinemada temsili için biraz daha vakit var gibi sanki.

    • “Şato”, Haneke’nin bir şekilde dahil olmak zorunda kaldığı ve yönetmenlik hayatında unutmak istediği bir aşamaydı, bilgisine sahip değilim. Doğru olabilir.
      Welles’in filmi de çok güzeldir. Önümüzdeki ay bahsetmeyi düşündüğüm filmlerin arasında Dava da var, henüz karar vermedim.
      Kafka’nın sinemada temsili tespitinize katılıyorum. Bence de o iş gerçekten zor. Sinemada Kafka temsilini değerlendirirken, Kafka’nın ruhuna yaklaşılması belki bir kriter olabilir. Soderbergh 1991’de denemişti, fena da olmamıştı.

      • Soderbegh başaramadı herhangi bir Amerikalının da başarabileceğini sanmıyorum. İnce Memed’i filme alan fransızlar gibi olurlar en fazla. Kafka sonsuz evrenselliğinin yanında oldukça yerel (Kant kadar) bir şahsiyettir. Bazı dehalar döngülerinden beslenirler. Kafka uyarlanabilseydi kafka olmazdı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ayşe öğretmen’den Beyazıt Öztürk’e: Başını Yastığa Rahat Koymuş Mudur?

İkonik Tablolar Muzipçe Yeniden Yorumlanırsa